kırıp ateşleme / fazlı bayram















gelip giderken bu geçtiğimiz
alıp satıp saçtığımız etrafa

insan başına gelenlere göre davranır
kendi sorumluluğunu almaya cesareti olanlar
ağlayanlar gülenler
hepsi bir başka
sen başka

beceriklisin
bu senin ahlaklı olduğun anlamına gelmez
dikkat et
cemiyetinin başarılı çocuklarıyla
akrabalarının haytalarını bir tutma
kırılan kalbi yaksan kar etmez



***
şişman câhil


sonra en inanılmaz şeyi yaptılar
ekmeğin en önemli yeri hamurun suyuydu
zehir kattılar
bir kere gözüme baksaydın
bana bir kere
ne ekmeğe yanlış olurdu ne de sana
başta yapılanlara inanıyorduk
biz inançlıydık
inançlılar alınca sazı korkup kaçtık
ekmeğin gözle görülür zerrelerine tutunurduk
gözlerimiz millendi
göllerimiz kirlendi
ya da kim aldı elimizden
sen bana bir gözüme baksaydın
gelseydin
ne ekmeğe ayıp olurdu ne göklere
ne de ağyarına gözlerinin
ekmeğin sancısı olmasaydı üzerimizde
sen bize doyamazdın
biz kâmil insanlarız
kalp kırdığımız pek görülmez

ekmeğin başında açılan kahve
uysaydı bize farklı takılırdık
meselâ kızlar cahildir
bakmazdık yüzlerine
fakat cahil olmak bu devirde çok nadir
keşke cahil olsaydık
herkes bizi kurtarırdı biz kurtarırken
kimseyi
boğulmazdık
ekmeğin başında kayılan ateş
önce bizi yaktı
herkes kendi çocuğunu kullanmadı
başka çocukları eskittiler
kendi yakasını kurtaran kaçtı
sonra herkesin egosu kalktı


***
 anne ve göz yaşı ıslanmaları
yalnızım
bayram kadar yalnız
anne
bu bayrama gitmedi kimse
herkes korktu
cenazelerimizi bile yalnız defnettik
ben de korktum anne
ben yalnız diğerleri gibi
değil de
ıslanmasından korktum
gözlerimin
anne

dedikleri gibi değildi belki
fakat
inandım ben de
sen bunu bilmezsin
inanmadın hiç baş örtünden başkaya
ben de korktum anne
diğerleri gibi değil de
gözlerimin suladığı fidanlara
bayram düştü anne



***
kırık kalp ve yonca















beni burada isteme
burada ne senin
ne benim olabildim
ne sana bir yol bulabildim
ne beni alıkoydun
burada isteme
ne kavuşanım burada
ne unutulan oldum

şunu da bil
istemediğini bilsem yüzüne bakmam
ben kendi kendime ölür
kendi kendime dirilirim her iklime
korkmam karanlıktan bilirsin geceye dostum evvelden
burada isteme artık
yoruldum koşmaktan
her sabah gül bırakıp yoluna
akşama naçar olmaktan

ne düşündüğünü yüzünde okumaktan iki de bir
gerçekten bıktım
biraz da sen anla benim de ayaklarım kırk numara
sıkıldım her öğlen uyumaktan
bu ölmeden önceki son şiir
usandım her gece sana yazmaktan
yağmur sonrası ne olur bilemem




***
avlaklar ve sundurma


sen olmasaydın eğer ben
ağlardım
ırmaklar gibi hiç durmadan
ummana dolardım
bereket ki varsın

olmasaydın katiller gibi
kendi kanıma susardım
ağlardım
durmadan ağlardım

bu sefer seni senden istiyorum
olmasaydın
bana beni verecek kimseyi bulamazdım
sen de yalnız kalırdın sonra
ben de yalnız kalırdım
bereket ki çıktın yoluma
sensiz ben ağlardım
bensiz dayanamazdın sen
ağlardık bütün bilmecelere
hesap sorardık atlara
kimse bilmezdi cevabını
olup olmamanın

iyi ki varsın
olmasaydın hiç aşık olmazdım
ben olmazdım mesela ellerim olmazdı
on lirayı yedi yazardım
olmasaydın
bu sahtekar cemiyete kızmazdım
ben de fırıldak olurdum
narı pazardan
ayvayı nazardan almazdım
sana bakarak aldanmazdım bir de
gözüne gözüne dalıp boğulmazdım
bu ben olmazdım var ya
gerçekten de varsın
yoksa bunu sana yolmazdım
sonra sararıp sararıp solmazdım
bukalemun gibi
rengarenk gahi meczup gahi usta
gahi dağlarda gahi çarmıhta

sen olmasaydın ben
duvara kitap çalmazdım
kaybolur yollarda azardım
ekmeğe çivi çakar
perdeyi aralamazdım

ağlardım olmasaydın
bir gram akıllanmazdım
ne bir çiçeğe vurulur
ne  ırgalamazdım

olup biteni anlamaz
dönüp ardıma bakardım ikide bir
şimdi yalnızca sana bakıyorum
sen de bana bak
madem ki varsın ellerimi tut
bırakma beni





***
DÜKKÂN MEKTUPLARI


Sevgili Ferhat,

Ateşin başındaki pervaneler gibi toplanırdık Yemen Türküsü’nün etrafına. Halkamızda köz, barut, silah, ilim, fikir, çiçek, çile, daha neler vardı değil mi hatırlarsın sen de. Mektubunu gördüğüm o sabah eyvah dedim, kaç gün olmuş mektup yazılalı benim haberim yok. Esef ettim böyle bir mektuptan günlerdir mahrum oluşuma. En son Ahmet Abi’nin mektubunu almıştım yıllar önce. Aldığım ilk mektup da ondandı çilehanede. Hatırlarsın halkanın köşe taşlarından biri iki sadık arkadaştı. Sen onları gitti sanınca bu senin içine oturmuş belli ki bana sarmışsın sen de. Sar sorun değil iyi oldu hatta sevindim. Ama Bir Sadık Arkadaş aramızda yoksa halka kopardı, koparmadılar, halka tamdı. Neyse işte tam etrafında halka olduğumuz, pervane pervane bir sen bir ben bir sıradakinin düştüğü ateşten Yemen vardı ya yanarak içimizi aydınlatan. Hah işte o Türküyü az önce Ali Fuata çaldım Meryem de dinledi. Neredeyse ağlıyordum, inanırsın, zor tuttum kendimi. Türkü yarım kaldı. Bir gün halkada tutamayıp dışarı kaçmıştım hocamda varken hem de.

Mektubunu alınca ayaklarım kaydı nefis böyle işte iltifata dayanamaz. Ulan dedim, ben de okkalı bir şiir yazayım, hiç altta kalır mıyım, yok dedim sonra, şiiri bırakmalı. Mektup? Mektup olur mu abi gece yarılarına kadar dikine aşağı yaz babam yaz, erindim. Hasılı bir yol bulamadım. Hâlim hâlden hâle sürekli değiştiği için mektubu yazdığın zamanlar da öyleydim, yani yaklaşık olarak, ama şimdi başka. Şimdi bugünden o güne cevap versem ne kadar doğru olur. Bilemedim. Özenle seçilmiş kelimeler, inci gibi yazı, noktalama işaretleri muntazam – ben de bunu anlamıyorum edem noktalı virgül filan yerde virgül gibi falan yerde nokta gibi işlev görürmüş de oldu bitti sevmem noktadan başka bir şeyi yazdın mı söz biter abi icraat başlar. O yüzden nokta cümlenin bitişi hareketin başıdır. Cümle bitti mi ayağa kalkarız biz Türkler.- edebi bir mektup, “de”nin “da”nın yazılışına da dikkat ederekten. O da değil edem mesele. Mehmet Yaşar şimdi buna cık olmamış, Raşit bir tarafından çeker, Hasan abi desen ben onun torpillisiyim öve öve bitiremez, Memduh hocam biraz kaş çatar o benim öteden beri bu yazma çizme işlerinde pek başarılı olamayacağımı düşünür. Derken Ahmet Abi kaldı geriye, sağ olsun bir o, ‘’edem eline sağlık’’ der. Der demesine de içi içine sığmaz insanın. Ne büyük heyecan değil mi Ahmet Abi’nin, insanın mektubunu, şiirini, düz yazısını ne ise işte, ne yazdıysan onu mütalaa ederek ‘’edem eline sağlık’’ diye söze başlaması. Ne zevk değil mi. O yüzden iki üç cümleyi bir araya getiren, koştur koştur Ahmet Abi’ye götürür önce, ya da ilk mail O’na. Baktım mektup da telaşlı. Hem ben karşıyım bu mektup işinin Dükkân dışına taşmasına. Dükkânın mahremiyetini ortaya koyuyor. Hatta Üdebanın bu işi projelendirmesine, Hasan Abinin de Yoldaki Kalemler’de ifşa etmesine pek razı değilim kendilerine söyleyemesem de. İyisi mi dedim ben de Ahmet Abi gibi diyeyim: Edem eline sağlık.

Hülâsâ-i kelam – burası Üdabânın yazıları gibi oldu. Etkilenmiyorum desem yalan olur Üdebadan. Olsun canımız O da sonuçta bizim. İnsan en çok da kendi canına kıyıyor.- benim pek zafiyetim yok bilirsin. Tehlikeli durumların kıyısında olmaktan keyif alırım. Motorculuktan kalma huyum bu. Korktuğum şeyin üstüne gitmeyi severim, ta ki onun korkulacak bir şey olmadığını görene kadar. –şartlar önemli tabi- Ama mektubuna zafiyet göstermedim desem yalan olur. İnanırsın nefsim arş-ı âlâya yükseldi kendimi bir halt zannediyordum neredeyse. Neyse ‘’eline sağlık edem’’ uygun zaman olursa mektubuna cevap yazarım şiiri bıraktım biliyorsun düz yazı da uzun iş vesselam.  


***
BU, İÇ VE KIRMIZI


gözlerin
çıkınca bir anda karşıma
içimi parçaladı

kavramlar arası bir düş değil bu
burada anlam yok hâl yok
sen ben o yok
içi sert dışı yumuşak bir meyvenin
kabuğunda ilk bahar
ve ilk baharlar adamın içine oturur hep

ilk nefes
ciğerime dolan bakışların
gördüğün sensin
sesin özgürlük
var oluşun iksiri kalbin
bu sefer gözlerinde çarpıyordu
aradığın bendim gözümde bildim
bu ben değil sendin görmedin bir gün bir daha bak
ve var oluşlar hızlıdan yavaşa ağır otlaklar
içini söker adamın dayanmalıyım

tanrısal bir eylem açıp kapayıncaya kadar gözlerimizi
yok bu bir anda neler olduğuna yetmez
öyle bakma
içim parçalanıyor

bu çok hoş
kaç buğday başağını çağırır
bu kaç ömre sığar baktığın
bir ömür daha armağan ediyorum sana
her ziyade olurken bin daha


***PARADOKS
















bu başlığı ilk büyük harfle yazılan şiir
bu aslında şiir değil paradoks

öyle uzun uzun bekleyip soba başlarında
el ayak ısıtmalar
cehalet
yardımseverlik palavrası
al önünü

cürretkârlar açıkta yok bu gece
sen gelince soldu renkler
ince bir görünmezliğin
ince bir tezâhürü rüyâda
gündüz

ayakkabı numaraları anne ayakkabıları
bağrıma bastığın
benim ayaklarım
bağrım
senin ikiye yardığın acımadan

ağlamadan olmaz

hadi ağlayalım böyle bu yol
aşk
insanlığa armağandır
sana bana düşmez bu kırılgan secde
yetmiyorsa yüreğimiz ben gene gelirim

bu yüzden müsveddesiz yüzümüze yansıyan
maskeli balo şımarıklığının değil de
salih kulların aydınlığı bunu bilmelisin
bu baş ve omuzlarımızın karşılıksız ayrı durması

oysa yangın yeni başladı

tango
keşmekeş danslar
cızırtılı bir gırtlağın hüzün denemeleri
toprak
çatı katı begonyalarına kaldı
begonyalar buhar kamyonlarının çarmıhı

elleme cümle cesareti olanlar kırsın cam yansımalarını
sabaha çıkan çeksin tramvaylarını ülkenin
biz sarı turuncuları koparalım
eller omuzda ufka çakalım aydınlığımızı




***
ra sesi

işte anatominin baş harfi aşkar
bunu bir maun kaplı masada buldular
henüz kimse yoktu
sen ben o

hepsi bir alınyazısı zenginliğinde boşanan
karardı
keyfi kaçan uçurtma uçururdu çıkıp apartmanlara
bana bir avuç barut
ve bir okka getir bu eklektik bir durum

***

ra
ırmak ağıdı
rüzgarın yaprağa
yaprağın toprağa vardığı ses


***
CERBEZE


ölüler sabahı nasıl görür
düşünmedim hiç desem yalan olur
bırak elleri

koynumda yağmur damlamış başakların kokusu
yığınla cesaret büyütürken nefesin avlaklarda
seni karşılamak ikindiyle akşam arası
kaldır elleri

sıra lalelerin yere bakan baş dönmeleriyle
teferruatlı bir örtüye geldiğinde
söğütler sabah serçeleri ve önlerindeki
bulgur taneleri tuzaklar altındaki
sen bahtımın aydınlığı yorgunluğu yolumun aynada
bağlama elleri

ister yosun kurbağalarına günah çıkar
sarı kağıtlara çizgisiz resmimi
ya da kareli kağıtlara şablon çiz istersen
tarihin yırtık cep pütürleri sandığında yazını
bu sana mutlu bir armağanı kainatın
kahır sandığın yerine göre zehir
aslında iksiridir uçmağın
uzat elleri



***
KIR BOYASI


içim sızladı
değişik kağıtlara kar taşımak
ulumak gece kadifeliğinde baş ucu bozkırlarında
bir çuval taş getirdi
hacı ahmedin taşları bunlar bildim

karnabahar reçeli
soslu balık bir de sana yazdığım
küflü mektupların yaprak zarfları
sen de bilmelisin
ben moru hiç sevmem
sen seviyorsun diye her yer mor

kısa çizgi
yahut başka bir noktalama
bitince yeni bir cümleye ön söz
anlamadın değil mi henüz olanları
aç gözlerini
ister aç ister kapa bu önemli değil de
yayalar bakmalı geçerken karşıya
atlılar nallarını yontmalı toprağın

***
MİZAÇ

evlenin gardaşlar
resul bize kötü olsa der mi
etmeyin gardaşlar
bak ben evlendim çoğaldım
yüzüme can geldi gönlüme sürûr
evlenin gardaşlar bak ben evlendim
saadettir evlilik huzurda tad
ne ben gördüm bunu bekarken ne başka bekarlar
bereket vardır evlilikte bereketlenin
‘evlenmeyipte rızkını temin edebilene şaşarım’
diyen Hz.Ömeri mahcup etmeyin

evlenin gardaşlar
bak ben evlendim biraz da olsa kendimi belledim
erkeğin er kadının naz makamıdır evlilik
halden hale girdim kırk meslek edindim
çoğunu tattım eve ekmek kapmanın
nasip oldu olmadı o ayrı
aç kalmadım ama hiç
bereketlendim bereketlendim adamlık geldi sözüme
coştum uyandım

evlenin gardaşlar bu bir rüya değil
rüyadan uyanma bize
eşkali bozuk
façası kesik
gönlü tuhaf kızlardan korur nefsinizi
açın kalbinizi erenler
peygamber sünnetini alın içeri


***

AÇ KARNINA

öyleyse baharın gözle görülür yanına
bağrıma ve idam sehpalarına
baş ucu kitaplarının
şol hatıralarıyla eşyaya
merhaba

merhaba bok böceklerine
alın karıştırıp kaş göz oynatan
yoğurtları ekşileyip

burada öğrendiklerim unutturdu seni
kabahatim yok
seni çağırdım bir ömür alnıma
kor kalbim buna yetmedi



***
KIRBAÇ

biz yüreği kanayanlar
kanayarak yaşayıp ölecek olanlar
sezarı hiç selamlamadık
pariste büyülenip lüks sofralarda belenmedik
aşka düştük
yer de yetmedi gök de feryadımıza

atları nehire tuttuk
ardımızdan yürüdüler

kaleme düştük
kainat da yetmedi cesedimize
yazı yazımız şiir alnımız oldu



***
giderlerin mamüllere yüklenmesi


/hikayemin özeti/




ben önüme gelene verdim
parayı değil de sırrımı verdim

ben önüme gelene verdim
sevgimi değil de aşkımı verdim

ben önüme gelene verdim
zamanı değil de hakkımı verdim

ben önüme gelene verdim
kardeşliği değil de ruhumu verdim

ben önüme gelene verdim
açlığı değil de ömrümü verdim

ben önüme gelene verdim
doğruya değil de dürüste verdim

ben önüme gelene verdim
dostluğu değil de canımı verdim

ben önüme gelene verdim
kaderi değil de yolumu verdim

ben önüme gelene verdim
gözümü değil de hepsini verdim

ben önüme gelene verdim
kahrını değil de lûtfunu verdim

ben önüme gelene verdim
astarı değil de yorganı verdim

ben önüme gelene verdim
kahveyi değil de kırk yılı verdim

ben önüme gelene verdim
cevheri değil de arazı verdim

ben önüme gelene verdim
vaktimi değil de halimi verdim

ben önüme gelene verdim
imanı değil de dinimi verdim

ben önüme gelene verdim
sırrımı değil de kendimi verdim

ben önüme gelene verdim
benliği değil de birliği verdim

ben önüme gelene verdim
kibiri değil de engini verdim

ben önüme gelene verdim
uçkuru değil de gönlümü verdim

ben önüme gelene verdim
sözleri değil de cümlemi verdim

ben önüme gelene verdim
yüz yılı değil de asrımı verdim

ben önüme gelene verdim
büyüleri değil de gerçeği verdim

ben önüme gelene verdim
taşları değil de harcımı verdim

ben önüme gelene verdim
tarlayı değil de kazancı verdim

ben önüme gelene verdim
utmayı değil de kumarı verdim

ben önüme gelene verdim
raundu değil de tüm maçı verdim

ben önüme gelene verdim
eşyayı değil de fikrimi verdim

ben önüme gelene verdim
şahsiyet değil de itibar verdim

ben önüme gelene verdim
sağlığı değil de sporu verdim

ben önüme gelene verdim
rengimi değil de bahtımı verdim

ben önüme gelene verdim
şöhreti değil de saygınlık verdim

ben önüme gelene verdim
boş lafı değil de şiiri verdim

ben önüme gelene verdim
bilgiyi değil de ilmimi verdim

ben önüme gelene verdim
hurdayı değil de altını verdim

ben önüme gelene verdim
taş kalbi değil de göz yaşı verdim

ben önüme gelene verdim
hileyi değil de erdemi verdim

ben önüme gelene verdim
ruhsatı değil de tenbihi verdim

ben önüme gelene verdim
tahtımı değil de tacımı verdim

ben önüme gelene verdim
uçmayı değil de kanadı verdim

ben önüme gelene verdim
gırtlağı değil de kellemi verdim

ben önüme gelene verdim
kendimden değil de hep O’nu verdim

ben önüme gelene verdim
rüyamı değil de uykumu verdim

ben önüme gelene verdim
pahayı değil de hakkını verdim

ben önüme gelene verdim
sevgiyi değil de aşkımı verdim

ben önüme gelene verdim
kimse inanamadı
***
ben önüme gelene verdim
parayı kapınca kaçmayı verdim

ben önüme gelene verdim
eğlenilince bendini verdim

ben önüme gelene verdim
ardımdan gelen el bildi


***
TUZAK


bütün ideolojilere tuzak kurdum
saatimi yeniden ayarlıyorum
tutarsa değil bu bin yıllık bir yatırım
herkes var işin içinde kafamda örgütledim
yaşlılar genç
gençler ihtiyâr olacak
bu yatırım âbad edecek papatya çağını

bizi hafife almaman gerektiğini belirtmiş olmalıyım daha evvel
yabancı
ben siyaseti de bilirim lakin ahlaksız değilim
şartlar yoluna koyar senin gibi olmadan da yürürüm
tuzak kurdum dört yanda bütününe ideolojilerin
Sultan Süleyman inanamamıştı bunu karıncaların yaptığına
devesi böğürürken çukurda fal taşı gibiydi gözleri ama
uzağa el sallamalısın yakından bakınca göremezsin
bu sefer sana söz yok mecliste sen de yabancısın
beni kır dök örsele
dostlarıma dokunursan sefil olursun


***

ÖRDEK YÜRÜYÜŞLÜ ADAM

bu kan ter içinde kalışımın sebebi biraz da bu
gevşek ve bir hoş bir içecek
içecek dedimse siz yine de bunu bildiğiniz gibi anlayın
bir hoş deyince de maraşta biz bozulmuşluğu kast ederiz

yani biraz şöyle
hani ne söylediğinin farkında olmayan adamlar var ya
sıkıştırınca cıvıyan
işte odur içecek bal şerbeti halt etmiş
gevşek ve limonumsu yani
yani bayağı sulandırılmış

gelin öyleyse şarabı tutalım
koç gibi sözünün eri
halledemezse özür bildiren sert adamları yani
şarap dedimse yine yanlış anlamayın
tasavvuf okumadınızsa
bu sizin ayıbınız şiire bulaşmayın
not :
yazamadığımdan değil kırmak istemediğimden hasan abi
bu sıra gerginim biraz



***
MIZRAK

gel artık
ayaklarıma diken battı gel çıkar
yağmura şerh düşüyorsun alnında bulut
gel de cevizlere kına yakalım özletme bu kadar

gel artık
bebelerimiz kundak yerine memur hesaplamalarında
değişik çantalarda hatta
anneleri çok gaddar bu devrin
cehennemde cellat avutmadasın sen
gel de minare dikelim kubbeli dört duvarlara

gel artık
bizi çarmıha gerdi kendi evlatlarımız
acıdan deliye döndük gözlerimiz bağlı bu sefer
gel de davul çalalım düğünlerimizde yine
sen deften say izlemesen de

bu görünmez yaranın ter damlaması
kalp ağrılarına ritim sancısı bu
anladım eşyaya bu kadar bakmanı
yorulduğum yer işte burası
gel artık
bir dünya macerası bu
bir dünya sonrası mecmuası ya da

senin gelişine bir gazel denemesi değil
aksine senin gelişine gelinilmesi bu
gel artık ben gelmişken
artık
sen de gel lütfen




***
MUKABELE YA DA MUKADDİMENİN ÖN SÖZÜ  
YA DA DELİ TÜTÜN HİTABINA SEVİNİ


/enver çapar’a/


işte tam da orada aldandım enver abi
rüzgarın savurduğu mor belik yok etti tasımı
aldandım
her mor zülüf
her zülüf belik oldu yolumda

tütün kağıtları sardı yerime belini yarin
yandım
tütün oldum kağıt oldum
yandım
şükür kül oldum enver abi tahtında

bilerek çıkmadım bu yollar yarin yolu
zülfüne takılıp aldandım ardında
yare aldandım
iyi ki aldandım
türküler su oldu azık oldu

              ‘İnsan dumansız ah çeker
            Taze yaraya acı tütünler eker
            Yar gelmese de gül yollarda biter’

güle tutundum ben de enver abi
şiir diyorsun nal sesleridir
haklısın
bağrımda binlercesi tepiniyor atların her gece
benim de rüyalarım var düş yakası rüyaları
karışmasam da dünyaya
dünya bana karışıyor enver abi
 hatta sataşıyor her fırsatta

abi bir de
uçurumlar çağından geçtiğimi söylüyorsun

            ‘beni çağıran uçurum oldu sevdan kaçmam’

uçurumlu yollara revanız ezelden
çağlar açıp kapatsa da sesimiz
geçse de uçurumları yaralı kalbimiz kanatsız
geçmez bizden uçurum
biz dibine kadar düşeriz
bilsek de düşer
bilmesek de kalkarız yeniden
bedenimiz tiryakidir
uçurumu en güzel biz düşeriz

sahi abi
bana uçmayı göstersene düşmezdim bir daha
bunca örselenişimi görmezden gelmedin madem



***
DUYUŞ
  /gün sazak göktürk’e/

öyleyse ölelim çekilip köşelerimize
şairler yalnız ölür bilirsin
hadi şurdan bir beş dakka öleyim
ölüverip geleyim de hatıralar yaşasın
üstü açık sokaklarda
yalınayak ve yalnız

pilav üstü döner gibi oldu

ölüm her kula
hatta her canlıya yakışır
dirilen her devir gelinliğiyle ölür dirilir gibi
ya da ölür gibi dirilir âfâka
sabretmelisin şair
sabır büyük ölümlerin başıdır

kimine göre ölünce başlar macera
kimi başlamadan ölür icraata dirilerek ateşler tabancasını
biraz da ölmene bağlı tabi ama
bana sorarsan
ölen de ölünen de
dirilen de öldüren de bir başkası değil
bu başka bir şey
dirilirken ölen
ölürken dirilen de

neticede ölmek gerek tabi ama
ölerek değil dirilerek ölmek gerek

ha daha iyi ölebilecek olanlar da olmalı
bence civara bir daha bakmalısın



***
tahta
          /mustafa alper taş’a/



bir eseri ancak bir şiir tarif eder belki diye
sapladım böğrüme kalemi canım yanmadı
hal kalmadı bu esere değince canım 
can kalmadı yanacak zaten yanmış

geceye at süren şair
senin ervahında gamzelerimin izleri
kapımda dikiş tutmaz teraziler
yalvarış
yalvarış
biz yakarış diyoruz hasan ağabeyle haberin olsun
son zamanlarda bu zamanların
temas ettiğim en yüksek eser
görüyorum bağrını bağını şair
eserinde kurtuluşunun ayak izlerini
seni görüyorum duyuyorum yani
yani
yalnız değilsin şair


***
sairin şiiri


ve şairler tırnağıyla kanatır geceyi
çay içtikleri
günah işledikleri

ölüp ölüp dirilenlerin mağarasında
yosun tutmaz gaz ocaklarını
eller aydınlığa tırmanır eceli
parmak uçları kanayarak yırtılır gece göz önünde

sonra güneş doğar ülkemin ütopyaları arasından
ve şairler
sıradan insanlar gibi karışır işe giden kalabalığa
iyi bir şiir olsun ister geceye değsin kabahatleri

yenilgi
avuçlarında ırmaktır şimdi
ertesi gün yine gelir kavgaya
dün ki gece gibi
ve şairler tırnağıyla kanatır geceyi
çay içer gibi
günah işler gibi


***
geçir
benimki ideojik bir serüvendi
taki yoluma çıkana kadar sen
çırıl çıplak olduğumu anlayınca karşında
hiçbir deli gömleğine itibar etmez oldum memnunum
evet
cesurca söylüyorum deli gömleği
bütünü ideolojilerin
çoban aldatan

***

ardından nefes nefese kalbim

***

sen şimdi tam da ülkemin ortasında İstanbul’dasın
yamacında ben aç gözlerini
gördüğün görmediğin
bildiğin bilmediğin her şeyde ellerim acınım
sevincin olmak da var işin içinde görmedim sanma
aslında ideolojik bir serüvendi benimki
şimdi sen varsın
ben istanbulum
ve kollarımdasın



***
itiraf
baktım ki bahar gelmiş
açılmış çiçekler eşyayı manayı ve zikri
neyse ki şairim
yarin yarası baş tutmaz bende


sonra nemli gözlerin doldurur etrafı
üşürüm yanarım
sabrın mimarı şaşırır bana


üsküdar
hep o özlediğim şehir
seni ben onun yerine
onun gibi özlerim
hadi şurdan gidip iyi bir şiir yazayım
içimdeki seni acıtırım diye
yanamıyorum tadıyla madem
sen kalbim ol
kül olayım geriye kalanımla ben


***

UÇURUM
/gün sazak göktürk’e/

İçimdeki uçurum
kendisiyim uçurumun ta
şimdi çıktı cesedim içinden ormanların
uzun yokuşlar çıkıp inerek uzun ve ince
uçurum
içinde oynak mağaralar bir aşağı yukarıya dört nal
avunma ihtimalim yok
ama avutabilirim içinde uçurum olan sevdaları göğsümde
uçrum içinde
içinde uçurumun ince ve uzun


anlayacağını zannetmiyorum ham ve bayat zekaların
seni ey günün şairi gecenin dostu sazak
bir ben anlayınca yeterse sana
işte bizim hikayemiz dedim şiirine
biz anaların eteğinden dökülen ekmek ufağı gibi dökülürüz acıya
her günümüz şiirinden bir gün
uçurum içimizde uçurumlar
ve içindeyiz uçurumun
kelle koltukta acıya bel büker boyun bükmez gametimiz
suyu sert zehri şerbet hançerelerimizin
uçurum
her düşmede kanatlandırır alın yazımızı
şeytanlar yoldaşlık zannetmede ikmalimizi uçurum
barutu bitenin imdadı uçurum
ben seni böyle de severim



***
MAVİ SÜRME


artık unutmalıyım seni
böylesi daha iyi ikimiz içinde
unutup unutmalıyım unuttuğumu seni
kaşlarının karasını
kirpiğinin nemini
mor nanelerini bağlarını
yollarını güllerini
lalelerini papatyalarını
açtığın bıçak yaralarını
dermansız dertlerini hatta
unutmalıyım


sen de unutmalısın
gece yarılarında süzülüşlerimi
içeri dağlarına ırmak oluşlarımı
kuşlarına kanat
ağaçlarına yaprak oluşlarımı
unutmalısın gözlerimdeki umudu
unutmalıyız bütün olanları
sen beni
ben seni
biz bizi unutmalıyız
çekip sürmeleri zamana


***
sen / fazlı bayram

bu gün hiç aklıma gelmedin
dağlar geldi yollar geldi
sen gelmedin


bu gün hiç aklıma gelmedin
sabah geldi
öğlen geldi
sen gelmedin


gün batınca ama


aklım bile sendin

***
SENİN GÖZLERİN


senin gözlerine bakmak ne güzel
gözlerinden okumak ömrümün bütün baharlarını
ibadet
ak düşmüş saçlarında sabahı taramak
sen misillemesi olmayan gecenin merdivenindesin
daha da üstünde mecmualarda bel kemiği bu günün
seherde açılan perdelerindesin yarının


senin gözlerine bakmak ne güzel
bu öyle görmek yerine böyle görmek seni


inançlarımı bana bırak
ben öyle değil böyle inanmak istiyorum
umut ederek
hayal ederek yaşıyorum


senin gözlerinde görmek ne güzel eşyayı
manayı
ve fikri
en güzeli de senin gözlerinde
kendi gözlerimi seyretmek
beni gözlerinden
gözlerini benden bilmek


***
kalıp


bir dolu sunuldu sana
bana dağlara yollara


sen içtin
ben içtim
yol durdu
dağ kıvrıldı ışığa


bir selam geldi sana
bana ırmağa ormana


sen aldın
ben aldım
ırmak koştu
orman çağladı sabaha


bir haber geldi sana
bana taşa çiçeğe


sen duydun
ben duydum
taş uyudu
çiçek fışkırdı göklere


bir bahar geldi sana
bana toprağa zürafaya


sen doğdun
ben doğdum
toprak coştu
konuştu zürafa
saçlarım uzadı zamana




***
mor zar

kanın akmış caddelere
mos mor olmuş geçtiğin yollar
erimiş baş ucunda sevdaların
susamış cellatlar ikiye yarmış kalbini


göz yorgunluğum
sen
sabaha çıkaramadığım karanlığımsın


güz vurgunluğum
yapraklarında sarardığımsın
ağladığım
ağladığımsın her kasım ayında


bir bakışınla saçılır astarım
gömleksiz üryan çıkarım azar azar gider
azar azar gelirim sana hep sana
bu kumarı oynayan çıkmaz âlemde
haydi korkma at zarı
atsan da mor gelir o zar sayılar yetmez
atmasanda baştan sona mor zaten
at haydi ortasına bağrımın
ölmezsin

***
KALBİMDEKİ NOT



elinde olmadan gelirsen bir gün
ben gittiğindeki yerde değilim
sen gidince epey durdum
bekledim
bekledim
sonra
ben de gittim
güvenemeyince sana


hayır
gelirsen
boş çalma
diye
söylüyorum
maksadım üzmek değil seni






***
yağmurdan sonra




kırık dökük
bir odanın ortasında
ortasından böler gibi hayatı
senin ve kumdan döşeğinin dış cephesinden
ölçülü bir aşkla kipirdeterek gözlerimi
döner giderim
bu senin sokaklarının ortasında
sığındığım kapıları özlerim sonra
kimler kim bilir nice kimlikler edindi
bu terk edilmiş evlerde
şimdi kimler kovulup duruyor kim bilir kapılarından
soruyorum
kiralıksa kalbi mahallenin talibim
köküne yetmez gücüm
böyle terk edilmiş ve bom boşsa
kiralıksa bir de
bana ayarla
orada uzun uzun uğrarım kırık mavilerin atlasına
ihmal etmeden her cumaları
çarşambaları ziyan etmeden hamasete
yalnızlığa uğrarım
perşembe sabahlarına uğrarım
sana uğrarım
sen de gel
elinde olsa da elinde olmadan gel
iç gel
ne doldurulduysa kadehine




***
kuş çıkmayacak şapka


gölge düştü alnımızın aydınlığına hocam
bizi incittiler
bizim nesil bilmez şapka çevirmeyi arkaya
biz hiç mecbur edilmedik secdeye şapkayla varmaya
eski günlerdeki gibi memurlar gelir mi evlerimize hocam
şapka olmayan evlerde akıtırlar mı göz yaşlarını
şapkasız babaları asarlar mı yine hocam
yoksa ‘’gerisin geriye dönenlerden’’ mi olacağız
on beş yılın emeği bin yılın umudu ne olacak hocam
bize bu narayı atacak kimsede yok önümüze durup hocam
dansöz olduk taktik diye diye
sahtekar olduk taklit diye diye
riyakar olduk hakikat diye diye
sen de gelmezsen artık
herkes döner geldiği yere
kimi şaraba
kimi aşka
kimi arşa
kimi makama
kimi şöhrete
bizi dükkana getiren sensin hocam
sen olmazsan dükkan değil toplantı olur cumalarımız


***
DÜŞ YAKASI

o düştüğünde düşmüş
kalemim düşmüş
cadde kenarları
asfalt yol ortaları
bir de geride kalanlar


düşmüş meğer fark edememişim
tespih tanelerinin ortasından geçen esvaplar
eski sokakların çatısı yırtık evleri
ferhat’a yaptığım kalemlik hatta
düşmüş
o düştüğünde düşmüşüm ben de
serpilmiş sonra kainata zerrelerim
benliğim hayal
maceram düşmüş






***
SECAAT





Türk çocuğu dua ile doğar
Hamasetle büyür
Cesaretle yaşar
Şehadetle ölür


Yürü yorgun olsan da ardına bakma savaşçı
Yolların açılır toprağın yumuşar korkma savaşçı
Attığın adımlar bin yıllık yankıdır susma savaşçı
Dört kıta da yedi iklim de hasret sana savaşçı


Ardından bozlaklar yakılsa da yılma ha sağlam dur
Körpe körpe yavrulara kol kanat ol kıyam dur
Ninelere dedelere umutsun sen selam dur
Himmetinin pahasını savurma ha savaşçı


Yüzyıllardır adın şanın bilinir ha unutma
Aslın neslin yücedendir çoğalt gitsin kurutma
Mazlumlara ordu yetir adaletten şaşırma
Zengini de fakiri de ayrı tutma savaşçı


Unutma…
Türk çocuğu dua ile doğar
Hamasetle büyür
Cesaretle yaşar
Şehadetle ölür




***
DOKTORUMUN ŞİİRİ





/çok bekledim baştabibim gelmedi/
sancı
dünün bugünün yarının sancısı
bunca cömertliğine
varlık sancısı
kerpeten kulpunda çiçeklenen
yoz bakışlara sözüm yok
öteki ben değil de üzüm suyuna meylim
bendeki sen
doktor
sendeki ben hasta sadece
acılı doktor türküleri belli ki geride kaldı


****
gözlerinin içi gülüyordu
ta içinden gülüyordu gözleri
doktora değil de
bahçesine geldim güllerin
gördüğüm en güzel doktordu
iyileştim o gün
ağrımadı hiçbir yerim
verdiği ilaçları daha içmeden iyileştim
dimdik çıktım muayene odasından
şefkat dokunuşları içimde kıpır kıpır


***
hocamın ekmeği



kuru ekmek yiyoruz sanıyordum
dünyanın taamını yedirirmiş hocam
yokluğunda hiç doymadı aç karnımız
ne yesek doymadı
yediğimiz yemekten doyuyoruz sanıyordum
değilmiş
hocamın ekmeğiymiş karnımızı doyuran


cuma sonrası kutlu kapıda
dizilir erenler caddeye
arada kaynarız biz de
kimseye gelin sizde denmez
gelen gelir
gelmeyen özlenir


hocam da bu dem de gitti elazığa
acımızdan duvarları kemirdik
bekledik
bekledik öylece
günlerce
aylarca bekledik
geldi nihayet hocam
ekmeğimiz de geldi şükür
karnımız da doydu
gözümüz de
gönlümüz de doydu çok şükür



***
nâsırın düğünü



sâde ce düğündü
gösterişsiz israfsız
cangama yoktu
kimse kur’anı musikiye dönüştürüp
patlatmadı gırtlağını karşımızda
ayınlar yarılarak ikiye feryat etmedi
ilim ciklet değildi ağızlarda
bir stendapçı kapıp mikrofonu
ne kadar çok bildiğini çakmıyordu beynimize


zengin bir düğündü anlamca çok zengin
abartılmamış ikramlardan rahmet işliyordu cesetlerimize
ebubekir ordaydı
kızmıyordu ömer
az ve kararında hakkı haykıran defler
peygamberin müseade ettiği kadar ünledi
kimse incinmedi
kafası göçmedi kimsenin
bir zat : demekki kabede böyle oluyor düğünler dedi
sâde/ce düğündü
Müslüman düğünü
kâlû belâdan bir düğün




***


M. Raşit Küçükkürtül’ün Muharrem Cezbe Müstearıyla Neşrettiği


‘’OSMANLI TOKADINASIL ATILIR ’’ Adlı Eserine Dair



‘’Bıyığı yenice terlemiş toraşan delikanlılar, kuru kuruya hamâset yaparsanız, gönül incitir ve de pot kırıp çam devirirsiniz. …Be hey tembeller, insafa gelin, memleketin kütüphaneleri sizi bekleyor. Bırakın nevzuhur ‘’cafe’’lerde laf tokuşturmayı. Devletten, şundan bundan himmet beklemeyi terk edip milletiçün ilim ve irfan tarikini tutun. Yudumladığınız çayı, kütüphane ve cami etrafındaki çayhanelerde kıraat ettiğiniz eserlerin bahsiyle tatlandırın. … ‘’nasihatlarla dolu şahbaz ve didaktik bir zekanın ürünü olan eser, Mostar Yayınlarından çıkmış.


M. Raşit Küçükkürtül’ün kendi kişiliğinden, kimliğinden ve şahsiyyetinden soyutlanarak Muharrem Cezbe oluşundaki, iki yüz yıllık bir macera üzre, okuyucuyla birlikte yolculuk yapmadaki ustalık Maşallah dedirtiyor. Muhayyile de beslenip, ilim ve irfan ile şekillendirilerek, ironik ve tatlı bir üslupla ortaya konulan eser, çok mühim bazı meselelerimize mizahi bir yaklaşımla mercek tutuyor. Okuyucuyu, zaman zaman kulağının dibine attığı fiskeyle ayıltırken, zaman zaman da hak edenlere şaklattığı Osmanlı Tokadıyla, okuyucunun yüreğini soğutuyor.


Şizofrenlikle soyutlanma arasındaki inceliği iyi bilen muharrir, meseleleri karikatürize etmedeki ustalığıyla da bambaşka bir eser ortaya koymuş. Yaklaşık iki yüz yaşındaki bir bilgenin tecrübesi eserin her satırına yayılmış. Üstad Muharrem Cezbenin davranışlarındaki ve konuşmalarındaki Osmanlılığı kelime kelime terennüm ediyorsunuz. Hele de ‘’Muhterem Kâri’’ hitabı size beş bin yıllık bir geleneğin evladı olduğunuzu ve bunun sorumluluğunda ve şuurunda yaşamanız gerektiğini bir Osmanlı Tokadı şefkatiyle hatırlatıyor. Bu arada resmî ideolojinin tarih diye dayadığı bazı vakıaların gerçek yüzüne küçük kapılar aralayan eserde, edebiyatımızdan bazı simaların denîliklerini de apaçık görüyorsunuz.


Kâdim Türkçenin gücü, meselelere ironik bakıştaki ustalık, olayları karikatürize edebilme yeteneği, kulağa küpe nasihatler, deyim ve tamlamaların yerli yerinde kullanılmasındaki ustalık, bazı milli problemlerimize çözüm önerileri, Müslüman Türk Kimliğimizi hatırlatma, uzun bir tarih aralığında okuyucuyu seyahat ettirme, eserin bazı özelliklerinden.


Zaman zaman ideolojik yaklaşımlara tesadüf etsek de eser, okuyucuya ilkeli ve şahsiyetli bir hayat yaşamayı teklif ve tavsiye ediyor.


Geç kalmadan bu eserle halleşin efendiler. Her yaş ve seviyenin istifade edeceği bir eser. Evet Osmanlı Tokadı böyle de atılır.




***
geceye dolunay ikramı

Fotoğraf: M. Çağrı GÖKTÜRK


ay dı
yüzü mü ay dı
ay yüzü müydü
biz bilmedik
ışığında ağırladı bizi
içimiz aydınlandı


hocam dı
ay mı hocam
hocam mı aydı
hüznünde ağırladı bizi
biz bilmedik


evinin üstünde toplandık
başının üstünde tuttu bizi
biz bilmedik
inciri yedik
üzümü hetifledik


Ahmet abi türkü çekiyordu kalemine
Ali hocam hocam dı
hocam Ali hocam
her şey bir şey di
bir şey her şey
biz bilmedik


göl şahit
ağaçlar şahit
dağlar düldülden beri şahit
yavşan
başkonuş
bir de gönül dağı
hele de hasan ağabey
karadereden beri şahit tutuyordu çocukluğunu
biz bilmedik
hocama misafirdik
serhoştuk hiç ayılmadık


***
KIRAAT


dündü
gölgendi yapraklar
sana mendil sallamak kaldı
halay başlarında
şaşı bakmak kaldı
kaldırım kenarlarından


kaldı ki bu senin yanılmalarının
bedelini birlikte ödüyorduk
yaşıyorduk


yorgunduk dünyaya düşmüştü yolumuz


ağlamaklı olmak yerine burada
bizim sandık her şeyi
zaman aldı
anladık bizim değilmiş
olsun
havamız yeter




***
hayatı televizyondan öğreniyoruz



önce giyinir olduk filmlerdeki
kahramanlar gibi
çatalı sol elle tutmayı öğrendik
mübarek sofralarımızda
sandalyeyle oturduk bu başkalarının görgüsüydü
gördük
kendi görgümüz oldu
olanlar oldu kul olduk televizyona


sonra makyaj malzemeleri ve parfümler gördük reklamlarda
vücudumuzun en mahrem yerleri ekran kokar oldu
kokusu hiç gelmedi ama bize
biz kokuları tilki gibi alır olduk
piazzalara attık kendimizi
oysa lağım karışmışsa derede çimmezdik eskiden


nasıl kıvırtacağımızı
düğünlerde kıçlarımızı nasıl sallayacağımızı da öğrendik
yetmedi bir kıza nasıl asılacağımızı
nakışlı pervazlı pencerelerden ünümüze
mendiller düşmez oldu bu yüzden


nasıl el sallayacağımızı bile öğretti bize
yar gurbete giderken
oysa biz ölüme bile
sular dökülerek uğurlanırdık ardımızdan


sonra hırsızlıklar öğretti bize
çeşit çeşit en organizesinden
biz ekmek bile çalmaz aç yatardık


suç işlemelerimiz bile değişti
yüz elli çeşidini öğrettin cinayetin
tecavüzler adam kaçırmalar
falanlar filanlar
tam istediğin gibi her şey


aslında bunların önemi yok bir şekilde
idare ederiz de televizyonabi en kötüsü sen
hurafeden dinler öğrettin bize
hocaları şarlatana
aydınları stendapçıya dönderdin


erkek gibi gülmeler
kız gibi yürümeler girdi hayata
erkek kıza kız erkeğe benzedi
sayende öğrendik hayatı ama
gavur müslümandan
müslüman gavurdan ayrılmaz oldu


şimdi hayatımız allak bullak sayende
olsun biz böyle memnunuz ama
yoksa her gün en az dört saat
huşu içinde mallaşırmıyız karşında








***
karettanın ağıdı




yüz yıldır bu okyanusta kabuk büyüttüm
dehlizlerinde gecesinde gündüzünde
bir kabuk vardı sırtımda gezdirir
gezdirirdim
saklayıp yırtıcılardan
tenhada güneşlenirdim
arada sürüp mercanlara parlatır cilalardım
sonra son buldu maceram
ve ben öldüm
kıyıya vurdu cesedim
sevindim
sevindim
bir güzele tarak olacaktı şimdi kabuğum
aşığın aşk ile sunduğu sevgiliye sunduğu
sonra baş tacı belki bin yıl
baş tacı sevgilinin
tarayıp saçlarını bir bukleyle örtecekti saçının kıyısında
sonra armağan torunlarına
armağan armağan
torundan toruna


kısmet değilmiş tespih oldum dervişe
her seferinde ardına atar beni bu şimdi dünya gibi
dervişin malı olmaz bilirim
muhtemelen kaybolur giderim






***
strest çarkı

/oğluma/

I.
üç çarpı bir beş etti
kendi gözümle gördüm
bir anne
üç çocuk ikisi kız
bir de ben
beş kişi çağın rüzgarına kıyam duruyoruz
bir birimize hediyeler alıyoruz bazıları sembolik
bazıları ironik
bazıları maksatlı
ateş yakıp ısınıyoruz
dağlardan kayıp
ayna tutuyoruz güneşe
yansımalar sosyolojik arıza


üç çarpı bir beş etti
hepsini öpüyorum her sabah akşam
böyle kafa tutuyorum
peşin kabulleriniz sizin olsun
ye iç yat inan
gelmiyor işime


II.
çevir çevir
çevir
hevesin geçsin ede
sonra geleceksin nasılsa tespihe




III.
aldım vallaha
ne yalan söleyeyim
hem de iki tane
birini oğluma kızıma diğerini
nasıl olsa alacaktım
mecbur alacaktım
elde edilmeden reddedilemezdi çünkü
çağın kanseri bu modernizmin el endezesi
tez dedim alıvereyim de
hevesleri geçsin çocukların
şükür geçti
ellerinde benim tespihler var şimdi
kötüsünden almıştım zaten
on dört liralık zararla çözdük işi
işe bak reddettiklerimiz de düşmüyor yakamızdan
koparmadan bir şeyler alın yazımızdan








***
İLTİFAT

/hasan ejderha'ya/




densizim
cahilim hem edepsizim


kollarımda çok adam bayıldı
bazıları altına kaçırdı zihnimde
çok direksiyon salladım bu yolda abi


hepsi takma diş çıktı
ağzımdakilerin
fayda yok
sıcak olsa da ekmeğim
ben gene soğutup yemeliyim
yoksa dişlerim
takma dişlerim ekmeğimi
öğütürler ellemeden ben
sövüyorum ben de her fırsatta
olur olmaza değil hak edenlere
söylediklerini unutan et kemiklerine


dişlerim aç köpek sürüsü
kendim taktım elimle hepsini
arı kovanı takma
hem edepsiz
hem cahilim
densizim en önemlisi
kaçırma gözlerini




***
sundurma







/ ahmet doğan ilbey’e/


ahmetabi mızrabı içeri değil
dışarı atacağız bu gece
erenlik dozu düşük
alplık dozu yüksek Türküler
çalacağız
medeniyet coğrafyamızdan


ülkendeki kuşlara haber salacağız
künde künde vuracağız boynuna
gaiblerden gelen sesin
Celal Oğlanın acısına değil de
Drama mapusundaki Hasanın
trajedisine yanacağız
ağlayacak
ağlayacağız iç gözümüzle


vecd fazlası olursa korkma
tutar çıkarırım hafif meşrep bir Türküyle
itidal tavsiye etmek değil
seni itidale çekmek bunun adı
dalgalı deniz gibi abi
sonra bin miligram daha


Ziyaya ağlamayacağız bu gece abi
efelerle zikredeceğiz
araya girenlere abi
kol kanat gereceğiz
öfkelenmek yok abi
herkes Türk’ü dinlemeyi bilecek
diye bir şey yok
kafasını koparırız bu sefer
dinlemezlerse Türk’ü dinlemesinler bakalım


bu şehir Cuma günü yazıldı sana
bana Cuma günü açıldı kapılarını
saçıldı defterler ortaya yine
her Cuma böyle değil mi
işimize de böyle gelmez mi zaten
yakalım mı ezberleri ne dersin
bu gece dinamitler senden
kor ateşler benden
nihilizm de kapıya geldi madem
bir ıbrık Türkü daha akıtalım kalplere


haftayı temize çektik yine abi
maişet savaşımızdan geriye bu gece kaldı
aldı sel oldu sel aldı
ateş çemberlerimizi
gece sana
gündüz bana kaldı
bakalım senin yolundan çekilenler
benim yolumdan da çekilecekler mi
kahinler mısralarıma sövecekler mi


neyse gene de birkaç mızrap da
içeri atalım
sen seversin Sivası
Sivastan Memduh Hocamı
Muhsin Başkana sayarsın
İdeolojiler de bitti be abi
ne dersin
gel biz de bir umre yapalım
inad etme bu daha iyi
alsan da iyi kırmızı gülü satsan da
tartsan belki yetmez bizim okka
ehli
gülü ancak gülle tartabilmiş
gülü güle tutmuş
ne yapsa güle bakmış
kırmızı güle sormuş her işi
gönül aynasını gülle parlatmış


burada kesmek zorundayım abi
girenler oldu araya
hani bir Türkü mırıldanmaya başlarsın da
yanındaki hemen daha yüksek bir sesle
başka bir şarkı söyler ya
arkadaşların da
bir şeyler yazacağı tuttu abi
Allahtan bu gdhen var da abi
Allah var iyi çocuklar
ağızları da cıvık iyi ki
yoksa
kim sızdıracak abi sana aleyhi


bu Cuma da doldu vaktimiz abi
senin daha iki saatin var
benim ki buraya kadar


kaşlarımız çatıldı bak
mızrabı dışarı vurunca
Türk’ü
zorla dinletiriz demiştim abi yeter sesimiz
bin yıl daha söyleriz
bak hepsi nasıl dinledi
bana müseade
geceniz hayrolsun






***


BEŞİNCİ SES




sessizlik
sensizlik değil ama
gök gibi
apaçık…


***
tuhaf astar (ters ve tuhaf şiir)


bin yıl daha beklerim
kan kokun etrafı sardı bu senin ayak seslerin
geliyorsun eserim artışına
kahinler bilmez bana sor
tam da hasretim ayılmalara


öykülerde sabahlamışsın belli
demir kollu yaylı göl başı kanatlıları
cuma rüzgarı deseni dizelerin
cefası bir ömür omuzların
atlı karınca kumbarası
menekşelerin hasta
okunmamış bir dolu kitap
klanlar duymasın arındığını akrebin
bin yıl daha beklerim desemde inanma
ben beklesem sen dayanamazsın
ezbere bekliyorum
ezbere gülüyor
ezbere üşüyorum
bilmesem geleceğini
kendi öz ellerimle binerim atına
cana minnet


***
KABAK TADI






kapım hep açık


çık gel çekinme
ama ben
gelemem bağlıdır ayağım cesaretimi böyle sınama
sen gel el gülsün elleme sen de gül gel de
ben de güleyim gülsün bize el de gülsün elleme


çay geldi kalbim
geldi gözlerin sen geldin
ben güldüm
el gülse de gül sen de
geldi çay iç bir yudum al sen de


bak ……
bu iki kişilik bir menkıbe
bir sana bir bana
öyle gizli gizli baktığını görmüyorum zannetme
ben de bakıyorum bunu bilsen de bilmesen de
üzsem de ben zinhar üzülme gül yine örselenme


korku ve endişenin esir aldığı toplumlarda
gayet normal bu durum
güncelin siyaseti
reel politik bir de
bunlar değil de asıl mesele
aydını ideolojide
akademisyeni siyasette görünce …


sen bu tarafına bakma gene de
bir su kenarında oturalım biz
el ele göz göze diz dize
ben de güleyim sen de gül gülsün bize eller de








***
DÖRDÜNCÜ SES



seni anlatmak zordu


şiiri seçtim
kırmızı ve yeşilin körüyüm
renk körüyüm
tıp böyle diyor
aslında görebiliyorum her rengi
beyaz en sevdiğim
seninki mor biliyorum
yanılıyor olabilirim
olabilir sorun değil


seni anlamak zordu
müziği seçtim
şimdi her sesin sen olduğunu görüyorum
evet görüyorum
her duyduğum sestesin sesin ne güzel
sessizlikse en güzel besten
seni her sesten tenzih ederim
her sessizlikten tenzih ederim seni
bana yolumu göster
senin sevdiğin
istediğin yolu göster
dikenli de olsa olur
senin dikenlerini gül diye saplarım kalbime


***
NALSIZ ATLAR





bir rüyada atlar etrafımı sarıyordu


cami önlerinde çoğul hegomonyalar
yelelerin ıhlamur kokusu
gözleri sevda çalıyordu


bütün yükünü ağıtların
sabahaca savuruyorlardı
toynaklarında geçmiş zaman izleri
seslerinde asırlık yankılar
sola dönünce yüz azdırıyorlardı
sağa dönünce iz
aşk kişniyordu haykırışları


her renktendiler
kırmızı sarı yeşil hatta
mor olanını hiç hayal etmemiştim ama
nalsızdılar
hiçbir ustaya uğramamıştı ayakları
ne hatırlarını soran vardı
ne tırnaklarını tımar eden
bir grup yularsız attılar.


sarmışlardı etrafımı
çömlekler havada
mazgallar manzara yanığı
mor bulutlardan çitlembikler
yağıyordu yelelerine
beyaz çitlembik
yeleleri ıhlamur kokuyordu


öyle hâmasî bir rüya değildi
kıtalar arası naralar yoktu
sakin, sade bir rüyaydı
heyecanlıydı ama atlar
nefes nefese mecnun rüyası soluyorlardı


bu öylesine bir rüya gibi görünüyordu
akşamı olmayan
sabaha doymayan bir rüya
sonra uyandım evet
her rüyadan uyandığım efkarla
ülkemde kara bulutlar
ülkemin ufukları kuşatma altında


Allah’tan atlar güzeldi
mor yeleli ukalaydı biraz ama
o da öyle güzeldi.


***
ÜÇÜNCÜ SES

illa bilmeli miyim seni
evet bilmeliyim




seni bidiğimi bilerek
ya da bilmeyerek


seni bilip bilmediğimi bilmek bana değil
sana gerek




benim meselem seni bellemek
evet öyle
başka meselem yok


***
CİRİT



/memduh atalay’a/


özgür dünlerden
hür yarınlara taşınacak
gençliğimiz sırtında şair
karanlık kör kuyulara atılmış gönüller
aydınlık düzlüklere kavuşacak ellerinde
ellerin Ergenekon destanı


sesini iyi akord etmelisin
her vuruşunda külüngü kalplere
menkıbeler
sonra her kulun
kendi menkıbesi


***
İKİNCİ SES


ses demir
kalp demir
aşk demir sen merhametin
ta kendisi
seni insanların tanrı edindiklerinden de ayıran bu
sen merhametsin merhametin ta kendisi
para gaddar
makam acımasız
kadın âfet
şöhret kirli


bir taayyün önce hiç idim âlemi bilmez idim
bir tenezzül sonra âlem oldum
âlem ben oldu bende doğdu
seni taşır sana taşınır oldum
tut alnımdan iki elinle tut bırakma
ister kıldan ince olsun
ister kılıçtan keskin farketmez
bin yıl da fazladan yürürüm yeter ki vardığım ol
sana gelemezsem o kötü
yardımın gerek


bu sesler bu alın yazısı sesleri
bu duyduğum duymadığım besteler
akıl
kalp
ruh
bildiğim bilmediğim her ses
şarkını söyler elleme
seni söyler sana söyler sen beğensen yeter
sana âşık olmak eşya kârı
aşk olup yok olmak insana düşer yol göster


bu sesler bu ikinci ses
adını söyler
adın ki sığmaz üç boyuta
adın ki en ağır hediye dağ kaçar taş korkar
şımarıklığıma say ben taşırım zayıfım evet
ben gayret edeyim
sen yardım et
hele ki merhametin olmasa
bu ne cüret evet öyle
bu bir seni anlama cüreti hoş gör


adın ki kalbimde çıkar açığa
adına mihmandar olmak kalbime düşer
tut kalbimi bırakma
merhamet sana düşer


***
güz yorgunu



güz yorar beni
söz yorar
erken dönem yırtıcıların çağdaşlıkları
orta çağ masalları bir de çıkmazların
yorar beni
güz yorar
gündüz yorar beni


sonra sen gelirsin ılık bir bahar gibi
hararetim diner
bu sefer aşk yorar beni


sonrası zaten kış


***
GDH ŞİİRİ


geçer sanıyordum
bu böyle büyürmüş her geçen gün
21:47
çay tütün ve aşk
aşk sihirli bir iksir
adamı dinamik tutar
yar bana bir eğlence
yara bir eğlence ben
aşk susar
duvar konuşur
evet konuşur duvar
ve savrulur saçları yarin rüyada
işte budur bundan gayrısı
muhayile


sabret
alidost yaktı bu ateşi
ve ateş
alın teri yalnızlığı


***
alidost ateşiyle yanıp
şiir yazar
bir de deli gibi söverim


Delimurat gibi çeker tespihi
Ferhat gibi yanar
Mehmet gibi okurum
Hacahmet gibi çay içer
Bekir gibi bakar
Süleyman gibi sinirlenir
Akif olur akarım caddelerinize lan
Ufukta bulunca yâri yer gök titrer
Metinle çıkarız gurbetten
Ahmetle süreriz demir atları ard arda geceye
Davuda selam veririz yollarda
ehliyet ruhsat lütfen
tanımadın mı bizi ede


sonra mutedil bir sima
semerkant sürmelisi Raşit
alır bizi rüyadan
geceyi gündüz gibi yor
hayrola erenler


ve ateş
alın teri yalnızlığı
alidost yaktı
suçum yok benim


***
birinci ses


çağlar ötesinden sesleniyorum sana
bu bildiğin isyanlardan değil
bu bir isyan da değil aslında
serzeniş hiç değil
yakarış belki
belki yalvarış


dört kıta yedi iklim haykırıyor adını
gördüğüm göremediğim her şeyde resmin
ya ses ver sesime kırılsın aynalar
ya çağrıma kulak ver al ellerimi


daha bir bağırıyorum şimdi elaya çaldı gözlerim
iç sesim henüz la’yı geçemedi inâyet et
açılın perdeler
daha bir beterim
yandığım sensin
geldiğim sen
gittiğim senin sesin
gurbet gurbet çoğalarak düştüm haritalarına
asırlarına
satırlarına
gecelerine sığmaz oldu kalbim
serseri bir kilimim
desen desen özlemlerinim
her renkte bir âlem eşkâllerinim
mor deme sakın
bak onu
ezbere bilirim


***
fıstık ağacı





adam ya şalvarı yitirmiş


ya kolundaki kartalı
bulduğu aşk değil belli ki
zira aşk yakar
gök çöker
yer kalkardı bulsaydı
aşkın kendisi olurdu bulsaydı adam
aşk olurdu
toz olurdu
yok olurdu
olmadı


adamın asabı oldukça bozuk olmalı
yalancılardan
sahtekarlardan
hokkabazlardan
en çok da
ağzından çıkanları ..çından çıkanla karıştıranlardan
çok çekmiş belli ki


adamın kaşları yerden yukarda duruyor
ya kınında kılıcı yok
ya baş kumandanı ordusunun
zira narası yarardı geceyi
adam durmalı oysa
her daim durulurken durduğuna
kıyam durmalı


adam yorum yapmaz oldu artık
ya hiçbir şey bilmiyor
ya anladı hakikati
ya da bildikleri yetmiyor yanıldıklarına


durma sen al voltanı yabancı
adamın gözü başka şeyde bu sefer








***
SIĞINAK





kızımı banyo yaptırıyorum


saçlarını kuruttuktan sonra
koşuyor odada bir oraya bir buraya
babacım saçlarım uçuyooo
diyor sonra getirip koklatıyor bana
mis gibi oldum değil mi baba
diyor bu sefer
mis gibi kokuyor saçların desene baba!
evet kızım tamam
mis gibi kokuyor saçların


sonra geceyi bekliyorum
gece
ağlayan erkeklerin de sığınağı
bu gece de baskın var demek oluyor bu
kızım
ne kadar babasız kız çocuğu varsa
yığacak kapıma demek oluyor bu




***
ŞİMDİKİ ZAMAN KANAMALARI



yanlış anlama aşkın ta kendisi bu benimkisi
renk değiştirdim çarmıha çıkarken çünkü
cennet bakan gözlerde sevdayı ararken
sen kokulu çöl kartalı getirdi ellerinden
ellerin değdi


sen çakıl toplardın o sıra
benine ateş sarardı ta benin
seni çok övdüm kirli ağızlarımla ağrılarımla
sevdaya çağırdım kaç kere
gelmedin
ten değiştirdim toprağa sıçrarken


‘’at değiştirdim dere geçerken’’
gözlerin değişse ne ki
görmezden gelip yönünü dönsen ne ki
can değiştirdim dünyaya gelirken
alışkınım


çekiç çalardın örslere o sıra sen
altında ben çekicin
sırma saçlarını fırlatırdın geceye
okun ucunda bağrım
o sıra sen yirmili yaşlarda
güven tazelerdin güzelliğine
kırklı yaşlar başka


‘’günaydın çocuklar’’diyen öğretmene
çelme takardım
çocuktum daha
aleme bakıp bir daha bakıp bir daha bir daha
gül değiştirdim
şimdi kırmızıyı seçiyorum
aşk da kırmızıyı seçerdi
seçmiş


durup dururken ‘’neyin peşindesin’’ dedin
sen dedim
duydun
şimdi sorsan gene sen derim
hep sen
çocuk da değilim aklım yetiyor artık
sen derken titreyip kan değiştirdim
şimdi kırmızı
daha vakit varsa beklerim
amma gel dersen yüzüm karadır benim


keşke desen gel diye
usandım beklemekten
ya da sen gelsen keşke
seni bir kez görmüş olmak için yaşıyor olsam dahi
boşa yaşamış sayılmam
gördüm
buna değdi
hemde bin kere değdi




***
ÇANTA




yüzünü dönerken benden
yüzünü döndüğün yerde ellerim
kaçarken ellerimden kaçtığın benim
bu yerlerde kaçılır benden
bu yerlerde bana kaçılır
kaçan da kaçılan da bendir
bendedir
ne günah ararsan
bendedir


neyse mevzu bu değil
çanta mevzusu
çanta
çantalar
gençlerle rakamlar arasından
geçerek duman gibi
salvolar vurup modernizme
yani fermuar oluyoruz
sonra odalarına doluyoruz çantaların
bilmem kaç çanta olup sonra
hamalı oluyoruz çanta sahibinin
bilmem kaç çanta sonra
bir çanta


içinden ne çıkar sence
bence bir mecmua
bin yıllık bir mecmua belki


Ferhat’ın taşıma tarifine bir göz atalım:
“bak bu çanata şöyle taşınır abi;
al kolunun altına
el böyle bak
göğüste tutacaksın
karnını içerde tutacaksın
sorumluluklarını üstünden atıp
çıkmışlar gibi işin içinden
mağrur ve sahte…”
bence manyaklık
bu suniliğin bir üfürük ömrü var


ama bir olduğumuz çanta öyle değil
hakikat var içinde
asalet sızıyor tahtalara
kalburlar gem ısırıyor
etraf pür dikkat
şölen var bayramdan bu güne
avuçlarımız açıldı mavi renkli kan
sıra sende peşin para aldık bu işe
vermeliyiz kendimizi ömrümüz
uzun nasılsa
upuzun ömrümüz
ölüm yok nasılsa (!)
haşa, sümme haşa

***
SOFRA / Fazlı BAYRAM


denizlere yağmur gibi eller damlar geceden
topuz yapıp iklimleri bağla bu sefer saçlarınca
biz harcandık kemiksiz etler misali
kuru bir havanda
sen bari sesimize gelen hurmalardan
kaç kurtul
öptüm o güzel gidişini ardından
bana masallar anlatan ayak izlerini de
bak buna aldırma
bir ilyada destanı değil bu bizimkisi


***
kuruldu şimdi sofradaki baş köşeye
ırmaklar gibi çağıldayan göz yaşları
aynı çığlık hep bir ağızdan bu sefer
baba diye biri vardı hanede
verdiler toprağa
rüzgar yılgını yüzlere yansıyan başka bu sefer


***
sana bir lale kopardım
yaban atlarının ensesinden
kopardım getiremedim


***
SIRÂT





/Vahdet Saygılı’ya yine/


babasız kız çocuğu nedir bilir misin abi
bir babasız kız çocuğu
çocuk
kız
babasız
babasız kız çocuğu
büyüyüp nasılsa meydana gelecek
dönüp arkasına avcılara sövecek


***
bir demlik çayım var
balkondayım
havalandırılmış bir tabaka tütün
tütünle birlik olup çay
biri yakarken biri söndürecek hüznümü
çay benzine dönüyor bazen ama
ama insaflı genelde
genelde söndürüyor yangını


***
ağlamak için şiire gerek var mı ki abi
sanırım ağlanabilir her şey yüzünden
her şey için ağlanabilir sanırım
ağlanabilir
ağlayalım şimdi biraz daha
hadi sinemaya gidelim gibi oldu
olsun
böyle karşı duralım nihilizme
ya da böyle katılalım
birer çizik de bizden olsun


şimdi dur bak kıt aklımla
ilk defa aşkı tarif etmeye cüret edeceğim
diyeceğim ki:
‘sevdiğin şey de yok olmanın adıdır aşk’
ne dersin diyeyim mi?
damdan düşer gibi
şimşek çakar gibi
gülesim geldi bak bu sefer
ney de yok olursan ol
aslında yok olduğun O değil mi
nasıl yok olunur ki öyleyse abi
varlık sancısı mı bu sence
yok olmadan nasıl var olunur ki
olunur mu?


***
sızım sızım sızlayan yaprakların damarlarına
damar damar sair abonelikler
yer kürenin etrafı tok göklere sümbül döşemeye
lüzum yok ağrılı acılık kar cellatlarının
merhametine
kan sunmaya
kızını toprağa gömmüş bir baba olacak
olmuş olacak bir tahammül
kimde var abi ama affoldu biliyorsun


kız çocukları babasız
kınalarını kime gösterecek arife günü
ya babalar
sakallarını kim silecek toprağa bulaşınca
kan durdu damarda
kalp söndü
babalar kimsesiz kaldı bu sefer

***
DARAĞACI

/vahdet saygılı’ya/


elli metre olurdu abi
şiirin
müsadeyi önce verseydin
güller açmadan koparılmadı ama abi
açtı
koparıldı
gazeteye bilerek sarıldı
ben kağıdı
sen güllere gibi


çözüldü sonra bağı dizlerimin
kalbin ve aklın secde edişini öğrendim senden
sınırlarımda çatlak


***
üç nefer bir siper
sipere giren kurtulacak
her halde üçümüz de
ölüm yazardık kendi ellerimizle bahtımıza


***
getirdiğin her mecmua bir alem abi
mezarlıklar hayat kusuyor
sen hemen de yeter diye
biri bit meden soruların
biri başlıyor


evet
tuz gölünün kıyısına
sürülmeden önce yürümüşüz
cam kırıklarının üstünde
yalın ayak
ve her ırmak bir yüzünü senin gözünden akıyor
öbür yüzünü benim kalbime


bu kalbi varya abi
günlük kesiyorum
baltayla tahrayla
gürzle eziyorum kimi zaman
sonra yıkayıp tuzlu suyla
aklın çukurlarına salıyorum
her çukur bir girdap
bu aralar motorda yok ki kafamın içinde
kaçalım dağlara atlayıp cümle başlarında


***


üç nefer bir mızrak
akıl ruh kalp ve mızrak
kapan kurtulacak
kesin bu sefer ölüm
saplardık bağrımıza üçümüzde


***
laleler gül açtı bu yıl deseler
nasıl diyecek mecalim yok
getir üç nüsha mazeret izni de
kâlû belâdan kalma
kehribar birer de tespih
rahat yürüyelim tuzlu yollarda
nasılsa kalbimizde kesik
ayaklarımız kan içinde olsa ne ki
yürürüz
yürümüyormuyuz


***
dördüncü denklem:
bu da eklem yerlerinde patlamaları aklın
her yolu deneyince sığınılan sundurma
müsadenle abi gideyim
belki yar beni bekler



***SEVİNEN CEHENNEM



kırk katıra da
kırk satıra da alışmıştım hangarlarda
kırdılar kalemimi durum ciddi bu sefer
bir celsede hal oldum çaldılar yere
ayın yüzü düştü çayıma kır kilidi
çekilmenin vaktidir göllerden
gölgelerden mevsim gibi sen gibi
ve çöllerden
yaz gibi
yar gibi
el gibi
iftiralar aldı başını kırdılar kalemimi


kadınlar ayyaş kocalarını saldılar nehre
gönüllerinde bir ömre bedel sevdalar
maymunlar ve çingeneler şehre yayıldı
yoğun günlerde çekilen kağnı süngerleri
ve kalem kırıldı
kan gibi saçıldı caddeye mürekkep


yalnızlık kuşanılası bir kılıç
asılı duvarda iki yanı keskin
gülce susup ölümce hecelenesi sualler
sabır taşı yerine tohum
sıçramış ezberden hallice saçılmış damlalar
kan damlaları ayran masalları
kırık bir boyunla dar ağacında sallanan
meczup bir ceset oldu mecmuam
şimdi sevin cehennem





***
DAĞLAMA



/h.ahmet eralpe/


cilalı taş yontma taş
bir de kuş devri olsun
kırlangıç mesela
ben pek sevmem ama
madem sen seviyorsun
olsun
sen sevdinmi dağları titretirsin
bir de kuş devri olsun
oldu
kırlangıç oldu


bu devirde
hani kuş devri demiştik
gözler şaşı bakarmış
şöhreti buldumu düzgün


bu devirde
kimseler aramazmış harmanda iğneyi
tarlalar üzgün
pınarlar turfanda


hadi konuşalım şurada bir
tütün içip sarılıp duralım
sarılıp sarılıp duralım
deli sansınlar
***
KOKU


/hasan özsoy’a/

bir parça bezle dağladın beni hasan
Medine kokulu
Medeniyet kokulu
bin yılımı dağladın bin yıllık kokuyla
hangi güllerden çağırdın
hangi gönülden
hangi hüzünden aldın bu bezi hasan


Medine’den Medeniyete
beşeriyetten âdemiyete
nasıl bir kokudur bu hasan bin bahar var içinde
daha kimler var içinde
kime gitti kimden geldi bu koku hasan
gafil avladın yaktın beni hasan


hasan:
bir yiğit
ismiyle müsemma
yüreği okyanuslara gark olmuş bir nefer
nur yüzlü bir ırmak
talebe-i sadık
ömrün bereketli
bahtın güzel olsun hasan




***
KAPANIK KONU

öyle işte
köpek gibi
kendi ayağımla geldiğime bakma
sen gelirsen kaçarım arkama bakmadan
elveda çağlara duvar ören
sır dolu kumbara
çaresi yok
kağıt
masal
böyle uzar bu böyle azar
bana bir borcun var vazgeçmem
cüzzam çağırıp saçlarının yorgunluğuna
yeşil kürk ezberlerine
çıkıp haykırmak neden
ciplerin lastiklerine
kapat konuyu
sıçratma aklımı
ve konu kapanmaz


ikinci kapanık konu


pırıl pırıl gözlerin
rüzgâr sonrası açılan gök gibi

***
MAĞARA TURLARI


içimdeki yalnızlığa doğru kaçıyorum
kır çiçeklerinden
senden bile


bile bile
kaçtığım
ayaklarım çeker beni dar yerlere
gönlüm sende


ne aşklar gördü dünya
benimki ne ki


olmuyor
mağara iyi kaçtığım
kendi yalnızlığıma ağıt


evet
ülkenden ne haber
yorgun musun
otuz yedisi kana bulandı fidanların
suluyordun sen onları akşam sabah
yansın
çimenler de yansın kül olsun bu gün
güller de


karşımda ilkbahara düşme sakın
mutlu bahtiyar
gülme
otuz yedisi toprak şimdi
hem de toprak için
celse dört karanlığı
bu kadar celse sonra yetiş
yetiş mağaramdaki zenginlik
kaçtığım senin yalnızlığın


tarla gibi sürdün hastaneleri
evlerde bomba
evlerde bir kara bulut
evler üst üste yan yana
Asr-ı Saadette tutulan saf evler
evler ne oldu
evlerde çocuklar
evlerde bahçe keserleri
birden gök çöktü
çamur içti eyvanlar eyvah
yetiş mağara
ne ölümler öldüm çöz ayaklarımdan
namert tüketti saf saf evlerimizi
uykum aramda
düşünürken çarptığım düşü
evlerimiz kuş tüyü evlerimiz
düştü kendi damından
gözüm hep yolda
ülkemin ayak sesleri


***
CENNET KOKULU KAMÇI

M.Akif ŞEN’e


çingene çocukları gibiyim yanında
yanlış anlaşılmasın memnunum bundan
uzuvlarım uçurtma uçurtma sonbahar açıyor
daha bir akıyorum içime gözlerine bakarken
bağrına basınca bağrımı sıkı sıkı sarınca her sabah
daha bir doğuyorum her dem yeniden doğar gibi
gökyüzü usandı elimden ama
olsun
dolunayın hoşuna gidiyor iltifat
bu gün bütün cesaretini toplayıp
baktı gözlerime ve bildiği ne varsa konuştu
bu dile yabancıyım
tevil et bunu Akif abi yoksa ne anlarım
köpürt köpürtebildiğin kadar
sonra bir satır su dök abi bağrıma


***
gel ey günah kamçısı şak diye şakı böğrümde
akşam oldu hesap zamanı nasılsa utuzdum yine
‘’her günümü yüz bin zarar yazmışlar’’ diyor
kızma zararım bir milyon diye


***
sıra ahenkli bir masala gelince
yatırıp başımı dizlerine bir demet
daha bir dönüyor içinde başımın dünya
çift silindirli motorun kendisi başım şimdi
bir tek
bir çift
pılım pım pılım pım pım pılım…


***
ben anadan doğma duçarım bu derde
yıllarca sürünen sürüm sürüm sürünen
her yapraktan tadım tadım tadan
tırtıl gibi
kozana geldim
sarmalamayacak mısın artık
ya bu dereye su çevir arınalım
ya da göz yaşlarımla yıkarım günahlarını


***
güneşi karartan bendim Akif abi
hem de gözlerinin içine baka baka
gündüzü yok eden benim
suları geceden akıtıp israf eden
biliyorsun artık
ben de biliyorum sende dermanım
yaralarıma merhem yerine tuz düştü bahtiyarım
yarim memnun
ben memnunum
herkes memnun abi
kiralık cennet var mı bildiğin
altından ırmaklar akmasa da olur
“öyle cennet mi olur yav!” deme
Tanrıyla arası iyi olan birini bul hele
torpil yapsın diye


sen ırmaklı istersin bilirim
ırmaklısı pahalı olur abi
bak gene oraya geldi mevzu gördün mü
hani şu benim kendi ellerimle
getirip getirip yoluma koyduğum
engelli koşu mu koşuyorsun birader deme
gücü yeten yetene nasılsa dünya burası
sahi nedir abi güç
göç göç olup dizilirken yollara
külüngü kayalara vururken Ferhat
çöllerde deli deli delirirken Mecnun
payımıza düşen
düşünce çılgınlığından
aylardan ve yıllardan beri
bir kör düğüm kör bıçakla kesilesi
ya bu düğüme bir pençe vur
ya da kor gözlerinle tutturduğun ağıdı ben ağlarım


***
şık şık şık şık
ve dillenir tespih
ve bir derviş meylettiği dünyalık yüzünden
cezalandırır kendi kendini
ceza mı evet
cesedine ceza
ruhuna yetmiş bin mavzer mermisi
sevinmedim diyemem namına
ama ciğerim yandı Akif abi.


***
NAFİLE RÜYA


siperden sipere koşan neferler gibiyim
macera üzre ten dolaşan kan
gittiğindeki gibi değil eşgalim
değişti her şey katmanların kırk kellesi
bin beş yüz oldu yaram
kollarım kerbela
ve ateş
sonbahara bakan ilk yüzü rüyanın


Afşin’deydik bu rüya bir bakıma
her cesede can verirken aldı içine ellerimi
saçlarının dünyaya aktığı yerde tam da burada
satırlar arası sırların sıradan durduğu sırada
kaş göz işaretiyle rastgele söverek


***
rüya değil gerçek
gerçek değil yüz bin çeşit göz
mutlaka sarısından ve ehven
zavallı ilkbahar köşeleri


bendeki sıra kimin narası
sendeki kutsal tütüne methiye
çünkü ölümlüyüm
cellat
bu düğünü
benimle bekler başımda




***
UYKU NEGROFİLİSİ

sabah erken kalkacağım uyuyabilirsem eğer
baskınına uğramazsa billur gözlerinin yattığım yer
bir ordu Hacahmet dayanmazsa
ortasında gecenin ah diye
ah bir ataş ver diye
verdiğim ataşla yangın çıkarsın diye
erken kalkacağım
seni görüp rüyamda uyanıp ortasında
ağlamazsam gecenin
kızım uyanıp
babasız kız çocuklarıyla gelmezse baş ucuma
babasız kız çocukları kimi alacak geceden
uyanamazsam onların ağıdına


erken uyu erken uyan dememişler mi
erken uyanacağım ben de uyuyabilirsem
geceye ince ince kokunu salmazsan
hüznünü yığmazsan getirip göğsümün üstüne
adımı fısıldamazsan kulağıma
getirmediğim mor ve beyaz çiçekleri
çivilemezsen tavana
erken uyuyacağım
uyanmak için erkenden


derken…
erken kalkmanın en iyi yolu
hiç uyumamak gibime geldi
zaten yarıdan fazlası gitti gecenin
bu sevinçle de uyunmazdı her halde
imreniyorum bazen Ahmet abinin dolmacılarına
onlar yatsıdan sonra uyurmuş
öyle der baba elit


sen gene de çekme billur gözlerini geceden
erken kalkmak mesele değil
hem hacahmet de gücenir telefonu duymazsam


***
RUHSUZ KURDELE
kurtlar ısırıyordu bir rüyada ruhumu
dağlar arşın arşın yükselirken
yerler fersah fersah uzaklaşıyordu boşluğa
mendil sallıyordum etrafımdaki yolculara
ağzımda kuduz salyaları sövüyordum


lokma lokma boğazımda inliyordu
akrebin bağdaş kurduğu saraylar
yüz bin asır sanki asker asker
süslüyordu perdeleri kaldır örtüyü


sıyrılıyordu uyuyan bir ordu sisten
masal kahramanları dev cüce ne varsa
şirin kalemlerde zambaklaşan korkular
göç ediyordu kerpiç evlerin damında
sırlar sarıyordu aydınlığın iç yüzünü


katil balyoz
ten değiştiren urgan
kan trenine biniyordu bulut ve dünya
düş yakamdan namert usandım elinden





***
BİZE NE OLDU?

bize ne oldu cesetlerimiz yağmur gibi yağar oldu göklerden
sokaklarımızda kan ve barut kokusu
babalar yolunu yitirdi dükkanlarının
bize ne oldu çocuklarımız donar oldu kamplarda


evlerimiz bomba bomba ayaz oldu bize ne oldu
pencerelerimize yusufçuklar yuva yapmaz
kapılarımızda balyoz sesi bize ne oldu
hangi milletteniz dinimiz kaç çeşit bize ne oldu


bu silah sesleri bu göz yaşları
savaş mı var hangi küffarı yok ettik
sancağın bir değil miydi bize ne oldu
parça parçayız komşular el oldu bize ne oldu
al yanaklı al yazmalı ay yıldız utanır oldu bize ne oldu


gün tutuldu göklerimiz kapkara
nasıl kapanacak kalplerimizdeki yara
bir doğum sancısı değilse yandık kül olduk
bize ne oldu baharımız güz gülümüz çemen gene




***
YANIK KOKUSU



1.
resim
Türklere sığınmak isteyenlerin tercümanı

odada yanık kokusu
geceye kalanlar gece kalanlar
yanı yönü yara yanalar
ve resim
Türklere sığınmak isteyenlerin tercümanı


2.
niye bu zorbalık erenler
ben de olsam Türklere sığınırdım Tanrıdan sonra
Türklük dediysek:
Bin yıllık misyondur kastımız
Bin yıllık misyonun adıdır Türklük


geceniz aydın olsun
kırlarınız mor lale


3.
iç ses
ve resim
ve insan
aramızda sen de varsın
sesin cızırtılı gelmiyor artık
geceye mum olup akmalı bugün
Muhsînî bir hüzünle coşmalı bu gün
bayramdan bayrama koşmalı bu gün
bakarsın öbür gün gelemem
kul olup sabaha çıkmalı bu gün


4.
her günaha yakınım senden ne haber
ipine sarıldım bırakma beni





***
SESLENDİRMELER



savurup saçlarını böyle deli deli küheylan gibi geçiyorsun ya
beton şehirler eşrafı gibi ardından bakakalıyorum ya ben de
sonra mavi gözlerini bayıltıp daldırıyorsun ya kalbime
monaterist bir ifadenin kahrıyla yanıyorum böyle olunca
bu işte bir incelik mi var sence


şu karşımda duran saklı adam
hemen yanındaki patlıcan burunlu düşük omuzlu biri daha
patlıcan burun dediysem hor gördüğümden değil
anlaşılmaz belki diye tarif edişim
o ikisi gibiyim aynı yılgın ve vatandaş
niye delip delip duruyorsun deli gibi kalbimi niye
cevap: öyle her gülüşe kapılırsan her bakışa….
dersen eğer :
biz anaların göz yaşlarıyla yıkanmış cesetleriz
derim ben de sana
kim gülerse yüzümüze kangren olur gönlümüz
biz Tunanın eteğindeki taşlar misali dökülürüz sevdaya
böyle ağlaya ağlaya yollanışlarımıza bakma
biliriz senin güllere karışmadan önce de gül koktuğunu
her gülüşe kapılırım evet hem de her bakışa
sen de her gözle bakma her gülüşü gülme bana
savurup saçlarını böyle deli deli küheylan gibi geçme yanımdan


***
SABAHI SEYRAN




İşte sabah oldu ötme vaktidir
Kurtlarla kuşlarla göçme vaktidir
Türküler çağırıp uçma vaktidir
Güllere karışıp kokmalı bu gün


Abdest-i Gusl ile kalkmalı yerden
Çeneyi kalbine getir tez elden
Şükr ile niyazı söyle dilinden
Evlerden aşk ile çıkmalı bu gün


Gel artık gel gayrı halimiz nice
Bak işte rüştümüz oldu endişe
Lüzumlu lüzumsuz her bölünüşe
Verilen adları taktılar bu gün


Makamdan mevkiden geçmeli gene
Elinden her zehri içmeli gene
Gözü yaşlıları seçmeli gene
Ayakta toz olup ölmeli bu gün



***
TUFAN



kırdılar cevizimi hacı
çürük çıktı beynim
pazardan pazara sattılar beni
zindandan zindana attılar beni
bomba gibi düştün geceye
siperden sipere saldılar beni


bütünü eridi önümde her bir çınarın
kuş konmazlığımla kalakaldım yalnız ve yalın
olur olmaz yerlerde açtım kalbimi
dilim dilim doğrayıp kestiler beni


kem gözler görmesin kuru bir çölüm ben
yeşillik sanıp yoldular beni
tekmeyi direğe vuran dervişi
ağlayıp sızlayıp özledim bu gün


dünden kalma dünde kalma sevdaları
ısıtıp koydum önüme eski sandalı
beynime ağrılar girdi böylece
-ne haber nasıl gidiyor
-benimlemisin İskoçyalı
-zulanda ne var çıkar bakalım


sonra sen geldin yağmuru beklerken
günleri günlere delice eklerken
hızlıca gölgeyi geçip giderken
ayağım taşlara takıldı gitti




***
SAYIKLAMA


1.
sana gül almak isterdim
çiçekçinin önünden geçerken ama
düşününce ülkemde solan gülleri
vaz geçtim


2.
ateşin tuttuğu mızrağı sardı sonbahar
siyaset paparazzilerinden
ömür törpüsü sözler sağdım çarıklarıma
yanlış yaptım biliyorum
boşa gitti gece
sana kaçtım bezirganlardan ben de
bu sefer reddetme


3.
bir böcek mermeri delip girdi beynime
böylece YOK’un tadını aldı gözlerim
sana bakmak her resimde bakmak sana
kör müyüm neyim
mercimek kadar bir ölü hücrenin
yokluğunda var olmak
belki bulgur kadar
belki de bir zerre
buna ne dersin


4.
eski beni anlatma bana kargaşayı bırak
şimdi ben çıkarken evden el sallıyorum
balkondaki kızıma
silahşör bir baba gibi belki
belki yiğitçe
“ne ağır imtehandır”diyor ya şair
benimki hafif ve mutlu
gül gibi düşenlerin aşkına toprağa


5.
toparlan gidiyoruz yağmura az kaldı o



***
ATAR DAMAR



hele bir sor
sana camlardan uzanan yol bayırlarında
cuma sünbülleriyle gelen yoncaları
hele bir sor
zinbabve de yalın ayak yarı çıplak
sürdürülebilir sürmeleri
gelip en garip davranışlarınla


sıra kumral akasyaların
keloğlan masallarına geldiğinde
şimdi el aleme bakmadan
ne derlerse takmadan
takunyalarının alınlıklarına
ezilen mürekkep kokularını
ört bas et
saman tozunu
tuzla tel zımbaların
sakin yanımla ben bunu
uygun zamanda sırmalar
sırlar kumbarasına atar hallederim
elleme sen şimdi


sen şimdi hele bir sor
kaç yüreğe kaç yara düşer buna bakalım.


***
CUMA KOKUSU



I
Var ise bir yangın çıkar kokusu
Ekmeği soğanı al da gel bu gün
Ciğeri mangalda sanır yan komşu
Atana dedene var da gel bu gün


Benim ha ben demiş mülk neyinize
Para pul geçici mal neyinize
Bir de yalanı sokma içimize
Geçerli tek akçe gül olmuş bu gün


İşte parça parça düştü mangala
Yiğitlik beyhude gül gene bu gün
Vakti de geldiyse biter sürgünün
Ayranı suyundan ayrıştır bu gün


Ciğerin yanar mı fazlım seninde
Erliğin kalmadı ne sen elinde
Arpayı buğdayı geçmeden bir de
Bu yolda ateşin tüter mi sandın


II.
Sehere az vardı anlattı hocam
Kurtları kuşları ağlattı hocam
Bizleri bahçeye çağırdı hocam
Çiçekler çimenler gül oldu bu gün


Uykuyu gafleti dağıttı hocam
Bosna’dan urumdan söyledi hocam
Türküyü kalplere haykırdı hocam
Batılı hayırdan ayırdı bu gün


Mahmudum gidelim gelsin yücel de
Üçümüz düşelim yola tez elde
Fazlı’ya aldırma zaten geveze
Üçayak itlere dönmeli bu gün


Kovsan da ardına gelirim hocam
Gittiğin yerleri perdele hocam
Yoksa gözlerim görmez oldu da
Duvara gönlümüz yansıdı hocam
Bosna’da kalbimiz kavruldu bu gün


III.
evet ahval bu
duvar saatlerinin ve muşambaların
yalın zaman turları böyle
tuhaf bir o kadar da
atmacaların
kırık kanat sermayeli eşrafa
kumar oynatmaları
ortak bir hüner olmalı
atmacaların
yalın kanat
yalın zaman turları
iyi ki var hocam




***
BAYRAM ŞİİRİ



Yol bilmezdim iz bilmezdim yol oldun
Açtın bana gonca gonca gül oldun
Sana gelmek haddim değil dal oldun
Kanım sana feda olsun sürmelim


Görmez idim ela siyah göz oldun
Türlü damlalarla aktın sel oldun
Bunca yüke zayıf idim can oldun
Canım sana feda olsun sürmelim


Fazlım bayram felah oldu hayroldu
Aç durmalar saum oldu nur oldu
Niceleri bu devranda har oldu
Al da beni benden sana sürmelim
Sensiz deli dumrul başı neyleyim


***
KAPI





ali dost’a


kapı
kutlu bir Cuma kapısı
kalu belada verdiği sözde bir adam
eşiğinde kapının
eşik dediysem iç eşik
eşiğin içerlek yanı
içilmiş çaylar belli ki vurulmuş söze
vurulup vurulup düşülmüş söze
Ali külü kalbime düşecek sigaranın unutma öyle sirkele


gölgemdir aydınlanan zemheri izli yüzünde
saçların incir yapraklarında yonca bile bile
öyle bir susuyorsun ki ali dost
patlayan kulaklarımızı karıncalar kemiriyor
parça pinik içimizdeki putlar sesinle
helvalar tuz kesiyor
sarp dağlılar
ve sevdalar kalıyor tertemiz
ellerin bunca müjdenin


beni tanımla gönlünde zerre olayım
nazar et en yok edici
ki var olayım
kutlu Cuma kapılarında
kendi sesim ol hüznünde erit gözlerimi


yankısı kördüğüm bu modernizmin
bu sana yalnız bana meydan boşlukları
sırma sahifeli mushafı bu mabedin
ya bas bağrıma bağrındaki kor yangını yanayım
ya bulduğum ıssız yollardaki her cevheri sen sanayım






***
GEL EY!



şimdi nereye çıkarsa yolların
şimşir tarağın tahta
kabilinden sahraya uzanan
sivri uçlarından damlayan zihin terleri
ve karanlığa savrulan süngüler
keser önünü
kar bahar…


gel ey!
şiir diye yazdıklarımın kerbelası
kurşun kalemlerinin beyaz yoncası
dokunaklı bir oyun havasının ardından
parmak uçlarımdaki gözyaşları gel!


savur saçlarını yine
kanasın
çocukluğumun ekmek çorbası
kara kurdelem
gel ey!



***
MÜREKKEP


sen toprak olsaydın baba
biz ne keremi bilirdik
ne ispirtoyu
ne de
hüznün kulübesinin eşiğinde nöbet tutmayı
hiçbir hafızın rozeti kanatamazdı kalplerimizi.


sen toprak olsaydın
şirine de ferhata da silah çekerdi ellerimiz
aşkı sen öğrettin
tahta kılıçlar yaptın bize zeytin dalından
kalkanlarımız ezberlettiğin sloganlardı
bir yumurtaya sığar mıydı yoksa dört ikiz yürek
sen toprak olsaydın baba iyi ki olmadın.


rüzgarı göğsünde kim eritecekti
bizi toz etmeye azmetmiş rüzgarı
oysa içimize serinlik bahşediyor şimdi.


oh be
seni toprak etmeyene
hamd olsun
dağlardan yalnız ve yalın
ordu ordu gelen savaşçı.


Editör; bu şiirin Memduh ATAALAY'a yazıldığını biliyor...




***
SİLAHIMA DÜŞEN GÖLGE


sarmaşıklar
güz laleleri
ter kokusu koltuk altlarının
kurallı kuralsız içimdeki bütün savaşçıların
zafer yankıları
bankalardan arındırılmış helalin
silahsızlandırılmış neferlere
iz düşümü


ya şu karşımdaki cesetler
ya ne demeli aynaların demir pençelerine
ellerimde
sıçramış siyah sprey boya zerrecikleri
kağıda sarılmış çıra parçası masamda
eyvah yine uykuda silahım
eyvah gölgede yine isyanım

***
KAPI ŞİİRİ



/açken aç, susuzken susuz olmayan adama
İsmail Göktürk hocama/


cümlesi yer ile yeksan olsa
kök ucu sana çıkar bütün ideolojilerin
çetrefilli sualler bağrında arar sürurunu
ya bu cehenneme bir damla su dök söndür
ya da kor yığınlarından tapınaklar yaparım


yoksa
zümrüt bahçesi bir yeşilliğin
karşı yazgısının son bahar olmadığı belli
enine boyuna boynuna bu sundurmanın
pınarlarından ırmaklar akar bunu gördüm
her pınar İsmail’dir
züleyhadır çerçevelerin çevirdiği çarşıların


oysa
yer ile yeksan olsa cümlesi La esef
içimdeki cehennemlere su dök yoksa biliyorsun
olmazsa
bir ordu İsmail’le gelir
ne varsa yığarım kapına






***
GÜMÜŞ ADAM


bir gün açığa çıkacaktı
bunun böyle olmadığı


çünkü çün kuşatmıştır
sâhilden fışkıran yaprak cesetlerini
ve iç içe olduğumuz gönül parabollerini
hangi şarabı içersen, içe gider tahammülün


durdu, gülümsedi ve tuttu adam
ilk tutan o oldu yâr elinden;
ilk o çıktı yüreğindeki dağlara


bir gün açığa çıkacaktı
bunun bir hayal olduğu
ilk gören o oldu
süvarilerin ilk akan ırmağı…




***
YAZGI VE ÇOCUK

işte bir yazgıdır
çocuğun sağındaki cesetler
solundaki benim celladım
evvelim de hep bir sızıntı üflemelilere
her gören budur su sesine gelir
yosunların avuç içlerinden çıkarsa bahar
yokum


işte bir yazgıdır çocuğun
sağında cesetler
solunda celladım ve ben
önümüz arkamız toz duman
umurunda değilse dünyanın öbür ucunda
bir kedi sokak kabadayılarını arşınlıyorsa
sessiz gemilerin
gidişinle açılan zindan kapıları kahrolsun
durma çökert başımdaki her marangozu
çınarlardan ört bas edilmiş
eldivenler al eline


ve yine bir yazgıdır
çocuğun sağındaki cesetler
susuzluğumla diğer yanında ben


bir müzik heykeli gözlerin hep
asası yok
ikiye yaracak devri ortasından
kemancı
kunduracı
ayak sesleri işportacıların
ürperen aniden bütün dikenlerin tortusu
ağır bir bombadır
ağır bir imtihan gibi
yalnızlığın ortasındaki atlar
savaşçıların sürdükleri
geceye sürdükleri atlar
tıraşı gelmemiş sakallarıyla eşyanın
kahırlanıp böyle
bu kadar
gidebileceğimi bilmiyordum
öyle bir gidiştir ki bu yangınlığa
geri dönsem kan kusacak kenar mahalle parkları


çocuk yazgı ve ceset
hepsi üç kıta şimdi


***
İNCEDİR ÖLÜM YA DA NİCEDİR


bir çocuk
kız çocuğu
babanın gözlerinden
akıyor toprağa
çıtlık tohumu gibi
dinamit lokumu gibi


yiğittir bu yükün hamalları bu devirde
kefir mayasından kezzap sancısına
her eczada hurmalı çikolata savaşçıları
hurmaları bombadan bombaları hurmadan


seni kim çağırdı çocuk
durmadan gelir oldun tozlu yollardan
...geceye
… güne
kurşun gövdelerine
ecelimizle ölmek yakışır mı bizlere artık
seni kim çağırdı çocuk
sıyırıp avuçlarından alın yazmalarını


rahat yatak
yumuşak yastık
def olun gözüm görmesin sizi
her vakte sığar
her vakte yeter acın


namlunun ortasında kaldın çocuk
bu benim… Yüzümden biliyorum
be her sevdaya çırak
çıra çakmak çivi serptinde kalplere
yine rahat uyudu etten kemikten taşlar
şimdi mezarlıklar mahşeri bekliyor

***
TÜTÜN KAĞIDI KABUĞU ŞİİRLERİ XIX






/bozlak/

savaşçılar eceliyle ölmez
bu sefer de peşin tövbe ettiğimiz
günahları işleyelim
damlardan damıtılan tere yağlarla
yağlayıp kılıçlarımızı
yaprak uçurup gök yüzüne
çocukluğumuzu avlayalım
bir neo yahudi ne nasihat ederse
asalım iç çamaşırlarımıza


yeni kurtuldum dağlı sempatilerden
yapma bunu bana dolunay
çıkma o dağın kuytusundan
bu gece olsun sunma çarmıha
seiko saatlerimi (yoksa casio muydu)
saz çalmalarıma artık dayanamayanlar var
ben de dayanamıyorum artık işin doğrusu
‘’al almayı ver narı’’


gel seninle peşin tövbe ettiğimiz
günahlarda buluşalım
aşk yaraları açalım kalplerimize
kazmayı toprağa değil
gırtlağa vuralım bu sefer

***
SEMER


çobanların ve çıbanların
kusurlu kahramanlarla
sana açık kapılarda
kırmızı kalemlerden
korkuluk yağmurlarına
uğundurup uğundurup avundurduğun
sokak çocukları bir de


o elindeki üç çeşit baharatı
nerede kullanacağını biliyor musun?


endamlı bir feryadın yorgun yanında
geceye satıra ve sana
ağlamaklı yazılar düşer
kınalı kumral ayazlarda
baharında yazında ve baharında
bir içimlik itirafları şerh eder ezber
al gündüzlerini başına çal sevdanın
dokunma yolda kalanların gecelerine




***
AH SIÇRAMALARI YA DA BADEM GÖZLÜ BİR SEVDA


dostlu yollar
dostlu yollar
gurbetten mi gelirsiniz kitaptan mı?


dostlu yollar
dostlu yollar
Türkü mü dinlersiniz kızılcık şerbeti mi?
***
akustik bir bakır tencere sırması
ayrılıklı kavuşmaklar
ışığında serpene sundurmaları
sen hangi dağı erittin
hozalı gelin çeyizliklerinde
külahını kıvırıp saçlarının kumralında
çıkardığın hatırları
hatıralarla akılları göz ışıldamalarında
yar ışıldamalarında…
***
dostlu yollar
dostlu yollar
gurbet mi taşırsınız içinizde
içinde gurbet olan kitap mı?




***

KIRIK SİLAH


Leylaların bizi Mevla’ya ulaştırmadığı sürece bir anlam ifade etmeyeceğini bilmeyeniniz yok değil mi baylar? Mevla’ya ulaştıysanız eğer Leyla misyonunu tamamlamış olmalı değil mi? Mevla’ya ulaşamadıysanız ya Leyla’da sorun var ya da sizin mekanizmalarınızdan birinde bir tuhaflık… Bu halde Leyla lüzumsuz öyleyse; kendini mecnun sanmak ise kepazelik…


Eskiden evlenip de giden ağabeyler vardı. Tam onlara alışıyordu gönül yaramız ki birden bire zamanın elinde ağabeyler oluverdik. Giden ağabeylerden kimisi kendine işten Leylalar edindi. Kimi bu Leyla’nın Mecnun’u değildi zaten. Hatta yağmur altındaki tuz gibi eriyenler bile vardı para sevdasıyla, meslek kavgasıyla. Kalan ağabeylere, gitmeyen ağabeylere sözüm hiç olmadı olamaz. Sanırım kalmak yürek işi. Kalanlardan olmaya gayret edişimin daimiyetini, daim istemeye gayret etmeye çalışanlardanım. (Bence de biraz çetrefilli bir tanım oldu. İddia sahiplerinin nasıl kepaze olduğunu görünce insanın temkinli konuşası geliyor.) Evet, evlenip de giden ağabeyler vardı. Leylalarını Mevla’sıyla karıştıran pejmürde ağabeyler. Şimdi biz ağabeyler olduk.


Cemiyetçilikten dilime tad değeli on beş yıl geride kaldı. Çayı Sigarayı Türküyü dostlarımdan sayalı on beş yıl. Tam da gidenlerden aldığımız yaralar kabuk tutuyordu ki evlenip de giden kardeşlerimiz olmuş yanı başımızda.


– arkadaşına hangi menfaati gözeterek borç verdin. Onun sana borç vermesine bir gün ihtiyacın olur diye mi? Vermezsen onunla arkadaşlığınız biter endişesiyle mi? İlla bir menfaatin vardı değil mi? Yoksa o parayı borç olarak değil de geri almamak üzere verirdin değil mi? En azından verdiğin parayı geri alma menfaati gütmüşsündür.


Evlenip de hatta evlenmeden bile işi gücü yoluna koyup altı kuruyunca suya sabuna dokunmayan kardeşler yetişip kapıya dayanmışlar ağabey sandıklarımızın ardından. Sorsan dünya böyle diyecekler. Hasan ağabeyin, ceza evinde sigara ikram ederken garibanlara ‘’hocam o sigaraları bana alıyor sanıyordum’’ dediğini duyuyorum. Kardeşler evlenerek ya da evlenmeyerek bir şekilde işi gücü yoluna koyup altı kuruyan kardeşler. Gitmeyin orası bataklık. Yol yakınken dönün. Asıl altınız kuruyunca iş görür hale geldiniz. Üzerinizdeki emanetleri sizden sonraya teslim edin. Aldığınız selamı, tebessümü, sevdayı, misliyle sonrakilere iade edin lan. Ardınızdan gelenlere geri istememek üzere para vermeden mi gideceksiniz. Duvar dibindeki behlüle bir paket sigara almadan mı gideceksiniz. Hepsi size düşmez kazandıklarınızın. Siz onu kazanacak hale yalnız mı geldiniz ki yalnız yiyeceksiniz.


Derken kapı çalar. Anahtarsız kelepçesiyle “das kapital” girer içeriye. Kollarımızı mankurt gibi uzatırken, yanlış Leyla’nın, adamı Mevla’ya götürmeyeceğini en baştan biliyor olmanın pişmanlığı, bir pençe gibi vurulur bağrımıza.


Parayı Leyla edinenler
Mesleğini Leyla edinenler
Makamını Leyla edinenler
Arabasını Leyla edinenler


“Titre ve kendine dön” cümlesini “Ağlayın ve Kitaba dönün” olarak değiştirip öyle bırakıyorum. Aman üstünüze alınmayasınız.


***
SİYAHI AYDINLIK KAN DAMLASI


yeni çıkmış gün doğumundan
ya da yeni girmiş hiçbir günün doğmadığı karanlığa
yani dut ağacına ıhlamur asar gibi
seni sökemiyorsam duvarlarından mağaramın
seninle yaşamayı öğrenmeliyim demek oluyor bu


sisli havalardan ezberledim
bin yıldır yansımış nefesin
avazımın kör dövüşüne
pecmude bir kara cevher
saraybosna bülbüllerine şerh etmiş
alın yazmalarımı
bir el bombası sıkıştırılmış gibi avuçlarıma
bir isyanı bastırır gibi kolluk kabadayıları


***
‘’Şeker almaya geldim
Yari görmeye geldim ‘’
***


yılgın bir aforizmadan sonra
türküden ziyade şekeri de bilirim
şekerden ziyade gül cemali de
bildiğim bu kadar
somalı bir yetimim huzurlarında
babamın yüzünde nurların en siyahı


***
LA SESİNİN ANATOMİSİ

Kafamın içinde kendi sesim cızırtılı ve tok bir tonla nasihat ediyor. Bazen bir üst perdeden türkü şarkı mırıldanıyor aynı tonla. Dorsesi uzunca bir tırın tekerlekleri içimde asfalt geziyor. Döne döne eziyor içimdeki her siyahlığı. Yani içimdeki kül bahçesini ateşleyecek bir zenginlik yok hiçbir mucitte. Daha güzeli şu kafamda nasihat edip duran çokbilmiş bana, eğilmiş salkım söğütlerin yapraklarından çay demlenilemeyeceğini söylüyor. Bir sürü ottan saptan börten böcekten çay demleniyor da bundan mı demlenmeyecek canım sende. Siyah çaydan –bildiğimiz siyah çay var ya- başkasından çay olmayacağına göre her yeşillik potansiyel çay adayı. Hepsini denerim mahsuru yok.


Şu tam tepemin üstüne denk gelen daldaki serçe bir şeyler ötüyor. Az kulak kesileyim derken tabi ne anlayacağım serçe lisanından, hemen kafamdaki ses uyduruveriyor bir şeyler. Öyle demek istemiyor sen uyduruyorsun bu söylediğin olamaz kendi kendine ötüyor hayvancağız orda bana niye böyle desin “yav bi sus Allah’ını seversen.” Baktım olmuyor bir taş serçenin olduğu dala serçe vınn.


E şimdi bu sesi ne yapacağım bu seferde bana vicdansız diyor niye ürküttün Allah’ın serçesini. Susturmak için ona da çare var ama ben pek dayanıklı değilim. Odunla vursam şimdi canım acıyacak. Duvar… Pek cazip değil.


Şimdi karanfillerin yanına geldim hani şu vardı ya! Saksıdakiler. Dükkândan fabrikaya getirip diplerine şekerli su verip bir parça yumurta kabuğu bir avuçta zibil koyduklarım. Beş saksı ekmiştim üçü yeşermemişti. İşte bunlar diğer ikisi. Durumları iyi şimdi epey semizlendiler.


Evet, sevgili ses dinliyorum ne yumurtlayacaksın bakalım yumurta demişken.


Çıt yok.


Sesin kalbini mi kırdım ne?


Notaları turşu satıyor hadi uydur bir şeyler. Hadisene yav.


Aslında her ne kadar rencide etsem de bu sesi seviyorum. Bazen da ben ütülüyorum bunun tellerini. Sabırla dinliyor beni. Söylediğim her şeyi mantıklı buluyor. Bana destek oluyor yani. En çok da balgamlı bir gırtlaktan öhü demeden önce çıkan kaba ve yankılı bir tonla bana ‘’nasıl yar diyeyim ben böyle yara’’ türküsünü söyleyişini seviyorum.


Tamam,


Ses hadi ne uydurursan uydur inanacağım karanfilleri söylediğine.


***
Y/AZIK



tütün kağıdı kabuğu şiirleri XVIII

cümleten y/azıklar olsun
cümleten selamun aleyküm gibi
ama öyle değil şöyle :


gel denildiğinde gitmeyecek olan var mı aranızda
akılla kalbin savaşında
kalbe yenilmeyeniniz var mı
gelmeyeceğini bile bile
it gibi beklemeyeniniz var mı
vurulup vurulup dönüp kalbura
bir kurşun daha sevgili
kor yangınlar içindeyken
ah bir ataş ver demeyeniniz var mı
var mı ulan artık yan bakamaz olmayanınız
cümleten y/azıklar olsun öyleyse




***
BÜYÜLÜ BİR BÜYÜMENİN HAL ÇARPINTISI


/bekir büyükkurt'a/


böyle böyle büyüyeceksin
sair bilgilerden arı
sızar gibi anahtar deliğinden
tekmelemek yerine
kapılardan geçeceksin
somut bir renk cümbüşü
ve güneşi ardında bırakıp
muson cevherlerince kitaplardan kurtulmuş
bastonlardan ergimiş demir damlasıyla
ay doğmalarıyla sabahlı havalara
üç kere yedi on eder sloganlarıyla hemde


samırdanarak olmaz
bak inanmıyorsan tut
kendi gözlerinle nabzımı
alayını kov tellerinden
telgrafların bakışlarının alayını
bir gecede döküldü saçlarının
perde arkalarına denk gelen zehirli yoncalar
böyle böyle büyüyeceksin sana düşen ankaların kanadında


***
kas ağrılarımdan ezgiler savrulur
sağa sola sokağa bak söylüyorum
en iyi bildiğin türküyü çal
kafamızı şişirme


***
ayazlarına mil çekildi simyaların
bozuldu
bıçaklar ve mızrak on ikiyi gösterdiğinde
bal kabaklarından emdirilen şırıngaların büyüsü
paranoyak bu devrin bütün insanları
uzun ve kirli tırnaklarla
saksılarda yetiştirilen bunca
yoğuşmalı kombi sesine
dört delikli dört köşe düğmeler
kalkan kenarında katırların kunlaması
suça iştirakten hakim huzurlarında
bu siyah çantayı astığında dallarına
dalların parmakları benzemez bulgur aşına
geç karşıma kalbim
peşin pişman olalım işlenmemiş tüm günahlarımıza




her kavak kabuğu yontularımdan önce
böğründen iyice şişlerim şelaleleri
şimşeklere at sürer kesme çalılıkları
merhemler yara gezer sırtımda
her kanın kanı
kalbiminkinden ayNı mı
kim aklımdan aldıysa aklımı
ak ellerle kınalı kınasız ak ellerle
bağrında harman yakıp
üfleyivermeli surların kale dibindeki tortularını
daha yeni gelebildik asıl mevzuya:
sen azraille israfili karıştırıyor olmalısın
burnunun sivri ucundan damlayan zekasıyla
şimdi gelir Bekir dar sokakları sonsuzlaştırarak
bertaraf olduklarımızdan taraf olur her yanışımıza
valilik önlerinde eylem yapar kahkaha atarız sonra
böyle büyürken mahal vermez büyülenmemize
bizim Bekir başka büyüler büyüklenmelerimizi


***
HÜCRE



Tütün Kâğıdı Kabuğu Şiirleri-III

karanlık kör bir deva zırhı
tabiiyeti nem ve beton
zihnimde bir arpacık çiğdemi
yoncalar
kezzap şerbeti
ömür törpüsü


burada açar papatyalar
çay yapılır onlardan bazen
eşgaller
demir parmaklıklardan
sırıtan eşgaller
ne varsa ayna tutar
hücredarın kalbine
hücredar
yeni kurtulmuş kara sevdalarından
mazgallar gördü mü papatya çayını
bin balyozla saldırır hücredarın boynuna
kana bulanır bu sefer kara sevdalar
kara sevdalılar yogan arar kafasını sokacak

***
İKLİM


Memduh Atalay
benim öz babam
göğsünde rüzgarı eriten adam
bir ömür sürecek olanlardan ve senden başka
gözlerine yürüyen sular kadar
büyüktür mecmuam


sen beni yetim bıraktığından beri
şerefli bir adam görmedim ticaret yapan
ben kölesi oldum ehli tacirin
alçak tacirin
ve taptıklarına ilah olanların
budur mesleğim çünkü gerek yok saza
vanilyalı dondurmalar
açık kahverengi gözler
tabakalara dokundurdukların
simsiyah bir akındır
sinemde depreşen atlılar


baba bana seccademi göster
ya beni ırmak ırmak taşıma gözlerine
ya ahımdan bir tarak getir
safsataların tirajı daha yüksek ama
elma sepetleri ikramdır üsküdara
ardından muştu muştu harbedenlere
bir saat bir sakat
bir müjde
baba üzülme bir de kader var
hem her kader kendi azığını yaratır
sonra cehennem içilir günahlardan
bir de aşk var baba
kalbinde yerli çınarların
oturduğu yerde sallanarak ağlayanlar var
kor gözlere kaptırıp yakayı
ama üzülme baba
her yokuşun bir inişi bir çıkışı
bir de yaratanı var taşların
bir de sezdiğin masal var tahtımda
yok açıklaması bunların
ecel sevdan yeter sana baba


beni derd etme kendine bir de


***
SENDE KALDI KALBİMİN ÜST PERDESİ


seninle yeniden doğuyorum
bu kaçıncı doğuşum bilmiyorum
gözlerin şiir oluyor birden
kalbinde donuyorum


düşün ki en günahkar yanımın
ezber bozan sancağısın
üstüne bir de salkım saçak tufanların
sterilize olmuş ahmakların yularında
indiana jones filmlerinin kahramanıyım


dağıttım fani olan her şeyden çıktım çıkıştım
kar tanesi tespih
tuzlu su kuru ekmek azığım
tut bu tencereyi avunursun
ya da avutursun ekşi sözlük mü olur
düşün ki seninle doğuyorum
düşün ki seninle doluyorum
daha bana hiçbir şey
senden daha güzel olmadı daha
analar kıydı kendi öz avlaklarına


çağır incili köşklerden kağıt yırtıcılarını
at hırsızlarını it simsarlarını
koyunu güden değil koyunda ölen gelsin
tut beni tut ki
sende yeşereyim
seninle şükredeyim hayata
intiharlardan vaz geçeyim resminle


***
KİLİT




/gözlerim uykuya açılırken/


örselendim kuş konmamış bakışların örseledi beni
bir yağmur bir kitap da enseledi beni
şiire vurdum çıkmaz sokakların ufkunu
bir künde
bir silah
bir kumar
yok etti beni


bozulmak üzere olan abdestimle ben
sobelendim ayak uçlarında düş kurarken
bu kadar gelmeyin üstüme dağlar yoruldum
idamlıklarla gecelere savruldum
anla ki yine yeniden doğuyorum
sularımın durgun düşmesi haritalara
bastonlarımın
evhamlarımın
endişelerimin
hep bu yüzden kambur
dünyalıklarınızdan dışarı bakan
şaşı bakan başka başka huylarımın sıtması


anahtarı kaybolmuş bir kilitsin ellerimde
gitmene dayanır da günahkar kalbim
kiltesi kırılıp gelmen
saçları taranıp gelmen
cehennem eder zındanlarımı


***
TÜTÜN KAĞIDI KABUĞU ŞİİRLERİ XII



/sırat/

atlarımızın ve peykelerimizin
imtihan kokusunda kalan son kör düğümü
iskeleler işkodra ve tanesi yağmurun
boyun bantlarından semirir


esir bir mermi ağızda sözler
kalbimin çektiği her tetik sana
rezil eder beni
beni vezir eder sana
susarak söylediğinden ne anlamam gerekir bilmiyorum
ama anladım
anladım ki
bütün bahtiyarlar ihtiyar olacak elinde


sen ey sarı lalesini ateşlerden çaldığım
çıkarıp kalbimi koysam önüne
can versem gözlerine bakarak



*** ZEYTİN GÖZLÜ BİR ÇİÇEK GÖLGESİ


ak saçlarının yanı sıra bir de cümbüş...
helvası ve yemenden kalma yası...
çivilerce bir platonik acının
tahtaya iz düşümleri


bana kalan dünyaların
son deliğinde zurnalarının
mızrap değmemiş bağlamalar
saçlarından salınır
kar beyaz yaprakların
orta yerinden kesilen bir beden
bana demeden sakın gitme
ne diyeceksen de ölümle burun burunayım
intihar kokuyor baktığım her şey


bana kalan dünyalardan avareyim
havralardan ve kiliselerden sonra
yine sana bakar şaşı gözlerim
harmanlara serdettim sularımın sırlarını
bana kalan dünyalarda işim yok


‘’gel otur yanıma benim sevdiğim
ayrılık mı olur harman zamanı’’


ıslanmamış rüzgarlar var sırtımda
kahrolsun etten kemikten putlar
bana kalan dünyaları sana sunmuştum
sana ne desem boş
acıma hissin olmasa belki

yalvaran gözlerle bakmayacağım artık
sövdükçe kınıyor seher yelleri tahsilimi
çağırsan da gelmem dağlarına
platonik bir merhamet kıssası bu çünkü
ne sabır var içinde
ne bir eğer; uçarı atlarının
ne de hurma diye sunulan cellatların
ecel sevdaları
sonra davullar
bavul dolusu davullar
çengilere bayram bu gün
“aptal aptal bakmayın oynayın hadi”


diyorum ki sana söyle bir şeyler
söyleme anasını sattığımı
söylemezsen söyleme
ben de söylemem artık
ne olacaksa söyleyince sanki.


kahrolsun etten kemikten putlar
reddolsun bana kalan dünyalar
imreniyorum intihar edenlere

***
TÜTÜN KAĞIDI KABUĞU ŞİİRLERİ XI





/gittin sanmıştım/

ah fantin
ah yüreğimin yangını
bir nar çiçeği vermeliyim belki de sana
parmaklarımın arasından bu kaçıncı kaçışın
gözümle görsem inanmazdım bu kadar geldiğini


kırlangıçlar senin ağzından bir şiir akıttı içime
duymuyorum sanma fantin


gözlerine bakınca kalbinde yanar oldum bu sıra
delirmeye de hazırım
hırsızın çaldığı saat günde iki dakka kaytarıyordu
şimdi kaçı gösterir bilmem
bir türkü sür bu yaraya
mahşere kadar kanasın


***
TÜTÜN KAĞIDI KABUĞU ŞİİRLERİ X



cehennemden de bahsetmek gerekir belki
bu feryatların yaprak uçlarında
kaval çalan çobanların
ıhlamurların ve çıbanların
alın yazısı bozması ipliklerinde
bir ülke düşerek gergeflere


ve köşe taşları
camdan torbalar
sarmaşıklar sonra acının renginde
sahi neydi acının rengi
/her neyse bağışıklık sistemi unutur bunu/


militarist bir sabır seccadeleyin
uzansa saatler
saatlerce sürse zürafanın tırnaklarında
sonra bir sabah
cehennemden de bahsetmeli belki
cennet fışkırsın saçlarından diye
dalgalı kumral saçlarından


***
BİN DOĞRUYA BİÇİLEN BİR YANLIŞ





kardeşlik yalanlarınızı nasıl örtbas edeceksiniz
artık inanmıyorum
biraz da doğru söyleyin
menfaat deyin mesela
ben de inanayım herkeste inansın


şimdi beni biraz yalnız bırakın
bir müddet ara vereceğim çok karıştı her şey
hatta şair diyenler bile var artık
bir barbarlık var bu işin içinde
hurdacı akıllı adamdır
iş görecekleri tamir eder
satar dört katına


azarlayıp azarlayıp attıkların var ya şair
kırıp kırıp kalplerini geçersin ya sen
işte armağanın tam da bu olacak
bu çirkinliklerin daha kaç kere maskenden düşecek
arkanda bu kadar kırık kalp varken
sen bu yolda duramazsın efendi


****
BİR GURBET, BİR MİLİTAN, BİR SULTAN


gidiyorum gurbetim içimde gidiyor
şu zifiri sermayenin ortasında
karları papatyalar deliyor
kar bile şaşkın
döş cebimde hüseynî bir armağan
kalbimin sıcaklığında
armağan sultanımın
sultanım şaşırmıyor


ben bu ufak tefek cesedimle
dev cüsseli adamların karşısındayım
dokunsam yığılacaklar


resmî ideolojileri bir türlü aklım almadı
belki çok resmî geldiler bana
oysa hep sivildim onları izlerken ben
gurbet hep içimde gittim
içinde olduğumu da gurbetin çaktırmadım hiç
Nizam-ı Alem’i toplantı yapmak sanırdım
Bosna’da Ezan okumakmış oysa


bir öykü vardı eskiden
evlenip de giden ağabeylerin gittiği ülke
o ülkede de var mıdır?
genç militanların vatan sevdaları
yoksa somurtkan bir virjinya kedisi midir?
gözlerinden erzak sağılan


tüm cümleleri yeniden gözden geçirelim
öykünün başlığı
yatağına kırgın akan ırmak olsun mesela
anlamıyorum kalayı geçkin kazanı
niye satıyorlar artık
yeniden kalaylatmak yerine
efendiler ben diyorum ki kısaca
nefislerinizin üzerindeki örtüler kalktı


sultanıma dönelim
gün doğmadan sıratıma doğduğunda sen
biliyorsun bu benim sınavım
baştan daha en baştan kaybettim sultanım
geliyorum yine içimde gurbet
gidiyorum yine içimde gurbet
bu sınavı kaybedeceğimi biliyordum
dayanamıyorum hasretine


dikkat !
şarbon mikrobu değil bu
militan şerbeti
civarda görülen tüm şüphelilere içirin
bu şerbet aşka devadır
kınadıklarımızı yaşamadan ölmeyeceğimizi biliyorsunuz
başka müşkülatı olan var mı?





başka müşkül müşkülden sayılmaz
öyleyse konu kapanmıştır.




***
TOPRAĞIN OĞLU SUDOKU


yetişkin bir sızı dört yanda
dört buçuk ağızdan
ıslak kulaklarla bu çağrı
bu çağda bu çağrı
noktalanır bir şemsiye tepesinden
pıtır pıtır cim karınlarına


sen olmasan yeşil pardesömün
iç cebinde kalırdı bu mektup
yetişkinliğe atılan ilk adımdı bu çünkü
şu kalbimizi kanatan rozetleri
iliştirme vaktidir vestiyerlere derken
derken sıkıcı bir birifing
ve ardından ilk yetişkin tavrı beklerken
asma kilitlerden
Tanrı aşkı yeniden yarattı
ben de ilan ettim elit bir toplantının orta yerinde
dev bir biblonun ardında
son sigaralar söndürülürken
(ben olsam södürülenlerden birisi tütün olurdu o ayrı)
aşkı kuşananlar kahraman ilan edildi
şimdi başka bir yetişkinin
bu konuya ilişkin bir fikri yok
kan içindeyim


***
ISRAR



gölgeni dahi güneşe tut
karanlık yanların aydınlansın
besmeleyle başladığın hangi işten zarar gördün
lümpen bir hegemonyada
aşağılarda bir yerde
bastığın topraktan daha aşağı hatta
kürek kemiklerin ve
bir gümüş tespih
tespih otuz üçlü
ikiyle çarpınca on dörtlü.


öyle Malazgirt zaferleriyle çıkamazsın
bu cendere başka
nostaljik bir rehavete adres yazdırma sakın
tut gölgeni güneşe ki
ölüm bile aydınlansın üstünde.


hakikaten İstinye krokileriyle mi
avundun sen bunca deniz
yelken avcıları ve midyeler varken
musalla esvaplarına yazılır mı sandın
pes öyleyse
koy soyut kavramları
zencefiller uyutsun
yine güneşe tut gölgeni dahi
biyolojik bir silahın başlığına oturt
tüm Yahudileri
böylesi daha yakışır kumsallara.


***
KUNDURACI



her esrarın bin mısra
yahu sen hangi kayıtları
şerbet gölgelerinde şerh ettin?
tepene her üşüşen hafakanlardan payına
eski esvap düğmesi
bir yırtık leğen düşer ancak
başka ne sandın?


itiraf et kunduracı
en çok kaç numara ayakkabıya
sığar sevgin
bu da böyle bir serüven işte
al şimdi çamaşırların
akustik bir kazanda
bir kolunda sol kolunda hatta
bir küçümsenme inadı
itiraf et en çok kaç numara?


şimdi gelelim kafandaki o
yırtık mindere
ille de ben asarım bunu diyorsan
çitlembiklerin kırçıllı tarafına
o başka
akla gelmez bu bendirin debdebesi ama
ama seni görürüm kamusta kusura kalma
bak bu daha da kötü kunduracı:
çınar ağacında koz durmaz
erer göğe kökü sonra dal tutmaz
tumturaklı bir öge bul acil
yoksa kırk büklüm bu geçide sığmazsın
bu geçit sonra
sonra bu geçit…
düğümlendi değil mi boğazına sende
iş yok sende kunduracı.


***
KEMAN VE KEMANCI



/önce akort edilir keman/
kemancı aslında gökyüzüne hayrandır
açılan susam sokaklarının duvar kağıtlarında
iç dost ve la sesi
yine la sesi evveldir her sesten


kibarca ölünen kaplumbağa kabuklarından
tırnak içlerine bakandır üzüm çekirdeğiyle
kemancı artık vurgundur gök yüzüne
ve gökyüzü farkındadır her şahidin


bir iç ses haykırır şehrin hoparlöründen
bayram kartlarını kemancının
sıra kemancıyı övmeye gelmiştir:
pehlivan pehlivan nerde idin dün gece


evet anatomik bir ideolojinin
kılcal hamurlarında
ve aynasında kunduracıların
kemancının öğütleri secde eder:
yeşil değil her fıstığın her rengi
süngü uzaktan batma adama


kemancı yorgun ve günahkar
kemancı vurgun ve sanatkar
kemancı ya hu kemancı
ah kemancı (Hacı’nın dizine vuracağı yer burası)


bir geyiğin göz bebeğinden ne okunabilir sence
sen ‘si bemol iki’ de kal ben bir bakıp geleyim
öyleyim her defasında bulunur bir bahane
söyle kemancı
sen mi yalancı
yoksa yıldızların
köşeli ayazlarında asılı ayakkabılarım mı?
vurulduğun gökyüzünün yalanı beklide bu


söyle kemancı şimdi kim şair makyajlarının
ardı sıra sahnede
haydi bir şarkı daha mırıldan da gideyim
yanmaya erken razı oldun
yanalım dediğinle yanacak mısın bakalım
zembilleri akla tut
ne tutarsa o kar kemancı
oşbenek yüreğin yine yandı
yetiştiremedi meyini hancı geri kaldı
ne kafir ne mümin
hiç kimse dayanamaz aşka.


****
TÜTÜN KÂĞIDI KABUĞU ŞİİRLERİ-VIII/korku/



korkamayacak kadar yorgunum
su aldı gemilerimin
ayakkabı numaralarına yansıyan yanı
batamayacak kadar solgunum
tanrıya sarılıp ağlamayı hiç düşünmemiştim


sofra tuzu
kar yoğurdu
sen en şedit yanımın dam üstünde
un satanı
gavurca girilip mümince çıkılan
kapılarda gerdan
at meydanlarında mahsub edilenisin diğer yanımın
şimdi bir eşkıya gasp etse kalbimi
ümit var derim ona
kıymıkların hepsi çıkmadı henüz battığı yerden
kim olsa azarlardı musanın gördüğü adamı
ateşle oynuyorum
beni yakacağından hemde hiç şüphe etmeden


***




TÜTÜN KAĞIDI KABUĞU ŞİİRLERİ-VI/Vakit/
galiba ikindi vakti öleceğim
bu kerih vakitte son söz
muşambalardan damlayan yarasa kanatları
şimdi sindirme zamanı
yuttuğum bu dünyanın
bu çiğnemeden yuttuğum
sair bilgilerden arınıp
ah çekmeleri kristal çiçeklerinin


sonra gel sen tulumbalardan
uğultu çağır ülkeme
işte önümde bir musalla yitiğisin
ve ardında bir süreyyanın


öyle dik dik bakma gözlerime
bir zeytin çekirdeğidir asfaltların
belki de son yedirilişidir yollara
çamurdan sakalların
taş kestiği bir devirde
son süngünün belki de
et giydiği bir haritada
ben gene sana yolcuyum
bu duygusallığın bir açıklaması olmalı


***
TÜTÜN KÂĞIDI KABUĞUNDAN ÇIKANLAR



Şaire hanım çıktı dükkân-ı Gülhanın ortasında zuhur etti. Yanında bir hanım efendi daha. Dostunun şailiğinin şuurunda kırılgan ince ve zarif. Dükkân-ı Gülhan için hayırlı olsun dileklerini ilettikten sonra sözü tütün kâğıdı kabuğu şiirlerine getirdiler. O gün şaire hanıma tütün kâğıdı kabuğu ikram etme inceliğini ihmal ettim.
Kaç zaman sonra şaire hanım orta yerde yeniden zuhur edince ona bir kabuk sundum buyurun sizde yazın bir şiir dedim. Belli ki bu kâğıt meselesine imrenişti. İyice inceledi kâğıdı kalem ver öyleyse dedi. Şimdi burada mı yazacaksınız efendim dedim. Evet, ne var ki dedi.
Bu şair milletinde hakikaten bir keser kaçkınlığı var. Oturduğu yerde hemen oracıkta anında öyle bir şiir yazmış ki hanımefendi. Yüreğinden adeta ırmaklar akıtmış kâğıda. Şair olmakla olmaya çalışmak arasındaki fark bu azizim. Kimi şiirimsi üç cümle yazabilmek için yırtınır durur. Kimi de bu hanım efendi gibi bir çırpıda kağıdı yer ile yeksan eder. Tanırsınız üstadı şiirlerinden. Ben âcizane kendileri ile yüz yüze tanışma şerefine de nail oldum. “Yoldaki kalemler”in keskin kılıçlarından Sibel KÖK…
Tütün kâğıdı kabuklarımdan yedincisine şu şiiri perçinledi Şaire Sibel KÖK Hanım. Hürmetle dostlara sunuyorum.


Üşüyen ellerin vardı
Saçaklar altında titreyen bedenin
Ve
Soğuktan mı?
Ağlamaktan mı bilinmez
Islanmış yüzün çocuk!
Sen bunca hüznü hangi şehrin sokaklarında biriktirdin
Biriktirdin de dağıtırsın gözüne
Her değen bakışa
Kaç gündüze düşer geceden ödünç aldığın gözlerin senin
Yağmur kirpiklerinden damlarken şehre
Avutmak seni kaç ninniyle mümkün
Ah çocuk!
Kirli kentlerin yitik sevinci
Masumiyet ülkesinin son kalesi
Avucunda bir dünya kurulu senin
Dağları hasret, yolları hasret, ırmakları hasret
Bunca hasreti çoğaltan gülüşünün kıvrımından
Bir öpsem çocuk
Diner mi sızısı hüzne hasret kalmışlığımın
Çocuk…


Ah çocuk… !


***
TÜTÜN KÂĞIDI KABUĞU ŞİİRİ-V




/henüz vakit varken/


gözlerine bakarak
mana rossa okumak istiyorum yine
platonik aşklar yaşayıp kendi kendime
savrulmak istiyorum zemheri ayazlarına
isfahandan mevlanadan şehir aşıklarından
yine bir sunak sunarak
gözlerine bakarak yine
monna rossa okumak istiyorum


her nedense sen
ikide bir gözlerimde açıyorsun güllerini
ben her nedense
aynı dairenin bir başında bir sonundayım
kısa kısa seni geçerken
uzun uzun kalıyorsun rahlemde
her halde sabi değilim


***
TÜTÜN KÂĞIDI KABUĞU ŞİİRLERİ-III



kavgasında son kan damlasının iz düşümü
akıl yok sevda yan kesik isyana
sonra sabah uykusu ve zencefil tohumu
kabir toprağında


daha dün sen şu bizim katibin
ev içindeki ütopik celladıydın
küstüm sana arı burnundan iner gibi
burçlarında lalelerin girdap işportacısı
sana küstüm bir yürek bozması bir ıhlamur
bir de omuzlarıma çağırdığın ülkelerle


yetkilendirilmiş tehditlerin
yetmiş iki ağızdan
haykırır bir yüzüme soğuğu
sövgülerin ayyuk
öbür yüzümle ben yine yarınınlarındayım
kendi çizmelerimin öyküsü bana dar gelen aslında


***
BİR GAZEL DENEMESİ




Mahruma can-ı çerağıma kastın ne ola
Daha dün değimliydi canın bedenim ola


Zalime attığın her taşın batmanı dağ ola
Yandığım yoktur zahiren söyle içimde ola


Nedir fermanın bileyim söyle ey kara sevda
Attığın her adımda çiğne kalbim mest ola


Bana hak görünür ağzından dökülenlerin cümlesi
Yangınına talip olup bedenim serinden geçmezmola


Dostun arar ismin arar bahtın arar dururum
Bir gül bir kement bir sır buyrulmazmola


Zıpkınlar bilirim vurgunlar bilirim bir de sürgün sızısı
Razıyım dertten derde koyup bir satır gülmezmola


Sırma saçın ruşen yüzün kim görse bahtiyar ola
Bir görsem seni yeter servetim rüsvay ola


***
KUMAR



kumar
ortasında vebalin
çarmıhta bir denklem
kerbela vapur sancağında
bir sırat bir sual
sırtında adamın atardamar çukurları
eşgali üçgen
köşeleri hünerli


simdi sen hangi dağı alsan kanatlarının altına
bende sensimon kışlası açar
daha bahara var
vakit dar kutuplara
hangi yalanı söylersen söyle
bana düşen inanmak papatya kokularına


kumar
korkulara ortak
vurdukça rüzgâr yarınları taşır
taşır taşımasına da
taşır taşırmasına da
yarınları ölümden uzaklaştırır


bana bir tahta getir
yazı tahtası alın yazısından
hangi tuzağı kurarsan kur
ayrılığa yakın olsun
bu sefer de çimenler açsın her çiçeği
nedir ki
ne var sanki
bu sefer de perdeler
gözlerini içeri açsın
ya da delsin perdeleri bakışların
gizlediğim bütün günahlarımla yüzleştir beni.




Not: bu şiir H.Ahmet ERALP'in tütününün kağıdının kabuğuna, bir tütün kağıdı kabuğu da tarafımdan eklenerek yazıldığı dostlarca biline...


TÜTÜN KÂĞIDI KABUĞU ŞİİRLERİ



Sözcü çıktı geldi bir akşam; yanında canını cümleden aziz bildiği ile.
İçildi çaylar türküler kanatırken yaraları pençe pençe vururken kalplerimize mızrabını zülfü yüzüne dökülenler, zülfü yüzlere dökenler…
Tütün içilmedi mi bu âlemde?
Yandı döndü, döndü yandı, söndü sonra şahadet parmaklarımız şahit. Tütün ha! Sigara sanılmasın sakın. Bağrımızdaki tahtada ekmek açar gibi açıp kâğıdını kundaklayıp sarmalayıp içinde tütünü dinamit gibi ciğerlerimize saldığımız şu bizim altın kalpli tütün…
İçildikçe içildi.
Serden de yardan da geçildi.
Sırdan da geçildi.
Sözcünün kâğıdı bitti; Canı cümleden aziz bilinen memnun ayağındaki tozdan… Şair sanılan şiir dermede derdi dert bilmeye çalışarak bilemekte kalemini.
Ben dedi: “Bir dağ şiiri yazmalıyım dağları çok severim.”
Uzattı sözcü tütün kâğıdı kabuğunu: “Buna dedi benim için bir şiir yaz”
Şair: “Ben de sana şuna rubai yazayım” diye tütün kâğıdının ortasındaki ayıraç kağıdını işaret etti. Koydu kâğıt kabuğunu şair sanılan gönlüne, gömleğinin döş cebi hizasındaki gönlüne. Kim bilir dostunun bu ricasını ne zaman yerine getirebilirdi. Hiç ihtimal vermedi kendi kendine. Neden sonra kalktı masadan ocağa gitmek üzereydi ki mısralar üşüşmüştü bile gönlüne, başına düşer gibi.
Ocaktaki kâğıt kaleme dar düştü. Dökülüvermişti kalemden bir çırpıda sözler:
Zalım sözcünün gül sesinden mermiler şiir gibi çarpar kalbe…


şimdi bana yaz mı diyorsun
şiirini yaz da okuyayım
ben değil miyim okuduğun her şiirinde
maksus muzdarib pür sancıyım karşında
böyleyken aşka meftun sandıklarındanım
oysa bezirganıyım ancak dergahının
beni hor gör
beni ertele
beni kına sözcü
hakaretine mazharım ancak iltifatına değil
şairliği sesinden öğrendim
gül sesinde kalem kağıda düşürdü beni
kulağımdan çekildiğin gün bir bulut gibi
o zaman yazarım yazabilirim şiiri
buncasını sayma ben okurken değil
sen söylerken güzel sandım
şiir mi diyorsun hâlâ
onun da bezirganıyım ancak
neşvedarım seninle sözcü
ama uzak şairliğe sayende hissiyatım
Sözcü şairliğini belli etmez rubai yazardı. Şair sanılanın yazdığı bu şiiri görmeden aşağıdaki rubaiyi yazmıştı o da:


DAĞ


İçimde bir dağ büyür, dağın içinde bir dağ
İçinde kasırgalar, içinde acun, uçmağ
Şu dağlar nispetince bütün seyyiatımı
Hasenata çevirir tövbe denilen çerağ





Daha sonra önceden kararlaştırılan buluşma yerine şair sanılan gidememiş, yazdığı şiiri canı cümleden aziz bilinenle göndermiştir. Zalım sözcü yaman sözcü şair sanılanın kendine yazdığı şiiri buluşma yerinde okur okumaz oracıkta hemen anında bir rubai daha zımbalayıvermiştir kalplerimize:

EY ŞAİR!
Kelimelerle geldim, şair, beni dizele
Ve gizle mesneviye, kasideye, gazele
Gizle ki en bilinmez, en mahrem mazmun olam
Sonra da sun, okunsun bu şiir 'En Güzel'e


Dipnot :
Şair sanılan : Fazlı Bayram
Söcü : Mehmet Yaşar
Canı cümleden aziz bilinen : H. Ahmet Eralp


Editörün Dipnotu :
Tütün Kâğıdı Kabuğu: Sigara kâğıtlarının topluca içine konulduğu kalın kağıt. Ebatı üç sigara kağıdı ebadına yakın, dış tarafında sigara kağıdının reklamı olup, sigara kağıtları ile kucaklaştığı yüzü yazısızdır. Bu yazısız bölüm şiir yazmak için uygun olup, içindeki kağıda tütün sarıp içmek kadar etkilidir.
Tütün Kâğıdı Kabuğu'nun Hikâyesi: Tütün kâğıdı kabuğuna Fazlı Bayram yazısını ve şiirini yazdıktan sonra. Sigara Kâğıdı kabuğunun içindeki sigara kâğıtlarının bir başında, bir de sonunda sigara kağıdı ebadında iki kağıt bulunmaktadır. (Bilgi: H. Ahmet ERALP) İşte bu kağıtlara Mehmet Yaşar rubai yazmaktadır. Meraklıları için: Fazlı Bayram tütün kağıdı kabuğuna yazı ve şiirini yazarken içindeki küçük kağıdı Mehmet Yaşar'a veriyormuş. Bu arada Fazlı Bayram sigara kağıtlarının baş tarafındaki kalın kağıdı veriyor, sonundaki ikinci kağıttan habersiz miş. Bunu Mehmet Yaşar tespit etmiş ama iki rubai yazmak zorunda kalacağından Fazlı Bayram'a söylemiyormuş. Ama nihayetinde Mehmet Yaşar yukarıda yayınlanan iki rubaiyi yazıyor. Ancak bundan sonraki Fazlı Bayram'ın her şiir ve yazısına karşı iki rubai borçlanmış oluyor.


********************************************
YANGIN



nümunesi ateş gözlerinden payesidir
ırmaklarca çöl evrene uzanan
bahtiyarlığın
gerekmez çıra
yaradır merhemi yine yaranın
aşk gözetmez
tutuşturup kül olmustur içinde yangının


yangın
yangın!
nerdesin
şurası hep buzdan demirden
erirse eğer lütfunden
gene senden senin zerrinden
seyrime endam
bin geceden
in geceden
yan geceden
yan gelip yattığım
dün geceden…




***
CİSİM



cam bardakta leke
kundakta şerbetler tadında zehir
tabakalardan arındırılmış tütün sızması
diplerine cami duvarlarının
bir içimlik zerdali yaftası
bir atımlık sürgün


cisim
yaylardan çıkmasıdır okun
kartal kanadındaki son damla kan
dimdik bir çuval ve açlık
tere yağda kıl
bülbül gömleklerinde düğüm





***
SÜRMENE SANCISI





/bıçağı keskin olur sürmenenin/
rahiv bir yelelenmenin bozkırında
sarı kantaron
ot demlemesiyle demlik içinde
deh dıgıdık
ve
tümden gelim serencamında
saç diplerinden rayihalanan
merhametin sürülmesi
sürme diye tahtlara
takrar alnından öpülen
meselelerin tecessümü
dolayısıyla merdiven basamaklarından
yukarı sonrası alınan kuru keyif
aşağı öncesi çekilen tuvalden kalma
ergime mi
bu belli
bilinmezin meseLA sonrasında
dolu testi su testisi
boş testi şarap
terazi kan terzisi


saat ışık ve tat
ve ayak
biraz da bu yana bak
gördüğümü göstermeden gördüm seni
beni gördüğünü gördüğümü de…
al sat al sat ne olacak böyle
dini sattı adam gözümün önünde
arşa ıslıklanan yalancı renkler
ışık olsa daha iyi
hem dumanı üstündedir ışığın
ihanet önce gözüne dolar eyvahın
sonra mabedidir sığınanının
ikimizi birbirimizden kurtaran
sen de meseLA sın
ben de
nerde La oluşumuzun farkındasıyız.




***
KALBİMDEKİ MERMİ





o mermiyi sen sürdün kalbime
böyle gezinirim sular gibi gölgende
her seher mazgallar aç
ziyaretçi gözlerine
sana bir tarih ve bir maden sunmalıyım
ötelerden berilerden


o mermiyi sen sürdün kalbime
koca bir kentin kenarından
ninni söyler gibi çocuklara
rüyalardan kalma sevinçlerdeyim
reçetem:
bozlaklar boyu Neşet Ustadan ağıtlar
balıkları sen çağır Keremleri ben


o mermiyi sen sürdün kalbime
önce tatlı bir sendelemeydi
öküz boynuzunda dünya yavan ve soğuk
mantar tohumu saçılmış gibi şimdi kalbim
her yerinde mayın
her yeri kopmuş bacak




***
BAYRAM KANADI KALBİM


şimdi bir bayram gelmeli bayram gibi bir bayram
ortasında gözlerine bakmalıyım
sen süpürmelisin bütün şüphe götürmeyen inançlarımı
şehrin en karanlık yerinde ben elini tutmalıyım
şimdi bir bayram gelmeli bayram gibi bir bayram
sabahında sır tutmalıyım


işte sana söyleyemediklerimin hepsi bu kadar
gözlerine bakan gözlerdeki yenilgiyim ben
şimdi bir bayram gelmeli bayram gibi bir bayram
ortasında çıldırmalıyım


sen temmuzda al kitaplarını kollarının altına
ben kıtalar arası acılara duçarım
kim hangi ülkede kanatırsa yaramı
ölüm kadar yakın Ebuzer kadar neferim ona
şimdi bir bayram gelmeli bayram gibi bir bayram
ortasında kardeşlik tesis etmeliyim


Mısır Suriye Filistin Cezayir Tunus Yemen
hanginize gelen mermiye göğsümü gereyim
şimdi bir bayram gelmeli bayram gibi bir bayram
her mazlumun yerine ben ölmeliyim


***


BAYRAM KANADI KALBİM II.


sen temmuzda al kitaplarını kollarının altına
ben kıtalar arası acılara duçarım
kim hangi ülkede kanatırsa yaramı
ölüm kadar yakın Ebuzer kadar neferim ona
şimdi bir bayram gelmeli bayram gibi bir bayram
ortasında kardeşlik tesis etmeliyim


Mısır Suriye Filistin Cezayir Tunus Yemen
hanginize gelen mermiye göğsümü gereyim
şimdi bir bayram gelmeli bayram gibi bir bayram
her mazlumun yerine ben ölmeliyim




***
YOLLAR YARE



bu dünyayı seven kalsın
ben gideyim yollar yare
gümbür gümbür coşan kalsın
ben gideyim yollar yare


yollar yare çıkar yare
turnam gökten aldım yare


derelerden izan alıp
şol odundan razı olup
dünya ahret meczup olup
ben gideyim hazret yare


yollar yare varır yare
derdinden ölürüm yare


fazlım bu yol arşa çıkar
düşme sakın dizin kırar
ahbaplarım alkış tutar
ben gideyim yollar yare




***
ÜMİTLE BESMELELENMİŞ KUNDAĞA
FEDA BİR ÖMÜR YA DA ANNE





sen beyaz güneşler taşır durursun
çekip ta ciğerlerimden üfleyeceğim dumanlara
ben kontak derdinde kumral bir çift gözün
şah damarları söküp neva denizlerinde
ve levhalardan hasad olma endişesinde


en verimli türküyü çalmak zamanıdır
zamanla her türkü çalınabilir


anne mi demiştik evet ANNE
bir fikrin yoksa anneye dair henüz
dert etme
yürekteki tohumdur anne
bir süvarinin mızrak tutuşudur
ırmak geçişidir bir sevdanın ANNE


***
VEFA


kızların bohçasında çeyiz giden muradım
zaid olduğum dildaşlarım kadar uçarı
incir kuşu avlarken sulandığım çeşmelerin
yeni yetme kayısı yıkamalarından
dökülen taze kokusu
şehre uzak bahar çiçeklerinin ikliminde
teke düşmüş tek düşmüş bir çift silindirli


hangi çoban tefsir eder ki içinde olanı
hangi kavalın sesi
kurşun vınlaması kadar cılız
biz büyüdük dünya hâlâ tertemiz
büyüdükçe kirlenen asıl bizlermişiz


muvazzafiyeti temdit edilmiş
bir general ne düşünür umurumda değil
vur durma vur bağrıma en derin hançerlerini
kendime hakkını helal edemiyorum şair
belki de oturup ağlaşmalıyız
bir sosyolojik vakanın başında
kulağımda küpelenmiş sözlerinle
diyorum hemen yanında
sen sorunu sor
sağına ve soluna bakmayacak olan bir benim
bana hakkını helal etmelisin artık şair.




***
DEVRİM ORKESTRASI



çelişkilerle dolu bir seremoni
orkestranın karar sesi mi
ritim bel kemiği hayatın
uzunca ve acıklı bir keman
yol göstericisi birazdan okunacak şarkının
makam bayati
bu çok uzun ve yorucu bir şarkı
ritim bel kemiği gerisi ona bağlı hayatın


cümbüş gırtlak yangını
Musul’u Kerkük’ü yakar
Urfa’da yeni bir endam kazanır
sesi kâlû belâ’dan kalma
klarnet çingene sokağı sahnenin
oyun havası kadar dokunaklı
kanun takipçisi her çalgının
her kalbe dokumuştur tırnağı
çelişkilerle dolu bir seremonide
bayati makamında
ritim bel kemiği hayatın


tambur
yaylı tambur
çarklardan ve raylardan alır sesini
salonikalıların dolma sonrası hazımsızlığıdır
ud İstanbul burjuvazisinin
light fingirdekliklerine yoldaş
çelişkilerle dolu bir seremoni
makam bayati
ritim bel kemiği hayatın


dermanı zehir böyle çalgıların ortasında
/başka çalgılar da var hepsini saymayacağım/
otomobil lastiğine bakıp kahrını zümrüt sayarım
binlerce çenginin ızdırabı şah damarda
senfoni “dım tıs dım tıs” hangi karanlıkta dinlenir
dokunduğum putların kirli parmaklarında
para tiksinerek mezarlara kaçarım
ülkemdir kafa kol ve ayak
kızıp kızıp sövdüğüm uyku sonrası
ürkek şiirlerimi silahlanmak sayarak
koksa koksa gezdiğim toprak
ritim ülkemin de bel kemiği
her yazıklanma
tahterevalli sonrasından kalma.


Editörün Mesajı: Yüreğinden Öpüyorum Fazlı Bayram


***
YAZI GÖRÜNCE

/geldiğini ne güzel söylemiştin abi
bittiğini de söylemelisin baharın/


yazı gör, bak geliyor, çiçek ibrik ısındı
içinde bahar tomurcukları açtı saçtı saçıldı
bayram şekerlerinin kağıtlarından bellikli
Elham cüzleri arasındaki yazı
bak gör sana neler neler ıtırdı.


bak bu yazı
al koynuna ruhuna kazı
asma kilitli tahta kubbeli kapı
anahtar deliğindeki heyecanın yazı
anlamaya çalış sıcaktır
terleyip terleyip soğuk sulara girme sonra
ipek gömlek giyme sakın
küstürme mağmursa yazı
hakkını vererek koy göl sümbüllerine
yangınlarının eteğindeki duvara
yazı çağır bahardan merdivenleri çıkarken
al önüne
bak nasıl geçiyor
ahtapot kolları gibi
sarsa da boğazını.


oldu bitti severim yazı
ama anlamam gözümden
akar gider yazı
bel bağlama çoğu da bir
anlayıp akledene azı da bir.






***
UZAK NÖBETİ



Toprak damların tavanında çivili tahta
Eski utanmaları bir bir getirir akla
Ölümden kurtulmuş savaşçı yenilgisi
Ölümden kurtulmuş savaşçı zaferi
Ey artmaz azalmaz hünerli sevgi
Taşı ruhumu al götür uzağa




***
YAŞAMAK

gün batımı dağlarının eşgalinde
künyendeki la sesi savrulur avuçlarına
sokak mavralarının sürgün ihdası
ilticagahındır lüküs bir villanın bahçesine
düşen izlerin
hasımane bir zümrüt ışıltısında
kuyruk sokumunda bir batman kir
ve bir reyhan dalı kuşatmasında şehrin ortasındasın


haber şu:
şehre horasandan gelen selamı alan olmamış
duyan yok
gören bilen de…


kendinden razı bir endamla
rızasının tersi bir iştigalin softalığında
ıhlamur yaprağının açısında kızıllanan
tempolu bir iç haykırışla
elindeki bastonla soru işareti gibi duran ihtiyarın
seksen beşlik ihtiyarın
sorusu sorulmamış cevabısın
tam da işte burası kangren
soru ne
o nuda bilen yok





***
ZİNCİR ATLASI


zincir
ucunda puha
boynunda adamın kandan çukur
bir ucu zincirin memur elinde
kıvrımlı merdivenler kıvrıla kıvrıla
iner zindana
indikçe aydınlanır her oda
ışığa kapanır nura açılır kapılar
içerlek bir tevekkül
içerlek bir sabır
aşka çıkar kör ucu kanlığın


zincir
zincir zindan yoldaşı
hükmün sırdaşı
adam vuruldu mu zincire
kalbe kadar geçer pası
adam vuruldu mu zincire
asırlarca çıkar sesi
adam vuruldu mu zincire
Yusuf olur her zerresi


/parça parça Yusuf olmayacaksan
ne vurulursun zincire be adam ! /




***
BEYAZ SAÇLI USTALAR



beyaz olur saçları ustaların
kiminde yağ
kiminde toz pas is
kiminde kir olur ama pis olmaz
saçlarında ustaların seccade izi
yıllar yük yoğurur her cangama bir çığır
paldır küldür motorlar sıhhat bulur
usta saçı değmişse dişliler ahenkli çağırır Türküyü


ustam getir oğlum takımları der
eğilirdi motora
ben beyaz saçlarını tarardım bakışlarımla
saçlarında bir dükkan vardı
on çıraklı beş kalfalı evlat tadında
altı da çocuk evde ekmek tarlada balık
bağ bozumu yaz ortasında dünyanın
ustamın saçları beyazlığında ve yorgun
ve kirli
ve paslı
ve isli


bazen çay söylerdi bana
oğlum derdi kanından birine seslenir gibi
arabalarda insan gibidir
işte şu motor insanın kalbi
temizse sorun yok
karıncalanmışsa umudunu kes


baharı çıraklığında yaşamış
çocukken çırak ustaların saçları beyaz olur
her çocuk cümlesi bana
beyaz saçlı ustalar çağırır
her sevinç nöbetlerimde benim
beyaz saçlı ustalar uyanır
freni pompala
rüzgarla çarpış
kendi kalbindeki dağlara tırman
insanın korkularıyla tanımlandığı bir devirde
gölgesini güneşe tutardı ustam


saçı beyaz olan ustalar cesur olur
destanlara ayarlı tondadır sesleri
silaha sürülmemiş mermiler büyür gönüllerinde
bir çağı açar bir çağı kapatırlar her gün
beyaz saçlı ustaların
uzun olur yolları
her ikindi vakti yürüyüşlerinde
uzak mağaralar vardır ezberlerinde






***


SINANMA KORKUSU





gölgeler kürek kemikleri
dolunay ve taş
her bakış cehennemlerine bir daha ateş
yükünün ağır olduğunu biliyorsun devlerin
incileri dökülmüş bir merhametin yolcusu
başkalarında karanlık bir dağ çıbanı sandalısın


aşkı yok sayarak tıkanmış damarların
baharın ve ayların
sonra uyuya kalmış çocukların
sümbül ve reyhanların hesabına
ayrılığa düşman basan kör zümreyle
ve tohumla birlikte
kangren kol ve ayakların akşamında
sabaha çıkmazcasına böylesin


neden böylesin esrük ve savaşçı
uykusuz ve yorgun
sonra leyla kuşanıp bu halinle mecnuna
neden saldırırsın anlamadım


gölgelerin ve baktığın gölgelerin
ne anlatıyorsa sana ben
ve ben ile başlarken saçmalıklarda
kendini arayan zavallı kaderin aynasından
yardımcı olmuyorsan gölgene
bu sen değilsin


kır oturduğun masayı
bir parça kağıdı ve kalemi
kağıt kırıldı kalem o keza
masa hala hüzzam mavrasında
cahil cahil aç avuçlarını tabela yırtıcılarına
onun da gölgesi muhal


ovala şu gözlerini
sövecek bu kadar çok şey varken
hala şalvar ceplerinden çekirgeler fışkırıyorken
ve hayat yalnız gölgelerden ibaretken
ellerin asanı kuşanmış yıldızların bekçisiyle
beşik bomboş bakarken odaya
kıvranma gölgene gel aslında aslın budur


dağlara bu kadar yalın olmanın cezası
bir resim ve bir heykel
işte sana son sözüm yastığın eczası
kimilerinin yağmur altında kalmış tuz gibi
önümüzde eriyenleri var


aşkın pazarlar ortasında ipliğin gibi
ne halin varsa gör helalini
bu seğirmelerin aldanmışlığında
gölge ve aşk ve şarap kokusuyla yaşamak
yaşamak mı bak bakalım bak da bil bakalım
aç karınları saya saya bitirebilecek misin bakalım?




***


ARİF ŞAİRİN BENİ ŞAŞIRTAN ESERİNE DAİR


Hamil-i kitabın şairi yakinimdir. Hem de öyle bin dokuz yüz seksenlerin milletvekili kartlarındaki cakalı ve caf caflı laflar gibi değil hakikaten yakinimdir. Yakınlığımız fikri maceramızın benzerliğindendir. Yakınlığımız kenar mahalleliğimizin benzerliğindendir. Yakınlığımız sıkıldık mı sövüşümüzdendir. Güzel sövme sanatlarını seviyor olmamız da bizi yakın kılar.
Lakin bu aziz dost, edebiyat mektebine duhul edişiyle birlikte bir takım karanlık düşüncelere, ayağı yere basmayan hallere kaptırdı kendini.
Şairliğini kibrinden takdirime sunmaz. Sunsa da benim tevazu sahibi olmaya çalışma isteğim, aziz dostun şairliğini değerlendirmeme müsaade etmez. Ancak üstadın bu güzide şiir kitabı ve hakikaten birer sanat eseri olan şiirleriyle alakalı üç beş kelam etmeden de olmaz.
Üstadın şair olma iddiasıyla âcizane 2005 yılında karşılaştım. İstifademize sunulan şiir ‘kokuyordu kızların’ başlıklı serbest, çok serbest şiir. O zaman da eleştirmiştik. Ancak üstadın özelliğidir sokak ağzıyla avam üslubuyla yapılan eleştirilere eşsiz bir gülümseme ışıldatır. Hah ben bu şiiri anladım derseniz de yüzündeki tebessüm yerini eyvah anlaşıldım mı yoksa endişesine bırakır. Eyvah anlaşıldım. Korkma dost bu şiirleri kimse anlamaz. Anladım diyenler seni endişelendirmek maksatlı söyler bunu. Sahi şair neden anlaşılmak istemez ki? Şu eşsiz mısralara bakar mısınız:


“Perşembe günü böyle geçti iyi ki geçti bu beni sevindirdi
Uyuşmuş bir silahın mermisiz kalışıdır bu böyle bambaşkadır
Daha köşeden geçip seyretmeyeceğim neydi o kokuların
Dursun da tek nasıl durursa dursun o kızların neydi o Allahım.”


Şehevi arzularını zorla bastırmış bir lise gencinin düşünceleri gibi görünüşte. Tabi ne anlamlar yüklediğini üstadın bu mısralara biz anlayamayız; özgünlüğün bu kadarına pes doğrusu. Özgün olacağız derken de insan içine çıkamaz olmamak lazım diye düşünüyorum. Üstadın hangi sanat anlayışını benimsiyorsunuz sanat için mi sanat, halk için mi sanat tuzak sorusuna düşmeyişini müşahede ettim. Ancak kitaptan edindiğim intiba sanat için sanat anlayışına daha yakın olduğunu hissettirdi bana. Bence Allah için olmayan sanat bid’attan başka bir şey değildir. Sanat kisvesi altındaki kültür güvesidir, medeniyet piresidir. Sanat ancak kültür ve medeniyete hizmet ettiği sürece Din-i Mübin-i İslamı yücelttiği sürece anlam ifade eder. Haçlı zihniyetinin insanı ancak bir beşer olarak gören; ihtiyaçlarının tatmin edilmesi gereken doyumsuz, nesilsiz ve soysuz dayatmalarından beslenen bir sanatı benimseyebilir miyiz? Üstat da elbette sanata nasıl bakacağını bilir. Ancak doğru ve zeminli bakışını âcizane ben kitabında pek hissedemedim.
Değerli şair:
Yüreğini ibrahim ateşiyle pişirmiş aziz dost. Biz ham yüreğimizle Yemen yollarında Türkü talim ederken medeniyet coğrafyamızı Türkülerin kanatlarında dolaşırken sen Türküleri Allah’a ısmarlamış, batının örümcek ağı gibi dimağımızı sarıp bizleri maddeye esir eden müzikleriyle hemhal olmuşsun belli ki. Yoksa şu mısraları yazarken kalemin titreyişini fark ederdin.


“Yine bir kız bilir ancak şimdi burada bu kızlar nasıl kokuyordur
Kızlar sarhoştu ayakta duramıyorlardı ben bunu anlıyordum”


Başta da belirttiğim gibi hamili kitabın şairi dostumdur hem de kallavi bir dost. Biz İmam Hatip mektebinde Din-i Mübin-i İslam öğrendik birlikte. Hadis, Tefsir, Kelam, Akaid ilimlerine talebe olduk. Ah o edebiyat mektebi ah. Ne olduysa üstada edebiyat mektebi sonrası oldu yoksa böyle abuk subuk şeyler yazar mıydı bu asım dost. Asımın neslinden olduğumuz dost.
Kitabın başlığına bakar mısınız efendim: “Beni Şaşırt” Defaatle okuduğum esere göre bu hitab Allah’a yapılmış kanaatimce. Değerli şair şaşırmak için neyi beklemektedir. Ya da nasıl bir şey istemektedir ki şaşırma duygusunu harekete geçirsin? Neye şaşırmak istemektedir? Niye şaşırmak istemektedir? Onun, yüce yaratıcının her eserine her dem şaşırmasını ne engellemektedir? Yoksa maazallah kalbi karardı da hissiyatı mı perdelendi? Yoksa güneşin her gün doğuşuna ve batışına; ağaçların ölüp ölüp dirilişine; topraktan her hayatın fışkırışına; rüzgâra, mevsime, yağmura, insana, berekete, aşka, akla, her an her zerreye; hatta ve hatta sivrisineğin kanadındaki zehre ve karıncanın rızkına şaşırmamak, şaşkınlıktan deliye dönmemek mümkün mü? “Beni şaşırt”ın diğer manasıyla üstadın böyle bir hitapta bulunmuş olması imkânsız. Çünkü şairin macerası Beni doğru yoldan şaşırt Yanlışa yönlendir sapıt hitabına manidir. Allah kimseyi bu manada şaşırtmasın (âmin). Biz mevlamızın Kudreti ve Rahmeti karşısında daim şaşkın, daha uygun bir ifade ile Hayretler içindeyiz.


Allahtan şair şu mısraları kaleme almış da endişelerimizin büyük çoğunluğu ortadan kalakmış. Bu şiirle kafamızdaki sisli fikirler aydınlanmıştır.


Gömlek


Onun terziliği iyidir aslında
Bir gömlekte bir pantolonda
Fakat burada biraz eksik çalışmıştır
Korkuyu tam şurada
Cebin içine kıvırmıştır
Düğme suratsız bir geyik gibi
Ortada kalmıştır
Sabun kaymıştır
Çaresizlik şu güneşle birlikte
Bize biraz daha yaklaşmıştır


Bu şiir tedaisi bakımından tasavvufi bir heyecanı taşır. Bu meyanda bazı şiirler kitaba serpiştirilmiştir. Şairin yüreğine sağlık. Türk edebiyatına böyle bir eser kazandırmış olması hamili kitap şahsımın sevincine sebep olmuştur her şeye rağmen. Üstada saygı ve hürmetlerimi arz ederim. O meyve verdi biz dahi taşladık.

***
OCAKTA BİR BARDAK ÇAY

/dokunaklı bir şarkının ardından
Aşka ve şaraba düşerse adam
Kahırlı kahırlı gülerse hayata kınamam/


şeffaf bardaklardan kayar önce ellerin
evvelinde yağlı dokunuş varsa
hissetmelisin bardağa şair
hüzün yağmurlarında
böylece yıkayıp bardağı
ocağın önünde sıraya dizmelisin
bin yıldır demlediğin
aşkla demlediğin
tavşan kanındaki
üç İhlas bir
Fatiha okunmuş demi
besmeleyle almalısın eline
sonra şair
bu helal rızkı
yüreğinden süzmelisin bardağa
bin yıldır dinlenmiş suyla tamamlayıp bardağı
ötelerin ötesine göndermelisin
ulak kimden geleni bildirmese de
içiciler bilmeli
bizim ocağın çayını
bizim ocak başkadır
şairler de bilir



***

EY YAR

bir cezbe halidir
zemherinin gök yüzü
ruh yiyen akrebin özü
vicdanlar ciks ayakkabılar
bir de yakut yüzük
benzim sapsarı


biraz da bana kal ey yar
bu vaveylanın cümlesi şeref konuğumdur
bu yara yüzlü ay doğmaları bahtıma
vicdanlar ciks ayakkabılar
biraz da bana kal ey yar


arı kovanlarında bir çalışmadır ömrüm
ölüm yalan hayat gerçek havsalama
mecnun gölgeleri sızmış dallarla örtülü aydınlığım
biraz da bana kal ey yar
ey zemherinin gök yüzü
ey kan kokulu yürek yarası


arzu korku ve umut
aşkın talihsiz yüzü
çam yaprakları
altında küf kokusu
etten kemikten ayrı tırnak acısı eğlencem
parmak uçlarında sabaha açım
biraz da bana kal ey yar
ey dirilişin güzel sancısı


***


İSMAİL OLMAK
İsmail hocama hürmetle
bir ismaildir seni ve beni çağıran
süleymaniye kubbelerine cehennem ateşinden
dağı taşı seni ve beni
sağ yanını eskite esikite Türkü öğreten
sana bana dağa ve taşa
ismail olmadan ateşten beri olmak
şiirler içre olmak ne mümkün


/senin damdan düşer gibi çıkışların vardır
zemheri ayazlarında sokak ortalarına/


adamdır İsmail
hüzün çapında bir adam
gözüm seni kapatıyor
kalbim seni açıyor İsmail


bin yıllık maceramızın
isyana dönüşmüş halidir ismail


***


YEDİ KERE HAFIZ


Memduh hocama hürmetle
hafızların ülkesinden bakılmaz
benim geceleri gölgelerime
kırılan ayna yüreğimin yansımasıydı
kanayan kalbin her damla kanı
ırmak ırmak satır satır haykırışlarımdı


âmalara da hafız denir ülkemde
içevi aşikârdır dışarıdan ama dünyayı görmez hafız
bilir yerini ağyar öğretmiştir zulmede zulmede
çarkların gövdesinde yaşar hafız ağlaya ağlaya
âma gözleriyle bakar dünyaya hafız


gel hafız gel omzuma koy başını
bana aşkı kusmadan bu taş bu beton
seninle meşk edelim
karın doyurmayan fikirler çekelim ciğerlerimize
profesyonel cümleler kur sen dil ustasısın
ben türkü çalayım hep ellerin türküsünü
mikrofanladan haykırayım yalnızlığımızı





çıplak ellerle savaşırdık
elimizi kim tutarsa
onundu ruhumuz


düştük mü lakin
bırakırdı o eller


biz yeniden dirilirdik
saçmalıklara söverdik fantin
bozulduk mu çaktırmazdık


Not: (Süleyman KARA müstear ismiyle yazan Fazlı BAYRAM kardeşimiz, bu şiirden itibaren kendi ismi ile yazmaya devam edecek. Editör ise gelen her şiirde; "acaba Şair Fazlı Bayram'ın bu şiiri hangi müstear ile yayınlanacak diye zulüm çekmeyecek")




***


AH FANTİN-XXV
la sesi
nisan akşamlarının kararı
zalim bir ezginin gül dalı
ve yeniden yeşerme coşkusu
sen en sevdiğim musikinin tınısı
sen usturuplu bir cümlenin öznesisin
ben âsanda salınan azık bohçası
gitme
fantin




***


AH FANTİN-XVII
Yusufi bir hüzünle dolu zindan
kelepçe bilekte
kelle yürekte
sesleri ahenkli demir kapılar
buz gibi duvarlar
donmuş suratlar
aklımda sen fantin
gerçekten de iki hece
zin dan
korkunç beton kokusu
ilikleri tükenmiş insan
gerçekten de iki hece


zin dan




***


BABAMIN TEKNESİ


İpek gömlek giymezdi babam
bilirdi haramdı
sabah seccadelerinin
yorgun bekçisiydi
rıskımızı helal sağardı geceden
hamuru döverdi vakit girmeden
namaz sonrası yakardı ocağımızı
bilirdik hamurumuz yoğrulmuş
bilirdik babamız yorulmuş


lokma lokma dökerdi hüznünü
kızgın yağın içine türküler eşliğinde
‘zülüf dökülmüş yüze aman’
bir yangın yeriydi babamın yüreği
marifetli ellerinden dökülen lokmalar
tekkede pişer ve olgunlaşır
sonra şerbete kavuşurdu
şerbet kevser tadında
şerbet cennetten bir ırmak


kahvaltı sırası babamın şimdi
biz okul çantası sırtta
harçlıklar cepte güle oynaya
her şeyimiz tas tamam çıkarken evden
babam hüznüyle kalırdı sofrada
sonra çarşı pazar


benim babam helal ekmek savaşçısı
yatsı okunurken eşikte görünen kahraman




***


AH FANTİN-XXI


bütün bilgelik sendedir
güç onur ve sır
çözülmeyen düğümlerin eli bıçaklı kahramanısın
sen tarifsiz duyguların gizdarı



türlü çağların çobanısın
kırlar ülkesinin sabahı
yollar ustasının akşamısın


ey fantin
ey bu mısraların esrarı
solunda musa
sağında İsmail
karşında ben
hangi taşı yerine koysan yakışır
hangi göz yaşına damla olsan ırmak olur




***
TANIM


misyon:
sigara dumanı
dört ay giyilmiş
cekete sinen


siyaset:
bu hesap tutmaz
ebcet hesabıyla
haftaya
gel haftaya


merhamet:
kara çalı
koyun yünü bekleyen
ham duvara
sürülmemiş harç
kurur az sonra.


günah:
ağız kokusu
sabahları çekilmeyen
gece tortusu.


hayat:
namlular on ikiyi gösterince yat.


***


MODERNİZMİN ÇOCUKLARI


Biz modernizmin çocukları
Biz politik tutsaklar.
Hangi taşa vursak başımızı kalbimizden yaralanırız. Hangi acıyı koysak önümüze ateş olur kor olur el vurup dindiremeyiz. Kırgın akacak yatağımız bile yoktur. Eskilerin vardı, akıyorlar hala, kimi kırgın olsa da bu yatağa.
Biz modernizmin çocukları çiklet çiğner gibi yalan doludur ağzımız. Oku da bilmeyiz yayı da; bol keseden atarız. Hani ile başlayan salak, saçma cümleler kurarız her şeyi anlattık sanırız. Ney hani arkadaş? Sadakımız yoktur; içinden tarih çekip, gönül gerip, menzile uçuracak sevdalarımızı. Biz mazinin unutulmayanlarıdan taşımayız geleceğe. Yolda bulduğumuz her şeyi doldururuz içimize son bahara yer kalmaz. Parfümler sıkar cöleler süreriz yırtık pantolonlarımız ..çımızdan düşse de moda zırvasına uyarız. Tüketiriz ancak ne varsa tüketirken de hayvanlar olduğumuzu haykırır cesetlerimiz. Vicdan, merhamet, ahlak, iman yabancıyız bu deryalara. Biz homoekonomikusun çocukları…

Köpek gibi bağırışları müzik diye dinler ecdat sanıp muhteşem rezilliklerine akarız ekranların sabahlaraca. Sonra birbirimize anlatırız akşamlaraca. Öyle bin miligramlık Türküler falan bilmeyiz. Sonra yadırgarız asıl medeniyetimizi, kültürümüzü, mukaddesatımızı, bin yıllık misyonun adı olan bin milletten oluşan Türklüğümüzü.
Tahakküm altında olmanın sorumsuzluğunu ve rahatlığını yaşarken özgürlük mavraları savururuz. İçine düştüğümüz ben her şeyden üstündür. Hatır gönül, büyük küçük bilmeyiz; tefekkürü ve tevekkülü de... Verdiğimiz sözün yabancılarıyız ezelde. Biz modernizmin çocukları ah ne afyonlar yemişiz ayılamayız gün ortalarında. Ne ceylanlar biliriz marallar oymağında oturup onunla ağlayacak ne de hüzün biliriz içine düşüp sevgiliyi anacak. Nerden alınır bilmeyiz ki yaralarımızı yüreğimizden sızsın kan. Hangi kapıya gitsek bir pusu bir zindan ah kaybettik biz Leyla’yı ondan. Modern zamanların bize altın tasta sunduğu ağuyu, alır uyur, giyer uyur, yer içer yakar basar ama uyur hep uyuruz, uyuruz oynarız.
Şimdi sövecek bir fail yok ortada. Olsa da biz sövmeyi de unuttuk modern kentlerde. Alışkanlıklarımızın anahtarını kaybettik altın bilezik diye taktığımız tasmaların kelepçelerin prangaların da.
Bir cahiliye dönemidir bu da elbet geçecek
Leyla gelip bütün izm’i yer ile yeksan edecek


Dua edelim de Leyla bizden el yumuş olmasın yoksa bütün izm’ler bizi yok edecek.


“Sen sultansın nazlan ceylan
Senden aldığım yaralardandır
Yüreğimden sızan kan”
(h.ejderha)


Hala hüzünvarım bu modernizmin kuşatmasını yarıp o gediği açacaktır Türkü Dostları biliyorum. Yemenden gelecek kervanlar bütün medeniyet coğrafyamızı dolaşacaktır eminim. Benim de mızrabım hazır kim bilir ne zaman nerede katılacağım onlara.
Ceylanlar var ya o marallar oymağındaki; ümidinizi kesmeyin onlar bizi bu modernizm furyasından kurtaracaklar. Ne mutlu onlarla oturup ağlayanlara ah o ağlayanlar var ya onlardır kalbimin evliyaları. Ceylan sultandır nazlanacak elbet biraz geç kalacak belki; ama ceylanlar kente akın ettiği gün modernizmin kara bulutları dağılacak kafalarımızdaki.
Biz modernizmin çocukları Sahabe kadar militan olacağız o an.
Horasan erenleri gibi kuşanacağız pusatımızı her birimiz bir ordu her birimiz hürriyet bekçisi…
Sonra kurtaracağız bu mukaddes medeniyeti önce kendimizden sonra bütün sisli fikirlerden.
Hıtta deyince başlayacak her şey yenide
****


AŞK GİBİ


/şairler bilir kime yazılanı/





bin dokuzyüz seksen yedi ilkokullarında
ödevini yapmamış talebe gibiyim
suçluluğumun çocukça tarifi
ürkek yalanlar
yalan olduğu bilinen yalanlar
silleler yüzümü eskitmeyin


bir damla dedik ey şair yürekli dost
yangınım bir damlalık değil elbet
‘ancak sana aşikar sırlar’ taşırım gönlümde
tahtın gönlümde
merhametini nerde unuttun
daim yanında merhametin
yüreğin gibi
aşk gibi
sen gibi
nerede unuttun


bir damla dediysek
senin bir damlan ırmaklar gibidir bilirim
maveradan akan ırmaklar
menkıben gibi
köy gibi
sen gibi


adını taşıyanlar bilirim senden evvelde
bin yıldır taşıyanlar bin yıl evveden
bin yıl sen dahi taşırsın İnşallah bu adı
bin yıl ebede
yüreğinden sızan kan gibi
sen gibi
aşk gibi




***


AH FANTİN IXI


şiiri kağıda
aşkı yüreğe yazmalı



sadırlarda da satırlarda da
adın olmalı fantin
efsunlu bir gül gibi bülbül gibi
yaşmağından kam alıp
türkülerce saçlarını kuşatmalı
saçlarını.
yunuslardan celallardan
bastığın toz topraklardan
yudum yudum şaraplarlardan
devşirmeli saçlarını.
körpe körpe başaklardan
altın gibi kuşaklardan
kıldan ince kılıçlardan
devşirmeli saçlarını.
gürbüz gürbüz yanaklardan
Allah diyen dudaklardan
aşk oduna yananlardan
siyah saçın devşirmeli.
cesurluktan korkaklıktan
hürriyetten esirlikten
ayıklıktan sarhoşluktan
sırma saçın devşirmeli.
damdan düşen ağıtlardan
yakut yakut bakışlardan
seherdeki cumbuşlardan
ayak tozun devşirmeli.
kemanlardan bağlamamdan
hançer bıçak ağrılardan
yanan biten süleymandan
nurlu saçın devşirmeli.
işte böyle fantin
adını devşirip mevcudattan
her zerreye aşk yazmalı.



***


AH FANTİN VIII


nedir zaman fantin
aynalar ortasında bir kısır döngü mü?
nasırlı ellerle yağmur sağmak mı bulutlardan
ya da
her dem yeniden cemre gibi düşmek mi toprağa
nedir zaman fantin
yeniden başa döndürülmek mi?


silaha takılmamış süngüler ortasında
hilkat giymişim
adım eşref-i mahlukat
ben kepazeyim
nedir zaman fantin?
aşktan kerbelaya düşüren bir ümran mı?
kerbeladan aşka teslim eden
yedi emin adlı bir kişi mi?


okyanuslar dolunaydan korkar
ben zamandan fantin
git gel
in çık
kah isterim seller gibi aksın ayak uçlarımdan
kah kutuplar kadar buz tutsun genzimde zaman


duracak zaman değil derdi babam
habire geçer de durur zaman
sen elimden tut fantin
orta yerde durduğunda zaman


bu zamanda aşk mı kaldı
aktı içinden zaman içi boş kaldı.


***

ÜSTADA ZİYARET


kelimeleri yollara vurdum
yüreğimi dağlara
yollar uzayıp giden yollar
sükut nedir bilmeyen dağlar
yüreğime yağan yağmurları
bu sabah evde bırakarak
sonra yalancı yüzümü eşiğe sürüp
yatağa mermi sürer gibi
çıktım
/üstad o kadar büyük ve büyülüydü
kapısında eskittiğim yalancı yüzümü alnından öptü
keşke tokatlasaydı/
çarpıp çıkmalı bu kalbin kanatlarını


***


AH FANTİN VII


seherde güneş batmalarına
aldırma sen
bir gün seni doğacak
içerden bu yer yüzü
tütün eski bir yoldaştır
sırmalı kesende
hüzünlerine, acılarına,
eyvah'larına
elinle tutuşan ellerim
eskiden beri yanıyor
aynadan düşme bir kukla terazi
bir de masalımsı yürek bozması cebimde kalan


sen ve ben
bir de leyla
bahara konan uçurtmalar gibiyiz
aynı alın yazısında geçer adımız


ne varsa indirmek kalbimdeki tahttan
yerine seni koymak fantin
cam kırıkları gibi acıtsan da içimi


şeytanın yüzüne haykıra haykıra eblehliğini
koşmak istiyorum senin yurduna fantin
duyan kara haber sansın kavuşmalarımızı
lekeler suya karışıp aksın bağrımızdan
aynı günde aynı vakitte olalım fantin
ben gece sen gündüz gibi olmuyor böyle


***

GİTME VAKTİDİR


düğümlediğim kör düğümleri çöz dilek ağacı
dağıt başıma topladığım bütün yıldızlarını
sen kal beton şehirlerde
ben bohçamda kuru ekmek
çekileyim tereyağlardan kıl gibi ince ince
tenha kaldığım kolhozlar sizin olsun
gideyim sen gelmesen de
gelmese de Leyla

***
AH FANTİN VI


fantin
ben dağlarına geldim
hüzünlü ılıman dağlarına
eteklerinde nehirler coşan nehirler
kalbinde mağara.


bu dağlar bu senin koskoca omuzların gibi
ipekten yumuşak kara taşları
bağrımdaki yaralara basa basa geldim.


senin dağlarında fantin
kuşlar bir başka mırıldanır adını
kurtlar aslanlar bir körpe kuzu
ağaçlar her bir ağaç şairdir seni yazan şairler
bulutlar bir denklem
güneş utanır batmaya
senin dağlarında
şah damarım bir başka atar.


kopar karıncalar
toprak gül kokusunda
ay yüzünü kıskanır üzülür aydınlığına
ah öyle bir içerdendir ki
içevimdeki buzullar çözülür her ünlenişte.


***
FİLİSTİNDE BİR ÇOCUK


Çocuk bir lahza durdu

saman çöpünü taşıyan karınca
ve bir at sineği konacak kalp arayan
durdu zaman
durdu dünya
bakışlarından döküldü tertemiz ezberler
içinden akan korkular çocuk korkuları
bembeyazlarla yeniledi kendini.


Çocuk bir kurşunla
bir kurşun gibi buz gibi
bir lahza durdu
sonra toprak öptü alnından
kırlarımız sarıya boyandı.




***


BİR MİSKİN BUNU DİLER DE DURUR


düş bedenimden bu kutsal topraklara da
ruhum şad olsun
ne gezer durursun necis vücudum nur dolsun
Allahü Ekber Allahü Eber


sen ey bin damlası kıymetsizken
bir damlası bin batman
yanakları al al durmak toprağa yakışır
çekil ki yüzüm sararsın
dökül ki toprak şen olsun
şu bozkır şu Konevinin Konyası
erenlere kutlu olsun




***
AH FANTİN-III


O ve be
fantin,
işte cehennem
yeşil sarık ünlenir arkamızdan artık
gögeler matemli camlara ah eder


gel fantin gel
sana da doldurayım
kanla karıştırıp içtiğim göz yaşından
sen bu tatlı iklimleri taşı sonra
karanlıklar ortasına
kam al fikir al
zamanın raksından


semazen bir tur daha!
bir şey anlamadım bu son oyundan
nedir oynadığın folklorik bir kumar mı?
o üflediğin nedir ruhu münezzeh huzurdan
/böylemiydi bu oyun eskiden fantin/


kalplerimiz kara taşlarca uzanan caddelerde parke parke
bana nedir ki fantin
işte hayat işte baht
işte mabet fantin
tükenmez murad varsa dünyada ne gam
benim muradımı bilirsin




***


BEDENİM KOLHOZDA


"Yüreğim yanımdadır Ali İlbey dost"


bu kolhozlar bu esir kampları
bu bir günü bin gün kan ocakları
içinden can ve umut akan ırmaklarıyla
her yanı sarmışlar dört koldan
içinde eyvahlar içinde karanlık kör kuyular
her canı yutmuşlar dört koldan


/ midemden boğazıma boğazımdan ağzıma çıkan
pörsümüş turşu tadında kolhozlar
bu halde gülümserim
gözlerim yumak yumak /


sonra sen gelirsin
‘’halk içinde Hak ile ol’’ öğüdü gelir beraber
makineler çiçek açar

dişliler gül kokar
iğneler iplikler seni dokur
sesin olur demirden uğultular


sonra
kapitalizmin bu iğrenç mabetlerinden
sümbül kokusu gibi akarım
sükut bir lahza
sonra secdeler…




***


AH FANTİN-II


mücevher kutusu
içinde kalbim
bilmecesi kaybolmuş kriptoyum bazen
bazen da kasap vitrinlerinde asılmış

körpe bir kuzu
doğranmaya hazırım etten bıçaklarla


/''sen geldin şehrimize bahar geldi
yarın iktidara gelince ülkemize de bahar gelecek''
bu yalanı söyledim ama inanmadım/


dizlerim üşüyor şimdi otobüs duraklarında
ülkemde taş beton asfalt ve heykel
suratlarımızda aç bir buz gibilik
kolhozlar dört yanımızda fantin
gök yüzünde İsa ile çağıran yok Mevlacı aramızda
çağrımız demir
çağrımız çarklara
seni taşıyan toprak gelmez burda akıllara


mahşerimiz diskolar eğlence tabutları
mabetlerimiz AVMler olmuş
kalplerimizin en güzel köşesi herodot'un
gönlümüz midemizdir açlıktan ölen midemiz
gözlerimiz şehvetlere esir
şöhret sevdası manevi bir sır içimizde fantin


çıkmaz sokaklarında şehrin kaybolmuş bir umudum
beni bul
beni ört
beni sakla fantin


***


SIZILI TÜRKÜ
Tunadan altaylara kılıç vurmuştur yüreğim
Şimdi nur mağarasında gergef işler dururum
Ben türküyü şehr-i maraşta öğrendim
En hüzünlüsünü en sızılısını seçer,
Maveradan aşağı söyler dururum.

***
AH FANTİN-I



sen kara bağrımda
bir kara kördüğümsün
baktığım her yerde resmin fantin
yediğim sen içtiğim sen
çektiğim sensin
ciğerimi yaktın fantin


her saçma sapan davranışımda sen gelirsin aklıma
ama sen hep aklımdasın ki fantin
belki de bu yüzden saçma sapan davranır da dururum
yüzüm sana gönlüm sana ruhum sana dönüktür
al beni bir, bu saçmalıkların içinden de
yol kenarlarından aşka teslim et fantin


ve duvarlarda terk edilen hattatım şimdi.
Ezbere bildiğin olmaktı oysa muradım.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder