DEMİRCİLER ÇARŞISI / İbrahim GÖKBURUN













At soluğu değmiş yüzüne
Demirciler çarşısında kırk yıldır
Atlar incinmesin diye nal döven
Alın teri döken Nalbant Ökkeş
Ekmek, emek ve besmele…

Dörtnala koşan atların sesinden tanıdım seni
Seni bir kez devletle konuşurken görmüştüm
Demiri terinde eriten sabrını
Görmüştü devlet: nal ve mıh demiştin

Demirciler Çarşısı’nda…
Çekiş sesleri serilmiş yerlere
Koca çınar devrilmiş, dervişler çekilmiş
Ahilerin çeşmesinde kesilince suyun sesi
Kesilmiş bileği Nalbant Ökkeş’in

Demirciler Çarşısında sakar bir çıraktım
Durmadan su taşırdım ustama
Yeni terlemiş bıyıklarımda demir tozu
Çocuk yorgunluğu, dostluğu, muhabbeti
Demiri erimiş su gibi akarken görmüştüm

Sesin paslı sızısı karışmış sesime
Demirciler Çarşısında…
Kılıçtan keskin sabrın ustası bugün
Para pul istemez hiç kimseden
Veli nimetimizdir müşteri bizim
Kırılmayı hak etseler de kırmadım hiçbirini
Son sözüdür bu Nalbant Ökkeş’in

Çifte su verilmiş elindeki keskin bıçak 
Son işidir Bekri Mustafa’nın
Son günüdür Demirciler Çarşısında
Gidecek yeri olsa toplamış tası tarağı
Bekri Mustafa yılların keskin ustası
Kolundaki saat dönse de
Zaman durmuş demirciler çarşısında

Demiri altın terazide tartan ustalar
Elleri nasırlı yürekleri demir
Kalpleri ipek gibi ince ve serin
Bu ellerin hüneridir sazın teli
Kapının kilidi, evin iğnesi, türkülerin sesi

Tarihin mührüydü Kapalı Çarşı
Maraş’ta kalenin dibinde
Şu koca çınarın önünde durmadan akardı bir ulu çeşme
Önce çeşme sonra çınar kurudu
Kubbeler, minareler, Taş Mescit, Katiphan
Kurumuş çınarın dalında dağılmış kuş yuvası gibi
İnsanın hilesini gizleyen ne varsa
Saçılıp dökülmüş yerlere…

Demirciler çarşısında Nalbant Ökkeş
Söylenir durur siz kuşları ürküttünüz
Gökyüzünü küstürdüğünüz
Siz Allah’ın övdüğü atları öldürdünüz
Bilenmiş öfkesi nalbant Ökkeş’in
Elinde kocaman bir çekiç
Kimseyi kırmamak için
Parmaklarını dövüyor bugün…


***
 HATAY’DAN DÜNYAYA UZATILAN ZEYTİN DALI: ZİFİR


Şimdilerde Afrin ve “Zeytin Dalı” harekâtı ile gündemde olan Hatay’da savaşın yanı başında “Zulmün İrfan ve Fikir ile Reddi” sloganı ile yayımlanan Zifir Dergisi’nin 5. Sayısı okurla buluştu. Taşrada çıkan ve bir süre sonra dergiler mezarlığında kaybolan, bir mezar taşı bile olmayan dergilerin görüntüsünü anımsatıyor; ama derginin sayfalarını çevirdikçe Zifir’in kararlı, istikrarlı ve çıktığı yolu, taşıdığı yükü bilen bir çabanın ürünü olduğu fark ediliyor.

“Zifir” daha ilk bakışta adıyla, tasarımıyla dikkat çekiyor. Derginin adı “Zifir” ve kapağın alt kısmında “ZİFİR” ters yazılmış bir şekilde tasarlanmış. Dergide iletişim adresi dışında herhangi bir isim, editör, sorumlu veya (sorunlu müdür) künye bulunmuyor. Benim gibi fısıltı gazetelerini takip etmiyorsanız dergiyi bir süre takip etmeden Zifir’i kimin ya da kimlerin çıkardığını öğrenemezsiniz. Dergilerin ilk sayınında heyecanla ve coşkuyla sunulan sunuş, önsöz ya da manifesto yazıları genellikle ilk sayfada ya da ön kapakta yer alırken Zifir’de “Kimlik Beyanı” başlığıyla yer alan arka kapakta yer alan manifesto metni oldukça iddialı. Zifir, büyük bir mahallenin genç kabadayısıdır. Tecrübesiz ve heyecanlıdır. Lakin olgundur. Zaman zaman taşkınlık yapıp yüksek desibelde naralar atabilir ve gerektiğinde racon kesip asayişi sağlamaya kalkışabilir. Olur öyle gençlikte.  Zifir, mahallenin hem önemsenmeyen hem de korkulan külhanbeyi” Zifir klasik edebiyat dergilerinden ve fanzinlerden farklı olarak açık açık rocan keseceğini ifade ediyor. Herkesin gizli gizli yaptığını açıktan yapacağını ilan ediyor. Bu noktada Zifir’de yer almak isteyenlerin şahsiyet ve kimlik sahibi olma şartını koşuyor.

At izinin it izine karıştığı, çürük raporu almak için hastahane-pastahane gezenlerin kimseye söz bırakmadığı zamanlarda Zifir’in “Kimlik Beyanı” manifestosu oldukça önemli. Şahsiyetsizliğin çağdaşlık olduğu bir dönemde çağ dışı bir dergi olmak için yola çıktığını beyan eden Zifir; bütün bunları normal gören ulusal ve yerel edebiyat dergilerine karşı bir itiraz olarak sesleniyor.

Zifir Dergisi Hatay’da öğrenci harçlıkları ve asgari ücretle ailesinin iaşesini temin etmeye çalışan birkaç güzel insanın fedakârlıklarıyla çıkıyor. Devlet desteği yok, banka desteği yok, kanka desteği yok. Reklam tekliflerini (kitap tanıtımları hariç) şiddetle ret ediyor. Savaşa, yaşam telaşına rağmen 5. Sayısına ulaşan Zifir Hatay’da yetişen Gazi Balcı, Muhammet İbrahim Balcı, Yakup Ünsal, Halit Aslan, Ahmet Menteş, C. Büşra Dokgöz, Yusuf Bedir, Ejder Turan, Meryem Genel, genç kalemlerin sesi olmakla birlikte Selçuk Küpçük, Orhan Tepebaş, Mustafa Uçurum, Celal Fedai gibi isimlerde ürünleriyle yer aldı. Selçuk Küpçük, Zifir’in 5. Sayısında “1970’lerde Türk Solu ve Ülkücü Hareketin Müzikal Pratiği” adıyla karşılaştırmalı olarak dönemin politik müzik ortamına dair olduk önemli bir yazıyla yer alıyor.

            Hatay Suriye’de yaşananlardan en çok etkilenen şehirlerimizden biri. Şu anda yaklaşık yarım milyon Suriyeli muhacir kardeşlerimize ev sahipliği yapan Hatay’ın nüfusunun %30’u Suriyelilerden oluşuyor. Silahların ve çocukların ağıt sesi şehrin kalbinde duyuluyor. Bütün bunlara rağmen edep ve edebiyat konusunda düşünen ve üreten bir hareket var Hatay’da. Hatay’da askerlik yaptım. Askerken şu anda savaşın yaşandığı Afrin bölgesinde birçok köyü uzaktan da olsa gördüm. Hafta sonlar çarşı izninde ise Hatay’da bulunan Doğubatı Kitapevi’nin sahibi ve Zifir dergisini kotaran ekibin arasında yer alan Abdulkadir Şahin beyi tanıdım. Okuyan yazan hayatında kitaba ve kelimeye yer açan herkesin Hatay’da uğradığı Doğubatı Kitapevi, büyükşehirlerde kaybolup giden ama özlemle yad edilen mekanları anımsatıyor. Doğubatı Kitapevi’nde buluşan gençlerin “Belki birkaç okuru ilgilendirir diye ummak isteyişimizin yansımasıdır, Zifir”.

***

1915 OLAYLARI NEDEN YAŞANDI?


Geçmişte yaşananların doğru bir şekilde anlaşılası için; “yaşananların niçin yaşandığı[1] zaman ve mekân bağlamında irdelenerek, sonuçların objektif bir yaklaşımla ortaya konulması gerekir. Özellikle tarihi konular; olayın gerçekleştiği dönemin koşulları dikkate alınarak; neden-sonuç bağlamında değerlendirilmelidir. Tarih, bir zincirin halkaları gibi birbirine bağlı; ancak bu bağ çok yönlü ve karmaşık nedenler örgüsüdür. Geçmişte yaşanan olayların incelenmesi bir anlamda nedenlerin çözümlenmesidir.                                    
Batının dilinden düşürmediği, 1915 olayları yüz yıldır Türkiye gündemini meşgul eden bir konu. Osmanlı Devleti’nin son yılları ve Cumhuriyetin ilanından günümüze 1915 olayları ile ilgili binlerce kitap, on binlerce makale yayımlandı. Konuyla ilgili konferanslar, sempozyumlar, bildiriler sunuldu. birçok ülkede binlerce gösteri düzenleyerek olayları ajite etmeye çalışan Ermeni Diasporası ve emperyalist Batı; 1915’te “yaşananlar niçin yaşandı”[2] sorusunu hiçbir zaman gündeme getirmeksizin 1915 olaylarının sonuçları üzerinden Türk milletini suçlamanın şehvetiyle her türlü yola başvuruyor.
1915 olaylarının 100. yılı vesilesiyle, 2015 yılında suçlama ve iftira faaliyetlerine hız veren “Ermeni diasporası Türkiye’yi cezalandırmak, diz çöktürmek istiyor… duygusal ihtiyaçları gerçekten de bu”[3]. Tarih biliminin temelini oluşturan nedensellik ilkesini hiçe sayarak olayların sonuçları üzerine siyasi bir söylem kuran Ermeniler; “Sadece siyasi bir söylem değil, neredeyse tüm sanat faaliyetleri tek bir konuya, 1915’e odaklandı. Öyle ki bu alanda sözü olmayan sanatçı ‘milli’ olmaktan çıktı, kültürü temsil etmekten uzaklaştı. Yaratıcılık tek bir noktada, ortak acının simgesi olan soykırımda yoğunlaştırıldı. Soykırım Ermeni olmanın ön koşulu haline geldi”[4]. Bu durum ülkemizde de belli bir kesim tarafından aydın olarak kabul görmenin ön koşulu haline geldi. Eğer şu kadar Ermeni- şu kadar Kürt kesildi derseniz; size Nobel de verirler, çeyrek altın da takarlar. Yazdıklarınız vasatın altında da olsa “Bütün akrabalarını 1915’te kasap Türklerin ellerinde kaybetmiş soykırım zede bir sülalenin torunuyum”[5] dediğiniz an çok satanlar listesine girersiniz, Bazılarından alkış da alırsınız; ama şahsiyetiniz ve insanlığınız yaralanır.
  1915 olaylarına, Ermeni Diasporası ve işbirlikçilerinden farklı bir bakışla yaklaşan Etyen Mahçupyan; “1915-2015 Yüz Yıllık Sorun” kitabında “Tarih; tabi ki belgeleri de içerecek şekilde tarihsel bir veri tabanı üzerinde yapılabilir ancak. Ne var ki bu veri tabanının kendisi tarih değildir. Disiplinin ilk dönemlerinde geçerli olan ‘ne oldu’ ve ‘kim yaptı’ gibi sorular açıklayıcı bir tarih metni için yetersizdir. Hatta ‘nasıl oldu’ sorusu bile günümüzün tarih anlayışı karşısında sadece bir hikâye aktarımına vesile olabilir. Asıl soru yaşananların niçin yaşandığıdır”[6]. 1915 olaylarının düğümü bu soruda çözülüyor. 1915 olayları niçin yaşandı?
1915’te Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devleti’nin ateşin ortasında kaldığı bir zamanda niçin Ermeniler göçe zorladı. Osmanlının üç kıtada at koşturduğu, Karadeniz’in bir Türk gölü haline geldiği, Akdeniz’in Osmanlı donanması tarafından kontrol edildiği dönemlerde değil de niçin 1915’te devletin ateşin ortasında kaldığı bir anda Tehcir Kanunu çıkarıldı.
XI. yüzyılda Türklerin Anadolu’yu fethiyle başlayan Türk-Ermeni ilişkilerinde XIX. Yüzyılın ortalarına kadar yüzyıllarca herhangi bir sorun yaşanmamıştır. Osmanlı tarihi boyunca devletine bağlı, milletle kaynaşmış olan Ermeniler; millet-i sadıka olarak nitelendirilmiştir. Osmanlı’nın adil, insani ve hoşgörü anlayışına dayalı yönetiminde; kendi dinî liderlerini seçme, sosyal müesseselerini açma ve idare etme, kendi imkânları ve kararlarıyla okul açma, açtıkları okullarda ana dilleri Ermenice ile geleneklerine ve inançlarına göre eğitim yapma hakkını kullanan Ermeniler; Osmanlı devletinde huzurlu ve güvenli bir hayat sürmüştür. Çünkü Osmanlı Devleti coğrafyasında yaşayan herkesin (gayri Müslimler dahil) inanç, ibadet, eğitim-öğretim özgürlüğü, can ve mal güvenliğini teminat altına almıştır.
Türk-Ermeni ilişkilerinde XIX. yüzyılın ortalarına kadar herhangi bir sorun görülmezken; XIX. yüzyıl sonlarında ve XX. yüzyıl başlangıcında ne oldu? Neler yaşandı? Tehcir (göç) Kanunu neden çıkarıldı. Konuyla ilgili daha önce yüzlerce kez farklı platformlarda düşüncelerini açıklayan Etyen Mahçupyan; olayların 100. yılında düşüncelerini bir kitap bütünlüğünde farklı bir üslupla açıklıyor.
Kitabın adını: “1915-2015 Yüz Yıllık Sorun” koyan Mahçupyan; Ermeni Diasporası ve işbirlikçilerini oldukça öfkelendirdi. Kitabının kapağında her ne kadar büyük harflerle “Ermeni Soykırımı” diye bağırmasa da içerikte açık ve net bir şekilde 1915’te yaşananları bir soykırım olarak gördüğünü vurguluyor. Mahçupyan;“1915 tehcirinin Ermenileri hedef aldığı onları kişisel özelliklerinden bağımsız olarak, sırf kimlikleri nedeniyle sürdürdüğü bu tehcirin merkezden planlandığı, yönettildiği ve takip edildiği, konusunda bir görüş ayrılığı zaten yok. …1915’in soykırım olmaması için tehcirin bir kimliğin kısmi imhası kastıyla yapılmadığını savunmak gerekiyor. Ne var ki bu pek de kolay değil… Tehcir 1915 Mayısından başlayarak 1916 sonuna kadar sürüyor ve onlarca kafile gidiyor. … bu durumda 1915 ve sonrasının bir soykırım olmadığını savunmak çok zor gözüküyor”[7]
 Bu konuda ortaya koyduğu fikirleriyle dikkat çeken Mahçupyan; “1915-2015 Yüz Yıllık Sorun”u anlatırken, olayları birazcık incelterek anlatmaya çalıştığı için Ermeni Diasporası ve işbirlikçilerinin hışmına uğramış gözüküyor. Tarih biliminin nedensellik ilkesini vurgulayarak konuya giriş yapan Mahçupyan, 200 sayfalık kitabında birkaç kez 1915 olaylarının nedenlerine dokunmaya çalışsa da açık ve net cümleler kurmaktan kaçınıyor. Çünkü “Diasporaya hâkim olan ermeni milliyetçiliği, Batı dünyasının siyasetini kullanarak Türkiye’ye baskı yapmanın peşinde”[8] Diasporanın baskısı sadece Türkiye’ye yönelik değil; aynı zamanda 1915 olayları ile ilgili ‘soykırım’ kavramı dışında bir ifade kullanan, 1915 olaylarının ‘niçin yaşandığını sorgulayan herkes bu baskıya maruz kalmaktadır.
1915 olayları niçin yaşandı. Ermeni meselesi 1915’te durduk yere birdenbire mi ortaya çıktı? Ermeni Diasporası ve işbirlikçileri 1915 olaylarının sonuçlarına odaklanıp, yaşananlar üzerinden bir siyasi dil kurmayı amaçlayanlar için her şey; sözde ‘soykırım’…
Türk tarih tezine göre ise 1915’te yaşanabilecek muhtemel ‘ihanet’ isyanlarını önlemek ve ermeni mezalimine son vermek amacıyla yapılan rutin uygulamalar. Öncelikle şu yanlış algının düzeltilmesi gerekiyor. 2015 yılı Ermeni Mezaliminin 100. yılı değil; 176. yılıdır. Çünkü Ermeni sorunu, Osmanlı Devleti için bir dönem noktası olan 1839 Tanzimat Fermanı ve bu veçhede yapılan uygulamaların bir sonucudur.“Tanzimat Fermanı’nın ilanıyla Osmanlı İslam kültürü radikal bir kırılmaya maruz kalmıştır”[9]. Çünkü Tanzimat Fermanı, Batının Osmanlı Devleti’nin iç işlerine müdahalesinin yolunu açmıştır.
Bugüne kadar eğitim sistemimizde, okullarımızda bizlere Türk tarihinde demokratikleşmenin ilk somut adımı olarak öğretilen Tanzimat Fermanı’nın temel amacı İngiltere, Fransa, Almaya, Rusya gibi dönemin güçlü devletlerin iktisadî imtiyazlarını güvence altına almak çabasına karşılık; dış baskıları engellemek isteyen Osmanlı’nın yöneticileri tarafın ilan edilmiştir.  Kısacası Tanzimat fermanı, Avrupa’nın iç işlerimize yönelik siyasi oyunlarının başlangıcıdır.
Tarih biliminin ‘nedensellik’ ilkesinden hareketle Tanzimat Fermanı’na zemin hazırlayan gelişmeler neler? Doğu ve Batı ilişkileri geçmişten günümüze siyasi ve ekonomik güç dengesi üzerine kurulmuştur. Özellikle Sanayi Devrimi sonrasında; hammadde ve pazar sorunuyla başlayan sömürgecilik; uluslararası rekabeti doğurmuştur. Avrupa’da yaşanan gelişmeleri takip edemeyen Osmanlı Devleti; Avrupa için hammadde ve Pazar alanı olarak görülmüştür. Rusya sıcak denizlere inmeyi amaçlarken, İngiltere ve Fransa hammadde ve pazar alanlarını korumaya çalışmakta… Böylece Osmanlı toprakları üzerinde Rusya ve İngiltere arasında mücadele daha çetin bir sürece girmiştir.
Rusya’nın sıcak denizlere yönelik tarihi emellerini etkisiz kılmak için denge siyaseti izleyen Osmanlı; İngiltere ile iyi ilişkiler kurmayı planlarken Osmanlı’nın bu zor şartlarını kullanan İngiltere; siyasal tehditlerle 1838’de Balta Limanı Antlaşmanı imzalatmıştır. İngiltere’nin elde ettiği bu imtiyazlar, kısa sürede Fransa, Almaya, Rusya’ya da verilmiştir. Osmanlı’nın giderek artan dış borçlarına Baltalimanı rezaleti eklenence devlet ekonomik olarak iflasa sürüklenmiştir.
Balta Limanı Antlaşması’yla elde ettiği hakları güvence altına almak isteyen “Avrupa ülkeleri, Osmanlı Devleti’nde can, mal, ırz güvenliğinin bulunmadığı kanaatini de taşıyordu. Bu ülkede güvenli ticaret yapılabilmesi, Avrupa hukukuna uygun bir hukuk devriminin gerçekleştirilmesini gerektiriyordu. Bu devrimde Tanzimat Fermanı adıyla hayata geçirildi. 17 yıl sonra (1856) Islahat Fermanı adıyla yenilendi. 1876 yılında II. Abdülhamit marifetiyle ilk Osmanlı anayasasının kabulüyle Meşruti yönetim biçimi benimsendi. Bütün bunlar beklenen ve umulan sonucu verdi mi? Buna sadece heyhat demek gerekiyor”[10]. Ekonomik gücü tamamen Batılı devletlerin eline geçen Osmanlı’nın zayıflamaya başladığı bu süreçte Batı; hemen her konuda ıslahat adı altında Osmanlı devletinin iç işlerine müdahale etmeye başlamıştır. Başta Ermeniler olmak üzere Osmanlı yönetimine karşı azınlıkları isyana teşvik eden Batı’nın baskısıyla imzalanan Tanzimat Fermanı; aynı zamanda Türk-Ermeni ilişkilerinde kırılmanın başlangıcıdır.
Sadık millet olarak bilinen Ermeniler; Tanzimat sonrasında, hemen her konuda Avrupa’nın müdahalesi ve yönlendirmesiyle hareket etmiştir. “Avrupalı büyük güçler Osmanlı azınlıklarını korumaya soyunuşlar ve tabii ki Ermenilerin içinde de bir bölüm insan onların yandaşı olarak siyaset yapmıştı”[11]. Tanzimat döneminde Mahçupyan’ın dediği gibi Ermeni nüfusun çok az bir kısmı Osmanlı’ya karşı tavır almıştır; ancak Osmanlı kan kaybettikçe “modernliğin en kolay tarafı olan milliyetçiliğin cazibesiyle, her toplumun kendi milli devletini kurma hakkı olduğu”[12] düşüncesiyle örgütlenen Ermeniler; zamanla Osmanlı devletine karşı yapılan her türlü yıkımın ve katliamın içinde yer almıştır. Maraş’a bağlı Zeytun bölgesi, Ermeni isyanı ve Ermeni mezaliminin başlangıç noktasını oluşturmaktadır. Ermeni Diasporası tarafından tehcirin ilk uygulandığı yer olarak sunulan Zeytun bölgesinde Ermeniler; 1782, 1786, 1808, 1825, 1842 yıllarında defalarca Osmanlı devletine karşı ayaklanmıştır. Zeytun ve civarında yaşayan Müslümanlar, Ermeniler tarafından katledilmiştir.
Kahramanmaraş’ın 72 km kuzeyinde bulunan Zeytun; kaplıca sularıyla ünlü olup doğal güzellikleri, iklim özellikleri ve şifalı sularıyla geçmişten günümüze önemli bir yerleşim alanı olmuştur. Ermeniler yüzyıllarca Zeytun’da yaşamıştır. Sarp coğrafi konumu nedeniyle “yöre halkı; İşhan (prens) sanını verdikleri bir başkanın eliyle yönetilmiştir”[13]. Dağlık konumu, şehir merkezine uzaklığı nedeniyle Osmanlı’nın merkezi gücünün zayıfladığı dönemde; ‘İşhan’ denilen Ermeniler, Zeytun bölgesinde, isyan çıkarmıştır. Osmanlı devleti Zeytun ve çevresinde asayişi sağlamak amacıyla aldığı önlemlere karşı Rusya’dan silâh ve mühimmat alan Ermeniler; Zeytun ve çevresinde 1862 yılında büyük çaplı yeni bir isyan başlatmıştır. Müslüman köyleri basarak; evleri yakıp, kadın, çocuk, yaşlı ayrımı yapmaksızın herkesi hunharca kurşunlayıp öldüren Ermenilerin 1862 Zeytun isyanı, Aziz Paşa komutasındaki Osmanlı birlikleri tarafından bastırılmıştır. Ancak Zeytun ve çevresinde katliamlara devam eden Ermeniler “Zeytun’dan Konya’ya getirilmiş”[14] söz konusu bu olay Ermeni diasporası tarafından tehcirin başlangıcı olarak kabul edilmektedir.
1862 Zeytun göçü başta olmak üzere tehcir sürecinde yaşananlar en uç noktasına kadar ajite edilerek sunulmaktadır. Ancak Tehcir Kanunu’nun çıkarılmasına neden olan katliamlar ve gerçekler örtbas edilmektedir. Olaylara Ermeni Diasporası’dan farklı bir bakışla yaklaşan Etyen Mahçupyan; Zeytun olaylarının 1960’larda başladığını ve Osmanlı topraklarında bağımsız bir devlet kurmayı amaçladığını çarpıtarak olsa fısıldıyor. “1860’lardan itibaren türeyen eli silahlı irili ufaklı çeteler, Türk çeteleriyle düşük yoğunluklu bir savaş yürütmekteydi. Bunlar daha sonra kurulan Ermeni milliyetçisi partilerle bütünleştiler ve önce bireysel özgürlük, ardından federatif çözümler; derken bağımsızlık hayalleri kurmaya başladılar”[15]. Bütün bu isyanların sebebinin bireysel özgürlük, federatif çözümler adı altında Ermenilerin bağımsızlık hayalleri kurma şeklinde incelterek anlatan Mahçupyan;  açık ve net olarak Ermenilerin eli silahlı örgütler kurup Müslüman halka karşı katliam yaptığını söyleyemeye cesaret edemiyor.
 93 Harbi olarak bilinen 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşı; Türk ordusunun yenilgisiyle sonuçlanınca İstanbul önlerine Yeşilköy’e kadar ilerleyen Rus birliklerini karşılayan kalabalık bir Ermeni grup, Ruslar’dan açıkça bağımsız bir Ermenistan kurulmasını talep etmiştir. Nüfus olarak Anadolu’da hiç bir yerinde çoğunlukta olmayan Ermenilerin bu talebi gerçekleşmemiştir; ancak tarihte ilk kez 1878 Yeşilköy Antlaşması ve akabinde Berlin Antlaşması’yla Ermeni konusu açık olarak uluslararası antlaşmalarda yer almaya başlamıştır. Bu süreçte İlk Ermeni komitesi olan “Hınçak Komitesi” (Çan Sesi Komitesi) adıyla bir grup Ermeni tarafından İsviçre’de örgütlenmiştir. ‘Hınçak Komitesi’nin amacı; Balkanlar’da ortaya çıkan devletçikler gibi bağımsız bir Ermenistan kurmaktır. Bu amaçla kendini Avrupa’nın piyonu haline getiren Ermeniler; bu karşılık Batı’nın koruma kalkanı altına sığınmıştır. Ancak Batı’nın hedefi ‘Bağımsız Ermenistan’ devletinin kurulmasından çok, Osmanlı Devleti’ni zayıflatmak ve parçalamaktır.
Radikal ırkçı militarist Ermeni gruplar; 1980 sonrasında toplanarak bağımsız bir Ermenistan kurmak amacıyla yeniden örgütlenmiştir. Rusya, Fransa, İngiltere ve diğer devletlerin yardımıyla İstanbul ve Anadolu’da birçok Ermeni örgütü kurulup isyan çıkarıp, kanlı katliamlar yapmıştır. Özellikle 1890-1895 yılları arasında; Maraş, Trabzon, Erzurum, Gümüşhane, Edirne, Bayburt,  Mersin, Şebinkarahisar, Malatya, Sivas, Tokat, Amasya, Van, Bitlis, Diyarbakır, Urfa, Adana, Halep vilâyetlerinde Müslümanlara yönelik kanlı katliamlar yapılmıştır.
Anadolu’da birçok isyan çıkartan Ermeniler; 28 Eylül 1895 tarihinde Babıali’yi baskın düzenlemiştir. İstanbul’da Patrik kilisesinde toplanan 2000 fazla Ermeni, Babıali’yi baskın düzenleyerek bütün nazırları ve görevlileri öldürmeyi ve Osmanlı yönetimini ele geçirmeyi amaçlamıştır. Ermenilerin bu isyan girişimi bastırılmıştır.
 Dünya kamuoyunun dikkatini çekmek ve Osmanlı hükümetini küçük düşürmek amacıyla 25 Ağustos 1896’te silahlı Ermeni militanlar; Osmanlı Bankası’na yönelik kanlı bir eylem düzenlemiştir… 1901 ve 1903 yılında Sason katliamı; 1904’te Taşnakçı terör gruplarının Doğu Anadolu’da uyguladığı mezalim… 10 Aralık 1912’de Taşnakçı Ermenilerin Van’ın Ermeni asıllı belediye başkanı Bedros Kapamacıyan’ı öldürmesi... Nisan 1915’te Van’da Müslüman halka karşı yapılan büyük katliam…
Ermeniler tarafından 21 Temmuz 1905 Cuma günü Sultan İkinci Abdülhamid Hân’a yönelik düzenlenen suikast. Sultanın camiden ritüel dışarıya çıkış saatine ayarlanan 100 kiloluk saatli bomba; Sultan Abdülhamid Han’ın namazdan sonra cami içinde Şeyhülislam Cemaleddin Efendi ile konuşması nedeniyle, Sultan, henüz camiden dışarı çıkmadan patlayan bomba; 26 kişin ölümüne ve 58 ağır olmak üzere yüzlerce kişinin yaralanmasına neden olmuştur. Ulu Hakan’a karşı planlanan bu Suikast, başarısızlıkla sonuçlanmıştır.
Ülkenin dört bir yanında yapılan bu Ermeni mezalimi, bu kanlı eylemler,; Ermeni Diasporası ve Emperyalist Batı tarafından hiçbir şekilde göz önüne bulundurulmuyor. Etyen Mahçupyan ise “1915 öncesindeki çete savaşlarının ayrı bir tarihi var. Nedenleri belli… sonuçta her iki taraftan da kabaca otuz-elli bin insanın hayatına mal olmuş, devletin doğrudan parçası olmadığı bir çatışma”[16]. 1915 öncesinde Ermeniler tarafından yapılan katliamları; ‘çete savaşları’ olarak ifade eden Mahçupyan;  bu süreçte yaşanan Ermeni mezalimini; sanki Sümerler’de yaşanmış bir olay gibi başka bir yerde ve dönemde yaşanmış tarihi bir vaka gibi geçiştiriyor. Oysa 1915 öncesi yaşanan Ermeni Mezalimi; açık ve net şekilde 1915 olaylarının nedenlerini oluşturmaktadır. Ayrıca Osmanlı devleti son yüzyılda Batılı devletlerin tepkisini çekmemek amacıyla azınlıklara karşı çok hassas bir yönetim anlayışı sergilemiştir. Özellikle 33 yıl devleti yöneten Ulu Hakan Abdülhamid Han; dış güçlerin azınlıkları bahane ederek; ülke üzerindeki müdahaleleri önlemek amacıyla çok dikkatli ve adil bir düzen kurmuştur. Azınlıkların her türlü hakkını güvenceye almıştır. Bu durumun farkında olan Mahçupyan; 1915 öncesinde öldürülen binlerce Müslüman halkı; otuz-elli bin kişiye indirerek; her iki tarafa paylaştırıp konuyu bir iki cümleyle geçiştirmeye çalışıyor.
Özellikle Batılı tarihçilerin ve bu coğrafyada yaşadığı halde olayları Batı anlayışıyla değerlendirenlerin ‘niçin’ sorusunu ele alacak olgunluğa ve cesarete sahip olmaları gerekiyor. “Resmi tarihin takipçileri ‘niçin’ sorusunu ele alacak olgunlukta ve cesarette olmadıkları ölçüde, hala ‘Ne oldu, kim yaptı’ meselesine takılmış durumdalar. Tarihsel verileri değiştirerek yeni bir tarih yazma hayali geçmişin ‘niçin yaşandığı’ sorusunu arkaya atarken, tarihçileri de olanı olamamış kılacak yapay açıklamalar üretmeye sevk ediyor”[17]. Tarih biliminde nedensellik bağının önemini vurgulayan Mahçupyan; 1915 olaylarının ‘niçin yaşandığı’ sorusunu kendine sormadığı için söyledikleriyle çelişiyor. Ancak 13-14 sayfa sonra gerçekleri itiraf etmek zorunda kalıyor. “eğer çete savaşlarından söz ediyorsak, kabaca 1890-1915 arasında her iki taraftan da 30-50 bin kişinin öldüğünü söyleyebiliriz. Öte yandan Ermenilerin yaptığı kitlesel katliamlar, daha önce Rusya’ya kaçmış olanların 1916 sonrasında Rus ordusu ile birlikte intikam için dönmeleriyle ilişkilidir. Daha önceki Rus desteğinin ebadı ise birkaç bin kişilik bir militan grubun varlığına işaret eder”[18]. Mahçupyan; nerede- ne zaman- neden ve sonuçları gizlese de ilk kez Ermenilerin yaptığı kitlesel katliamlardan söz ediyor. Kayıpları her iki tarafa paylaştırsa da 1915 öncesi elli bin kişinin öldüğünü itiraf ediyor. Ancak 1904’te Rusların silah ve mühimmat desteği ile binlerce Ermeni militan grubun Doğu Anadolu’da yaptığı katliamların adını dahi anmıyor.
“1915-2015 Yüz Yıllık Sorun”u anlatan Mahçupyan; “Tarihsel verilerin değiştirerek yeni bir tarih yazma hayali geçmişin niçin yaşandığı sorusunu arkaya atarken, tarihçileri de olanı olmamış kılacak yapay açıklamalar üretmeye sevk ediyor”[19] tarihçilerin ‘niçin’ sorusunu ele alacak olgunluğa ve cesarete sahip olmaları gerektiğini vurguluyor. “bunlar ‘Niçin’ olmuştu, bu insanlar ‘Niçin’ böyle davranmıştı, böyle davranmayanlar nasıl bir tutum içindeydi ve bütün bunlar olurken devlet ne yapıyordu. Diye sormazsak bu meseleyi de gerçek tarihsel bağlımı içinde anlayamayız”[20] diyen Mahçupyan, Tehcir Kanunun niçin çıkarıldığını hiçbir zaman sormuyor.
Tehcir Kanunu nedir? Neden çıkarıldı? Kim çıkardı?
İttihatçılar ile yıllarca birlikte hareket eden, Ulu Hakan Abdülhamid Han’a karşı işbirliği yapan Ermeniler bu süreçte başta suikast olmak üzere Abdülhamid Han’ı yönetimden düşürmek için her türlü yola başvurmuştur. Çünkü Abdülhamid Han’ın yönetimden ayrılması Avrupa’yı ve azınlıkları hedeflerine ulaştıracaktır. Nihayet İttihatçılar ve Taşnakların oyunlarıyla 1908’de II. Meşrutiyet ilan edildi. İttihatçıların yönetime geçmesi, bir anlamda Taşnakçıların devlet yönetimini ele geçirmesidir. Bu dönemde devletin hemen her kademesinde görev alan Taşnakçılar; Nisan 1909’da Adana çıkan Ermeni isyanları nedeniyle İttihatçılar karşı karşıya gelmiştir. Bir süre sükûnetle ve siyasi oyunlarla hedeflerine ulaşmaya çalışan Ermeniler; yeniden isyanlara ve katliamlara başlamıştır. Yıllardır cephelerde mücadele veren Osmanlı Devleti; I. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla yeni bir döneme girmiştir. Traplusgarp ve Balkanlar’da 4 yıldır topraklarını savunan Osmanlı Devleti; aynı zaman da ülke içerisinde azınlıklarla mücadele etmek zorunda kalmıştır.
 Osmanlı’nın henüz Birinci Dünya Savaşı’na katıldığını ilan etmediği bir dönemde; gönüllü alaylar kurarak Rus birliklerine katılan Ermeniler, Rus işgal kuvvetleriyle Anadolu’nun farklı bölgelerinde Osmanlı kuvvetlerine saldırmaya başlamıştır. Devlet yönetimini elinde bulunduran İttihat ve Terakki Cemiyeti yöneticilerinin İngiltere, Fransa ve Rusya’ya karşı 14 Kasım 1914’de Almanların yanında I. Dünya Savaşı’na girme kararını Ermeniler büyük fırsat olarak değerlendirmiştir. Ermeni saldırıları kısa sürede İstanbul başta olmak üzere bütün Anadolu’ya yayılmıştır. Ermeni komitelerin isyanları kontrolden çıkma durumuna karşı 24 Nisan 1915’te Ermeni Komite merkezlerinin kapatılması, elebaşlarının tutuklanması kararı alınmıştır. Ermenilerin her yıl sözde “Soykırım” iddialarıyla kutladıkları ‘24 Nisan’ günü bu emrin yayınlandığı gündür.
Bu karardan sonra Ermeni mezalimi azalacak yerde daha da artmıştır. Bu süreçte cephelere asker sevk edilirken; Cephelerde savaşan askerlerin geride bıraktığı emanete saldıran, kadın, çocuk ve yaşlıları öldüren Ermeniler büyük katliamlar yapmıştır. Bütün bu yaşananlara karşı daha sıkı önlem alma zorunluluğunu duyan İttihat ve Terakki yönetimi; 14 Mayıs 1915’te Tehcir (göç) kanunu çıkarmıştır. Sonuç olarak gerekli görülecek tehlikeli kişilerin, toplu halde veya ferden, başka bölgelere zorunlu olarak gönderilmesi veya göç etmesi kararlaştırılmıştır.
Tehcir Kanunu, Taşnaklar başta olmak üzere Ermenilerin yıllarca birlikte hareket ettiği; İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin devlet yönetimindeki kadrosu tarafından çıkarılmıştır. XIX. Yüzyılda Fransa’da başlayan ırkçılık hastalığının kısa sürede bütün dünyaya yayıldığını belirten Mahçupyan; “1914’e kadar işbirliği içinde davranan İttihatçılar ve Taşnaklar, bu hastalanmadan bir siyaset çıkardılar. Ve şaşırtıcı olmayan bir biçimde hastalık kendi çocuklarını yedi. 1914’ün sonralarından itibaren, neredeyse bütün Ermeniler Taşnakçı oldu. Çünkü devlet şiddeti Ermeniler’in hak arayışını öfke ve nefrete dönüştürdü. Bir yıl içinde yaşananlar büyük bir intikam duygusu uyandırdı ve nitekim katliamdan kaçabilenler 1917 sonrasında Rus ve Fransız ordusuyla birlikte geri dönerek büyük insanlık suçları işledi”[21].
Birinci Dünya Savaşı’nda yenilen İttifak devletleri safında yer alan Osmanlı Devleti’nde yönetimi elinde bulunduran İttihat ve Terakki 30 Eylül 1919’da yönetimden çekilmiştir.  Taşnaklar eski dostu İttihat ve Terakki yönetiminin çıkardığı Tehcir Kanunu; ittihatçıların yönetimden çekilmesiyle “Osmanlı Devleti 1919-22 arasında Ermeni tehcirini bizatihi bir suç olarak yargıladı”[22]. 1915 olayları son derece karmaşık, psikolojiden ideolojiye uzanan ve Ermeni Diasporasınca sürekli araçsallaştırılarak bir polemik konusu.
Şimdilerde Türkiye; anayasal bağlamda değişen çok şey olmasa da; daha yakın bir zamana kadar demokrat bir bakışa sahip muhaliflerin hayalini bile kuramayacakları bir noktaya geldi. Türkiye her konuda gelişiyor ve değişiyor. Peki, Ermeni Diasporası ve Emperyalist Batı neden değişmiyor? Yıllardır neden hala aynı yerde.
Ermini Diasporası ve Ermenilerin 1915 olaylarına bakışının değişmediği ve değişmeyeceğinin en açık göstergesi Mahçupyan; Birinci Dünya Savaşı’nda ve devamında Milli Mücadelenin sadece Yunanlılara karşı yapıldığını söylüyor. “Cumhuriyet iç ve dış düşmanların bütünleşip üzerimize geldiği bir ortamda bir anka kuşu gibi tarihe doğmuş bir varlık. Bu söylemin güçlenmesi uğruna, pratikte Yunanlılara karşı yapılmış olan Kurtuluş Savaşı ‘emperyalizmle mücadele’ olarak öğretilmekte”[23] diyen Mahçupyan, biraz tarihi kaynaklara baksa iyi olur. Kurtuluş Savaşı’nı üç beş yüz kişilik Yunan ordusunun saldırısını durdurmak için yapılan üç-beş günlük küçük bir savaş olarak gören Mahçupyan; İngilizler, Ruslar, Fransızlar, İtalyanlar… Osmanlı topraklarını işgal ettiğini elbette biliyor. Bu süreçte Ermeniler işgalci kuvvetlerle işbirliği yaptığını bilmeyen kimse var mı? Mahçupyan, bunu neden gizliyor.
İtilaf devletlerinin İstanbul’u ve Anadolu’yu işgalini görmezden gelen Mahçupyan; “Batılı ülkelerin 1919’dan itibaren Türkiye’ye silah satışı yaptığı, Fransa’nın Türkiye’yi terk ederken silahlarını genç Cumhuriyet’e bıraktığını”[24] söylüyor. Fransız askerleri, sanki Anadolu’ya piknik yapmak için gelmişlerdi. Burada çok iyi ağırlanmış giderken de silahlarını hatıra olarak bırakmıştılar. Mahçupyan’ın söylediklerinden anlaşılan bu. Fransızlar, Anadolu’yu nasıl terk etti. Hangi şartlar altında ve neden terk etmek zorunda kaldı? Mahçupyan bunları çok çok iyi biliyor; ancak tamamen bilim dışı ideolojik çabalar tarih bilimini ve algısını dejenere ediyor.
Fransızların Anadolu işgali ve Ermenilerin yaklaşımını anlatmak açısından kısa bir anekdot: 29-30 Ekim 1919 günü Fransız kuvvetleri Maraş’ı işgal etmiştir. Bin Fransız ve 500 Cezayir asıllı asker ile Maraş’a giren Fransızlar; Maraş’ta bulunan Ermeniler tarafından coşkuyla karşılanmıştır. İşgalcilere çiçek buketleri sunularak “Yaşasın Fransızlar ve Ermeniler, Kahrolsun Türkler” diye sloganlar atan Ermeniler; 600 yıl boyunca birlikte yaşadıkları Türklerin milli ve dini değerlerine saldırmaya başlamıştır. Kısa sürede Fransız desteği ile şımaran yerli Ermeniler; her fırsatta Türklere saldırmaya başlamıştır. Sözde bu saldırıları önlemek amacıyla 26 Kasım 1919’da Maraş’a gelen Guvernör Militeri Andre’e Hırlakyanlar’ın konağında bir ziyafet verilmiştir.“Andre misafir olarak, konakta gösterişli bir şekilde karşılanıp ağırlandı. Ziyafette Hırlakyan’ın torunları Hovsep’in kızı Helena ve Setrek’in kızı Victor ile tanıştı. Andre yemekten sonra Helena’yı dansa davet etti. ‘sizinle dans etmekten şeref duyarım. Ancak Fransız bayrağının dalgalandığı bir yerde”[25]  diyerek, Governör Andre’yi tahrik etti. Dans teklifi reddedilen Andre, Maraş kalesinde dalgalanan Türk Bayrağı’nın indirilmesi emretti.  Bu emri duyan Helena kendini Guvernör Andre’nin kollarına attı. Fransız askerleri kaledeki Türk Bayrağı’nı indirirken Ermeni kızı Fransız komutanla dansa kalktı. Osmanlı bu tür olaylar yaşamamak için Tehcir kanunu çıkardığı apaçık ortada..
Ermeni Diasporası ve Emperyalist Batı kabuk bağlamış bu yarayı niçin kanatıp duruyor. Cevap açık ve net: Osmanlı Devleti hakimiyet sürdüğü topraklarda, kurduğu yönetim anlayışı ve uygulamaları nedeniyle hiçbir zaman soykırım, sömürü, mezalim.. vb. insanlık suçlarıyla itham edilmiştir. Çünkü Osmanlı Tarihinde insan onurunu kıracak bir olay yaşanmamıştır. Bu nedenle başta Ermeni Diasporası olmak üzere Emperyalist Batı ve işbirlikçilerinin 1915 olaylarından başka tutar dalı olmadığı için yüzyıldır bu konu etrafında teneke çalıp duruyor. Buna karşılık “Her yıl 24 Nisan tarihi yaklaştığında Türkiye, ermeni meselesi ve soykırımı konuşur. Tarih niyetine hamasi yazılır. Ve sonrasında sanki rutin ibadetini ifa etmiş müminler gibi normal hayatımıza döneriz”[26]. Ermeni diasporası ve Ermenilerin 1915 olaylarını ekmek parası olarak gördükleri için yıl on iki ay akşam sabah bu konu etrafından dolaşıp duruyor.  
Ermeni Diasporası tarafından; her yıl Türkçe, Arapça, İngilizce, Fransızca, Rusça ve Ermenice, beyannameler, tablolar, haritalar, broşürler, makaleler, kitaplar yayınlayan Ermeniler, aynı zamanda onur kırıcı şarkılar bestelemiştir. Tanzimat dönemiyle başlayan ve günümüze kadar devam eden bu yayınlar 1915 olaylarının yüzüncü yılı 2015 ve sonrasında zirveye ulaştığı görülüyor. Etyen Mahçupyan; “1915-2015 Yüz Yıllık Sorun” kitabı bu yayınlardan sadece biri. Sonuç olarak 1915 olayları; tarihçilerin, yazarların, şairlerin, müzisyenlerin, gazetecilerin, eğitimcilerin… kısacası bütün sanatçıların ve aydınların ve insanlığın tarihle sınandığı bir süreç.







[1] Etyen Mahçupyan, 1915 - 2015 Yüz Yıllık Sorun, Afba Yayın, İst, 2015, s.34.
[2] Mahçupyan, a.g.e, , s.34.
[3] Mahçupyan, a.g.e., s.129.
[4] Mahçupyan, a.g.e., S.172.
[5] Elif Şafak, Baba ve Piç, Metis yay.İst., 2006, s.63-64.
[6] Mahçupyan, a.g.e., s34..
[7] Mahçupyan, a.g.e., s15-16.
[8]Mahçupyan, a.g.e.,  S.21.
[9] Rasim Özdenören, Düşünsel Duruş, İz Yay., İst., 2013,s.110.
[10] Özdenören, a.g.e.,309.
[11] Mahçupyan, a.g.e.,  s.32.
[12] Mahçupyan, a.g.e.,  s.92
[13] Halil Metin, Türkiye’nin Siyasi Tarihinde Ermeniler ve Ermeni Olayları, MEB Yay., İst, 1997,s.100.
[14] Mahçupyan, a.g.e., s.21.
[15]Mahçupyan, a.g.e.,  s.165-166
[16] Mahçupyan, a.g.e.,s.158-159.
[17]Mahçupyan, a.g.e., s.35.
[18] Mahçupyan, a.g.e.,s.43-44.
[19] Mahçupyan, a.g.e., s.35.
[20]Mahçupyan, a.g.e., s. 32.
[21] Mahçupyan, a.g.e., s.133.
[22] Mahçupyan, a.g.e., s.160.
[23]Mahçupyan, a.g.e., s. 33.
[24]Mahçupyan, a.g.e., s.33.
[25] Serdar Yakar, Maraş Milli Mücadelesinde Şey Ali Sezai Efendi, Ukde yay., K.Maraş, 2012, s.s.43.
[26] Mahçupyan, a.g.e, s.36.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder