SÜRGÜN YAZILAR / Mehmet MORTAŞ

Hücre 

Soyut çemberin çepeçevre sarmalayan ham kelimelerinden pişirilmiş hayat savruldu, yaralar aldı ateşten acılarla. Ruhumuzun uçsuz bucaksız sahili sanayi artıkları yiyen insanların istilasına uğradı ve ben kendi hücreme döndüm kendi benime, kendimin içine. Kendi içimdeki hücrem karanlık ülkelerden daha geniş, cahil cümlelerle kurulan şehirlere dönüşmüş. Uzak iklimlerin bağrında yanan gönül ateşi sönmüş kendi kendimin iç dünyasını hücre evine dönüştürmüştüm. İkiyüzlü maske fabrikaları üreten insanların ülkesinden kovuldum, dillerinden fitne salyaları akıtan makamlarına mevkilerine gücüne secde eden kavmin karanlık dünyasından kovuldum. Aldım bir yanımda etrafımda pervane gibi dönen göğü bir yanımda ayaklarıma bir halı gibi serilen yeryüzünü. Aldım yanıma iğne uçlu suskun cümleleri sabır tarlasına ektim, ateş yağmuru yağdı taşlaşmış kalplerin zalimliğini etkilemedi, cahillik rüzgârı esti kuruttu ruhlarda yeşeren güzellik tohumlarını. 

Maskelerle süslenmiş bir dünyadan, maddenin gönüllere putlardan şehir kurulmuş insanlardan, hayallerin gölgesinden tarumar olan hayatlardan, kaosun ibadethanelere döndüğü ve kişilik kazandığı mekânlardan gökyüzünde kendi nağmelerini söyleyen ve vurulan kuş gibi gittim yalnızlığın hücresine. Yaşadık ve yaralandık ikiyüzlülüğün ülkesinden geçerken, yaşadık ve hüzünlendik mevkiler makamlar etiketler put haneye döndürülürken. Yıkılmış viran olmuş ruhların yanından geçtim düşüncelere ibadet eden ve sahte gülücüklerle kendi tanrılarına dualar devşiren. Tabutları kişiliksizlik kabuğu bağlamış fakat taze ölü modunda hareket eden inançların turizmini yapan grupların toplulukların yanından geçtim kalbim yaralara alarak. İki yüzlü maske üreten ve hayatı gölge oyunlarıyla irade etmeye çalışan fabrikalara savaş açtım Donkişot gibi. Yürüdükçe yaralandı ruhum maskeler ülkesinde, yürüdükçe inançların belli şekiller altında pazarlandığını gördüm, gördüm ve ürperdim parmak uçlarıma kadar. Gördüm ve gece karanlığından utandı sessizce matem dolu ay ışığının altında. Ve suskunluğun, sessizliğin, Yusuf’un kuyusundan bir parça koparılmış yalnızlığın, hirada okumanın ruhunu aldım, hayat kelimelerini tesbih gibi dizdim, eflatunun mağarasından gölge oyunlarına sırtımı döndüm ve gökten iner gibi indim indim hücreme. Sığındım. Kendi kendimle buluşmanın vakti gelmişti, maskelerin içine sinmiş, saklanmış sinsi dünyanın ucuz cesaretlerin, saçları taranılmaktan, secde etmekten koltukları aşınan sanayi artıkları yiyen insanların arasında döndüm suskunluk hücresine. Yeryüzü ikiyüzlülüğün dokunuşlarına teslim olmuş dokunmatik bir dünya kurulmuştu ibadethanelerin cafcaflı binalarında. Aklımı cam bir fanus içine aldım tek hücreli yalnızlık gibi duran sığındığım hücrede. Cam fanus kırılgan yeryüzünden yapılmış kendim dahi anlayamadığım, yeryüzündeki bütün elementleri barındıran dünya şeklinde kafatasım. İçinde bulunduğum etrafı kırılgan cam fanusla çevrili hücreme rüzgârı sığdırmaya çalıştım, essin istedim kentin ikiyüzlü uğultusuna karşı. Sessizliği hücremin duvarlarına boyamak istedim, şehrin devasa gürültüsüne karşı ve suskunluğumu kendi hücremin göğü yapmak istedim, çok şey anlatsın hayatın çıkmazlarına. 

Yaramı sever gibi sevdim yalnızlığımı. Dünya sadece tek hücreli yalnızlığım kadardı ve sığmıyordu. Yeryüzünün derin düşleri bağımlılık yapıyordu hayatın ucuz taraflarına. Savruldukça savruldum kendi nefslerinin üzerinde şehirler yükselten, koltuklara secde eden kavmin son demlerinde. Kıyametin uğultusu yeryüzünü yavaş yavaş yiyordu. Ateşte kızarmış kelimelerimi topladım savruk, ikiyüzlülükle kırılmış cümleleri bir kenara attım ve yeniden doğmak için küllenmeyi bekliyorum.


***
SÜRGÜN YAZILARI-II

“Uzun yola çıkmaya hüküm giydim”
İsmet Özel 





Yolculuk



Kendi iç dünyamdan imgelenmiş dış dünyaya doğru, sözcüklerin çoğaltıldığı fakat anlamın anlaşılmaz hale getirildiği bir dünyaya yolculuk. Hayatın sıfır noktasından gölgeler dünyasına sürülmeye hüküm giydim. Az mısranın çok şey anlatmasından, çok mısranın az şeyler anlatmasına sürülmeye hüküm giydim. Bir yanımda dolunay hüzün şeklinde kıvrılmış gecenin karanlığına, bir yanımda güneş gün lekelerinin esareti altında sessizliğin ülkesinden gülen yüzlerin arkasında saklanan hançerlerin olduğu beldeye sürgün olmaya hüküm giydim. Merhamet çapulculuğunun arkasına saklanan, karanlıktan oluk oluk akıtılmış siyah renklerden insan görünümlü deriye dönüştürülmüş maskeler. Yüzlerinin derisi ile koltuklarının rengi aynı, masumiyetlerinin arkasında ateşten mızraklar saklayan insanlar. Hayatın hain noktasında devasa binaların içine saklanan, etiketlerin tanrısına boyun eğen secdeye kapanan insanlar. Yolculuk bir uçurumun kenarından sırtında masmavi gökyüzünün bütün ağırlığı, sağ cebinde rüzgâr sol cebinde nehirler hain ve dumura uğramış ruhlar arasında ağır aksak yolculuk. Geldiler karanlıktan yapılmış mızraklarla etiket tanrılarının üzerine binmiş karanlığın içinde döllenmiş insan yüzü suretli maskeler. Geldiler ve beni kendi karanlık dünyalarının bulutlarında ağırladılar. Günlerse birbirini yiyor hayatın aşina olan sözcükleri arasında. Suskunluk koyu sese dönüşüyor, etrafımızı koyu simsiyah bir ateş sarıyor. İnsan cesetlerinin üzerinde binalar bulutları esir almış yükseklikte. Sokaklar benliğin pazarlandığı camekânların arkasında devasa alış veriş merkezi arenalar. Sözün sıfır noktasından, kelimenin dondurucu ayazından, vaktin alacakaranlığına hayatın keşmekeş kaosunun çeyreğine doğru yolculuk.

İçi dışı bir olmayan İçinde yaşadığım soyut çemberin kırılgan yüzünden çıktım, sürüklendim güneyden kuzeye esen rüzgâr gibi hayatın hain taraflarına. Deriden maskeleri takmış birçok yüz arkasına karanlığı almış koltuklarında, evlerinde, koca koca binalarda oturuyorlardı. Acının ilk çeyreğinde, soyut zamanın ilk sessiz gölgesinde, kendi benimin uçsuz bucaksız dalgalı sahilinden, etrafımı çeviren soyut çemberin kırılgan yüzünden, gökyüzünün acı çekmiş renklerine doğru, kuş seslerinin makinelerin seslerine yenik düştüğü yerdeydim. Sürüye uyanların cennet garanti ahlaksal tavırlarını takındığı, kuzey poyrazının sert ve yüzümüzü çalan esintilerinin olduğu yerdeydim. Orada binbir surat hayatın içinde iyiliğin, güzelliğin, merhametin arkasına saklanmış hain yüzler, kendi medeniyetlerinde insan derisinden maske yapılan fabrikalar. Kibir maskesi fabrikası, iki yüzlülük maskesi fabrikası, kapitalizmin obur yüzlü maske fabrikası ve yeryüzünün çehresine giydirilmiş ilk defa duyduğum yeni yüzler için maske fabrikaları. Maskesiz çıkmak tavır almak demek değilmi, eleştirmek, kral çıplak demek ruhları viraneler ülkesi olmuş yürüyen cesetlerin içinde. Pramidin üst katmanlarından aşağı doğru maddeciliğin inanç haline gelmiş duygularının aktığı yerdeydim. Kendi iradeleri dumura uğramış, kelimeleri kalmamış içleri boşaltılmaktan, kıyamet kelimelerinden haberi olmayanların yığınların olduğu yerdeydim. Kendi soyut çemberimin dışına sürüklendiğimde kendi yüzümle çıktığımda hayatın ilk çeyreğine gördüm camekânlar önünde secdeye yatan kavimler, yüzleri alışveriş merkezleri ile cilalanmış sahte kişilikler. Gördüm hayatın sıfır noktasından çıktığımda şehrin ve binaların tanrısının önünde kelimelerinin içleri boşaltılmış, demir ülkesinin gürültüsünden kalplerinin sesini duymayan insanlar gördüm. Gördüm koltuklarının yanına kabilin gözlerinden ateş gibi fışkıran kelimelerinden alınmış muskalar asıldığını. İç dünyalarının alafranga sahillerinde birbirine inanç pazarlayan insanlar gördüm, dinin suskun ve heybetli mevsimlerini parselleyen gruplar meşrepler topluluklar gördüm. Ne maskeler gördüm içi vesvese karanlığı ile doldurulmuş, dini jargonların arasına sinsice gizlenmiş. Ne maskeler gördüm aydınlık titrek bir mum gibi sallanırken karanlığın ucunda, çocukların yüreği akıl erdiremiyordu insan şeklinde olan kibir tahtında oturanlara .  Hangi maske alacakaranlık kuşağında renk değiştirir ne kadar da teknolojik.

Ey kalbim yolculuk nereye. Geride bıraktığın kendi dünyamın dışında bir çeliği delecek gibi duran hain yüzler arasından, yeryüzünü bozguna uğratan moderizm hastalığının yanından sessizce ruhum talan edilerek geçtim bir nefeslik bir yıldızın göz kırpmasına bakarak.


***
SÜRGÜN YAZILAR







Başlangıç



Hayatın sıfır noktasında sözün darasının alındığı; mevsimlerin saatleri, saniyeleri, hüzün denizine istiflediği bir çemberin içindeydim. Bu çember bir haleyi andırıyor katman katman soyut zamanlardan oluşuyordu. Her katmanın arası binlerce yıl acı çekilmiş bir hüznün yolculuğu, yokluk ile varlık arasında uçsuz bucaksız sözcüklerin sıralandığı bir çember… Zaman çemberin etrafında dönüyordu, acıların kaypaklaşmış mahrem anıtların çatlaklarından sızıyordu ağıtlar. Çemberin bir ucunda sözün sıfır noktasında mevsimler yok olurken ayazın tonlarında, diğer noktasında hayaller çemberin dışına çıkmaktan haya ediyordu. Hayal ile gerçek sonbahar hüznü gibi yazın çehresine çarpıp suskunluğu tercih ediyor, suskunluk sessizliği iç çekişlerle gecenin gündüzün üstünü örtmesi gibi örtüyordu. Hayallerimin ötesinde gerçek alev alev yanıyor, hayatın sıfır noktasında etrafıma çevirdiğim soyut çemberin nüansları bir başka hayale evriliyor, gecenin katı rengi etrafta kanat çırpan gün ışıklarının üzerine konuyordu. Suskunluğun sıfır noktasındaydım kaynamaya hazır sesler çarpıyor, dağlanıyor, donuk bir ses olarak düşüyordu gök kubbeme. Özellikle içinde bulunduğum soyut çemberinin suskunluk katmanı, seslerin bir bir istiflendiği, anlamsız cümlelerin korku tünelleri oluşturduğu bir zamana gidip gidip geliyordu. Etrafımda uzak iklimlerin çöl rengindeki sessiz bahçeleri dönüyor, döndükçe sessiz bahçeler çemberin hiçlik tarafı artıyor aklın anlamayacağı kış rengine dönüyordu. 

Acının sıfır noktasındaydım, hüzünler yüreklere pazarlanmış gök kendi kubbesinde tarumar edilmiş, yenilmiş bir bahar mevsimi olmuş yanı başlarında. 

Yüreğin mevsiminden gecenin rengini dağlandığı ve karanlığın mengeneyle sıkıldığı acının damla damla düştüğü yerdeydim. Rüyalardan kurduğum şehir etrafımda sokakların bilinmez yürek atışları bir balyoz gibi vuruyor beynime. Hiçliğin nehri geçiyor gün boyu hazan gölüne dökülüyor bir bir umutlar. Acının sıfır noktasında çemberin etrafında dalgalanıyor sarıya dönüşmüş hazan gölü. Ve avucumda getiriyorum bütün denizleri yer ile göğün sıfır noktasından bırakıyorum yıldızlara, düşüncelerim hüzne çalan sıfır noktasında mevsimler acının rengiyle soluyorlar. 

Korkularım çember etrafında dönüyor. 

Hayaller aynalarda yüzyıllık bir anı ile tortulaşıyor. 

Aynalarda münzevi şehirler kuruluyor fakat kırık aynalar gibi yıkık dökük. 

Kendi benim hiç açılmamış kitap gibi durağan suskun ve korku üreten modernizmin uzağında bir ipek böceği gibi yaşayan ben. Soyut ülkenin anlaşılmaz kelimelerinde hayat, ayaz vurgunu yaz gibi dönüyor etrafımda. Hayat tahterevalli gibi bir gidiyor bir geliyor hiçliğe doğru, varlık direniyor gölgelerin ülkesinde kaybolmanın dehşetengiz hissine. Ve ben gerçek zannettiğim gölgelerin darasını alırken eksi artı modern ölümlerin kıyısından yaralanarak hüznün gözlerinden geçiyorum. Gölgeler etrafımı çeviren soyut çemberimin pencerelerine çarpıp çarpıp ölüm sesi çıkarıyorlar. Yalnızlığımın derin kuyularına konmak istiyor fakat gölgeler bir ölüm kuşu gibi pencereme çarpıp duruyor. Pencereme çarpan gölgeler hayal ile gerçek arasında içinde bulunduğum soyut çemberin duvarlarına varlık ile yokluk arasında ölüm düşleri kuruyor. Yalnızlığın karanlığını korkularıma sığınarak bir yorgan gibi örttüm üstüme bu nedenle yalnızlığımı çoğalttıkça çoğalttım, alacakaranlık rüyalar biriktirdim, çölde bir kum tanesinin üzerinde sabahladım yılların yorgun yüzüyle. 

Hayaller yetiştirdim gün boyu, dokunamaz, hissedemez, hayali dahi kurulamayan hayaller. 

Mevsimi olmayan rüyalar yetiştirdim korkularımın etrafını çevirmiş kendi kendimin içinde. Kendime kaçtıkça yalnızlığım çoğaldı suskunluğun susuz çöllerinde, ay kırıkları topladım gecenin renginde bir gümbürtüyle yıkıldı aydedenin karanlık yüzü. Saatler yenilgimin sıfır noktasında saniyeler biriktirdi hayatın karanlık yüzüne karşı. İğne uçlu kelimeler biriktirdim gerçek zannettiğim gölge hayatlara karşı. Kendimin sıfır noktasındaydım hüzün yağmurları biriktirdim gök intihar mevsiminden geçerken. Bu nedenle aydınlık çarpınca pencereme hep karanlık kusuyorum, etrafımda dönen alışagelmedik karanlığın habis yerilmiş karanlığını kusuyorum. Yalnızlığın dünyasından saçları taranmamış gökdelenlerin devasa günahları vurdu pencereme. Adım atmak kıyısız uçurumlara kalbimize pranga gibi vurulmuş kapılardan, adım atmak anıların sıfır noktasından gerçeğin dikenli yollarına, adım atmak kalbimizin hüzün mevsiminden aklımızın babacan tavrına doğru bir esir kuş gibi çıkmak etrafımı çevreleyen soyut çemberin dışına ve bu yolculuk nereye ey kalbim diyebilmek başlangıç.




***
DEMİRDEN KABUK BAĞLAMIŞ KELİME


Bir kelimenin etrafında dolanıp duruyorum, fakat hiçbir anlam veremiyorum. Anlam veremediğim gibi hiçbir tarafı kendini ele vermiyor; ben yazı yaşarken o kışın en şiddetli zamanında kendi ile cebelleşiyor. Ben geceye aşina olmaya çalışırken o gündüzün ateşten hayatıyla dans ediyor. Anlam veremi- yorum ki bir türlü benim ruh halimle onun bana verdiği ruhsal anlamsızlık çatışıyor.

Bir türlü demirden kabuğunu kıramıyorum.

Giremiyorum.

Ne âlemler saklı içinde göremiyorum.

Ay’ın dünyanın etrafında dönmesi gibi dönüyorum durmaksızın.

Sonra bir bakıyorum o benim etrafımda dünyanın güneş etrafında dönmesi gibi dönüyor. Kendime gelmeye çalışıyorum fakat başım dönüyor; mevsimlerin değişimlerine dayanamıyorum. Sadece bir kelimenin etrafında kuyrukluyıldız gibi dönme mesafesinde anlamanın kıyametini yaşıyorum. Ne kadar anlamıyorum o kadar kıyametim artıyor, arttıkça yüz hatlarım ele veriyor kendini. Kaçamıyorum gecenin sessiz sakin ve bir o kadarda karanlık hengamesinden. Kaçamıyorum ay kırıklarının bir ok gibi saplanmasından zamanın yediği yüz hatlarıma. Hüzünlerimle saldırıyorum demirden kabuk bağlamış kelimeye, hatta dünyanın bütün hüzünlerini topluyorum ve vuruyorum çiğ düşmüş taraflarına güneşin renklerini kamufle ederek. Acılarımla saldırıyorum demirden kabuk bağlamış kelimeye, bütün annelerin acılarını topluyorum; çocukların ağıtlarını da yanıma alarak ve vuruyorum en mahrem yerine kelimenin. Acı tarlasına diktiğim sabrı aldım yanıma, daha olgunlaşmamıştı; yürümeye bir çıvgının yüreğinden başlamıştı; üveyikler konmamıştı dallarına, rüzgâr yapraklarını okşamamış, güneş yakmamıştı gün ortasında savurgan ışıklarını. Fakat yine de aldım sabrı yanıma, ucunu önce aşkın zehirliği sarmaşığı ile sardım, zehrin bir damlası uzun bir düşü devirecek kadar güçlüydü. Gökdelenleri devirecek kadar sarıp sarmalayacak kolları vardı ve ancak yetti sabrın ucuna dünyanın kendi ekseni etrafında dolandırmama rağmen. Daha toy olan sabır ele avuca sığmaz, halden anlamaz, konuşması dahi bir kekemenin yanında lal kalırdı. Demirden kalıp bağlamış kelimeye sabır ile bir delik açacaktım anlayabilmek için, anlamına ulaşmak için türlü türlü yollar denedim, denedikçe kıyametim oluyordu yollar, kan rengine dönüşüyordu ırmaklar.

Acı tarlasında daha olgunlaşmamış sabrın dayanma kapasitesi ne kadardı, hangi ölçü birimi ile ölçmem gerekti. Yoksa güç formüllerini mi kullanmam gerekecekti, watt gücü temsil ediyordu soyutlanmış formüllerin arasında. Ya sabrın dayanma gücü, olgunlaşmamış hali güç formülüne göre ters orantılıysa, ya sabır dediğimiz olgunlaşmasını beklediğimiz şey hayat ile ters orantılıysa. Demirden kabuk bağlamış kelimeye sabrı her vurmamda güç formülleri hayatımın dışında belli belirsiz hareket eden düşsel vurdumduymazlıksa. Hem ne anlardı ki bu formüller bir gelinciğin hüznünü, bizi hayaller âlemine götüren güllerin büyüsünü ve ne anlardı ki kelimenin bağrında harlanan anlamını kavrayamadığım duygu selini. Vurdum sabrı, demirden kalıp bağlamış kelimenin en zayıf hassa yerine. Vurdum fakat adını sanını bilmediğim, daha önce görmediğim duygularım kıvılcımlar saçarak döndü bana. Fecrim döndü bir akşam kızıllığında, yüzükoyun döşendim karanlığın üzerine, rüzgârın renginin değiştiğini gördüm, atların yelelerinden kuzey poyrazının uçup gittiğini… Sonra kafamda karanlık içinde bir karanlık gördüm, süzülüp gelen masal kahramanlarını… Hüzünlerimin üstüne otağ kurmuş dünya kelimesini gördüm, suskunluğun nehrinde akan ne acılar gördüm. Durdum ve demirden kabuk bağlamış kelimeyi yeniden yorumladım, kendimi yorumladım gök kubbenin mavi rengini bir tarafıma alarak. Ne kadar hırsla, kibirle, bilinçsizce saldırılırsa demirden kabuk bağlamış kelimeye o kadar sertleştiğini gördüm. Kendi kafamın etrafında kabuk bağlamış hurafeleri, bilinçsizlik ateşinde yanan kendimi, saldırdığım kelimenin sabahında gördüm. Durdum ve bekledim, gök bekledi tekrar kendi rengine boyandı, yeryüzü kendi mecrasında yoluna devam etti, her yağmur damlası merhaba diyerek geçti hayat denen nehrin üzerinden. Aydınlık ışığı bağrına bastı, ağaçlar kuşları misafir etti. Durdum ve anladım saldırdığım anlamaya çalıştığım o kelime kendimdim/Nereye gidersem gideyim kendi ışığım kadar yol alan bendim. Kendi kendimle mücadelenin kıyametini yaşıyordum; ruhuma yerleşen hurafeler denizinin tufanlarını. Demirden kabuk bağlamış kelimeydim, kalbimde üveyiklerin yuva yapmadığı çorak bir yerdim. Durdum ve hayata tekrar baktım.

Rüzgârın önüne kattığı bir gemi gibi yol aldım hayatın suları üzerinden.

Hayat denizinin içine daldım.

Tuttum nefesimi, tuttum yunus balığının kalbini kendimi içinde buldum.

Tuttum göğün alnından, yerin ayaklarından ikisi arasındaki yaşananlardan.

Tuttum kelime olan kendimi ve anladım ki her şeyin anlamı bende başlar bende biter. 



***

GÜZ SANCISI
I



İçimiz ne kadar çok kuruduysa o kadar kuru bir yaz bıraktık hazan mevsimine. Cümlelerimiz ne kadar çok anlamsız ve başıboşsa o kadar çok dağıldık hayatın kuytu yerlerinde, her insanın öyküsü ne kadarda buruk muğlâk, kötürüm olmuş ruh hali pozunda. Hiç bir kelimemiz güz sancısı çekmiyor, suskunluğumun doğumunu müjdeleyecek hiç bir sözcük kalmadı yapayalnız kaldık kelimenin ortasında, ruhumuz göçmen kuşların konakladığı ülke değil artık. Hazan mevsimi yaklaşıyor fakat hüzünlü bir hüzün değil yaşadıklarımız, öykülerimiz nedensiz anlamsız boşluklar içinde debelenip duruyor, sonbahar renginde sararmış yüreklerimiz bukalemun gibi renkten renge girmeye başlamış, kendi tehlikemiz peşinden sürüklüyoruz mevsimleri, ölüm ne kadarda garip güz resitalinin yanında baharı anımsatacak hiç bir emare yok sessizliğimizde kaybolup gidiyor. Yaz mevsimi kurumuş dudaklarıyla hicret ediyor güz mevsiminin nefesine, kırık ikindiler doluyor evlerimize serin dağ yamaçlarından, göz kırpıyor kaypak rüzgâr usulca gecenin sızan karanlığından, mahmurlaşıyor güz güneşi boyun eğiyor korkularıma, insanlardan kaçacak bir ağaç gölgesi yok fakat bir yaprak düşüyor hayatımın en hazin taraflarına kala kala bir ben kalıyorum güz sancısının ortasında. Hiç bir sözcük merhem olmuyor yaralarıma, korkunun kuyularında geziniyorum çaresiz. Ve hayatın çaresizliği kıyısız kıyılarıma vuruyor ölü düşler biriktiriyorum masum olmayan. Gözyaşlarım deniz olmuyor güzün bağrına hicret etme saatlerinde, kurumuş yürekler elimde kalıyor değersiz bir o kadarda hayata küskün. Rüzgâr tenime konmuyor sabah mahmurluğunda küskün tan yeri çığlık çığlığa kalıyor düşlerimin içinde. Umutlarımız eski güz günlerinde kaldı hayatın dişlileri arasında bir bir dökülüyor paranteze sığdırdığımız varlık sancısı, virgülüne dahi dokunamıyoruz yasadıklarımızın. Zaman ömrümüzü yavaş yavaş kemiriyor güz sarısı kalbimize dokunmadan. Çocuklar kalbimizdeki denizlerde gezinmiyor yelkenler açılmıyor çocuk gülüşlerinden, bahara selam duracak güzler yetiştiremiyoruz, ölümün rengârenk hüznü göç etti göçmen kuşlarının kanatlarında. Uzak iklimlerin güz sancısının derdindeyiz, sanala boyanmış yüzüyle oturuyor mevsimler başköşeye ne kadarda yabancı ve acı. İnsani olan her kelimemiz dökülmüyor acılarımızın heybesine, cevap veremiyoruz bir cümleden hicret ederken kâinat kitabına kaybolup gidiyoruz amaçsız boşaltılmış hayatların kırgın taraflarına. Güz sancısı çekecek zamanımız dahi yok her şey masmavi gök altında kırık bir yaşamdır mevsimleri elinden alınmış.




II 

Güz gelir ölüm renginde suskunca yerleşir anılarımın sararmış taraflarına. Sancılanır bütün kelimeler, sözcüklerin üzerine abandıkça abanır hafif ve serin esen kuzey rüzgârı. Doğa mahmurlaşır çiçeklerin üzerinde yaz ölüme serenat dizer, kıyısız acıların meyve vermemiş sahilinde bir bir düşer hayatın tik tak sesleri, dalgalar sahile vurmadan öykünür bulutların denizlerde yıkanmamış yüzüne, yaz son nefesini vermek üzere tenimizin üzerinde tepelenir durur. Güz sancısı başlamıştır doludizgin giden yazın kucağında, gölgelerin güneşten kavrulmuş yüzlerine uzayan bir zaman giydirilmiştir ikindi vakti, ağaçlar kuşların göç vaktinde gökyüzüne doğru yavaş yavaş atar üstünden yük gibi gelen giysilerini. 

Güney rüzgârları kendi siperlerine çekilmeye, göç vaktinin en derin zamanında güney yamaçlarına yuva kurmaya başlamış, güneşin yakıcı ışığının üzerinde vakur fakat yenilmişlik edasıyla yeşil tonlarda göç etmişti. Güz yazın yeşermiş bedenini serin yerlerinden kemirmeye, güneşin sararmış renklerini yaprak ve bitkilere nakşetmeye başlamıştı. Bir koşturmacadır gök kubbenin altında göçmen kuşlarda, yuvalarının son rötuşlarını yapmışlar dönecekleri günün şarkısını mırıldanarak kanatlarındaki ritme uyarak havalanmışlardı. Güz sancısı kuş yüreklerine vurmadan, ürkek bakışları ele vermeden son şarkılarını bir serçenin kanatlarının altına bırakıp gitmişlerdi, bozulmuş mevsimlerin hüzünlerini yanlarına alarak.


Esâtir Korkula


Korkularımı korkularıma denkleştiriyorum ve oturuyorum hüznümün alacakaranlığına. Hangi mevsimin korkularını sürükledim gönül haneme, aklımın en ücra köşesine hangi kâbuslarım şehirler kurdu, sanal zamanlarda korku tünellerini içinde barındıran şehirler hangi duyguların çığlığı? Korkularımı korkularıma denkleştiriyorum, fakat tanıyamıyorum hangi renkte şekilden şekle girdiğini. Bu nedenle hangi korkularım benim, hangisi bana empoze edilmiş anlayamıyorum, tanıyamıyorum. Haritalar çiziyor ruhum korkunun en çok nerelerde sinyal verdiğini, hayatın içinden yaşam tarzlarına nokta atışı yaptığını anlamak için. Fakat hiç biri cevap vermiyor ya da veremiyor yeryüzünde korkulması gereken önümüze konulmuş zandan öteye gitmeyen hayatlar. Masallarla çizilmiş, menkıbelerle, kültür, gelenek göreneklerimizin içinde yuva kurmuş bir türlü görmediğimiz göremediğimiz korkular. Haritalar çiziyor ruhum korkularıma yaslanarak tek tek fethediliyor akıl ülkemin kültür kırıntıları. Gelenek görenek alışkanlıkları kentler kuruyor fakat korkularım kendini ele vermiyor. Hangi mevsimde korku biriktireceğim, hangi sabahlar güne korkarak başlayacağım, yeryüzünün hüzün dolu semtlerinde hangi korkularımı heybemde taşıyacağım. Kartopu gibi büyüyen, dolunay gibi büyüyen fakat ışığını güneşten alamayan yaşamlar biriktirmişiz, az anlayan çok inanan korkular biriktirmişiz, akledemeyen içi boş fakat bir balon gibi şişmiş korkular biriktirmişiz yıllarca. Biz kendimizi tanıyamamışız ki, anlayamamışız yıllarca ruhumuzun atlasında hangi yollardan gidilir, hangi ırmak serinliğinde nefes alınır bilmemişiz bildirmemişler. Korkuyoruz kendine dahi faydası olmayan düşüncelerden, ideolojilerden. Hayat tarzı haline getirilmiş ve önümüze yeryüzünün korkudan tapınakları şeklinde yaşamlar konulmuş. Korkularımızdan bir kelimeden diğer kelimeye hicret etmeye dahi gücümüz yetmemekte, cümlelerimizin önüne anlaşılmaz şehrin hengamesinden biriktirilmiş korkular konmakta yada kendimiz koymaktayız. Bu nedenle bir şehir kadar yalnız kalabalıklar, bir yalnızlık kadar şehirler kuruldu. Eski çağların esrarengiz mitlerinden çıkarılan doğa olaylarından korkularak çıkarılan korku tanrıları. Elle tutulmayan gözle görülmeyen kendisine dahi yararı olmayan düşünce tanrıları. Kendini koruma amacıyla sığınılan hurafelerle biriktirilmiş hayat tarzı korkuları ve bu yol üzere dünya ya bakışını sınırlayan koruyucu tanrılar. Korkumu korkuma denkleştiremiyorum, her adımım, bakış açım, düşüncelerim hatta hayatım korkular üzerine bina edilmiş. Bu nedenle hangi korkumu korkuma denkleştirsem sağlaması yanlış çıkıyor ve yeryüzünün geri bırakılmış düşünemeyen kalabalıkların arasına karışıyorum. Korkularım beni kalabalıkların içine sürüklüyor, sürünün bir parçası olmak, sürünün düşüncelerine sahiplenmek ruh haritamın cevap bekleyen stratejik yerlerini rahatlatıyor fakat çare olmuyor içimizde kopan fırtınalara. Sessizliğin karanlık dünyasında bir yıldız gibi göz kırpıyorum kendime fakat suskun gökyüzünün kaypak taraflarında kaybolup gidiyorum. Sabahın seher vaktinde güneş gibi doğmak korkularımızı gözden geçirmek gibidir ikindin gölgesinin uzayıp giden gölgesinin üzerinde. Korkulacak olanı bilmek küllerinden yeniden korkusuzca doğmak karanlığı delen yıldız gibi olmak. Bir medeniyet korkulacak olanı bilmekle kurulur ve tarih sahnesinde yerini alır. Küçük kainat olan insan korkulacak olanı bilirse bütün alemle dost olur aynı istikamete doğru yolculuğuna başlar. Korkulacak olanı bilmek gönüllerdeki taşlaşmış taçlandırılmış sahtelikleri bertaraf etmek demek, korkulacak olan bize en yakın olandır şahdamarımızdan daha yakın.



***
SOYUTA BOYANMIŞ ODA



Birinci Oda

Kelimeden özen ile yapılmış bir terazinin kenarında soyut mu soyut bir odanın içinde gün alıp gün satarken buldum kendimi. Sağımda solumda eski paslanmış bir kenara atılmış sevinçlerim. Yüzüme karanlığın içinden bakan yalnızlığa bıraktığımı hüzünlerim. Kullanıp kullanıp attığım, yer beğenmez yerinde durmaz, her şeye itiraz eden kendini beğenmiş düşüncelerim. Bir denizin kıyıya vurup dalgalanması gibi gidip gelen, görünüp görünüp kaybolan, sır içinde sır saklayan anılarım. Kendimi kendime bıraktım zamanı olmayan mekânsız bir yolculuktaydım soyuta boyanmış meçhul odamda. Yüzümde her an her saniye zaman denen soyuttan nehir akar gider bilinmezlik rüyasına. Kendi sesiyle yıkanan bu nehrin farkına kimi zaman anılarımda dolaşırken varırım, zaman zaman kuytu yerlerden geçer içerim suskunluğu, içtikçe daha çok artar yalnızlığım. Sır vermez hayallerle baş başa kalırız loş ve ıssız köşede. Sadece ben zaman ve hayat suskunluğu sayarız gün boyu. Suskunluk dedimse büyük bir fırtınadan arta kalan metruk yaşamlar. Suskunluk görünmez kapı gibi açılır günahlarımın en hararetli, ateşte pişirilmiş cümlesinde. İdrak ile baş başa kalırız anlam ile hemhal olduğu kelimenin ortasında. Yüzümde ki kırışıklarda yinede hüzün dolu gölgeler oynaşır, anlamdan yoksun ıslak kelimeler dökülür gözlerimden. 


İkinci Oda
Sessiz ve zamanı olmayan soyut odamdan şehre daha inmemiştim. Kuşların içli ötmelerini duymamış, bebeklerin ağıt yakmalarını işitmemiştim daha. Yeryüzünün varlığı içimde erimeye yüz tutmuş, madde naçizane benliğime dokunmamıştı. Tarihin son demlerini Endülüs gibi yaşamamıştım. Gökler kararmamış güneşten aldığım ışık huzmelerini ayaklarında çarık ile dolaşan çocuklara satmamıştım. Son fasıldı belki de söylediğim şarkı, belki de son şiirlerin son kıtalarıydı. Sabah kor gibi yanmamıştı yüreklerde, kafamın içinde hayallerim, anılarım sürgün olmamıştı amellerimde.


Üçüncü Oda
Rengi ve kokusu olmayan soyut odamdan somut olan bir mekâna ilerledim duygularım beni ele verecek korkusuna kapılarak. İlerledim ayları basamak yaparak, mevsimleri yağmur damlasının içinde saklanan çöl rüzgârına yama yapa yapa. İlerledim kendime doğru doğudan ve batıdan. Kibir atı kapıda karşıladı cüssesi küçük ama kendini büyük hissettirerek. Akıl maddenin üzerinde taht kurmuş görünmeyen görgü tanıkları etrafında farkında değil olan biten muammadan. Farkında değil çatırdayacak olan yeryüzünün derin derin uğuldamalarından. Yavaş yavaş bedenim ile kardeş olan maddeye dokundum. Saniyenin ilerlemesi gibi iskeletimin üzerine çamurdan elbise giydirildi. Tek tek yerine geldi gözlerim kulaklarım. Gördüm ve konuştum ne varsa hayata karşı, duygular ile kirletilmiş kelimeler saçıldı etrafa. Hoyratça, pervasızca bir kurşun gibi kalbimin hüzzam mevsime gelen kelimeler. Aklın kibir boyası ile boyanmış, ekâbirlerin talan ettikleri yeryüzünden çaldıkları kalbimizi delip geçen demirden kelimeler.


Dördüncü Oda
Sözcükler ayazda kalmış eda ile sızlıyor iliklerime kadar. Sevginin ve nefretin ortasında taht kurmuş kelimeler duygularımı devşiriyor birazda zaman kırıntıları çalarak gökyüzünden. Hayat fısıldıyor diğer bir hayata karşı kuytu yerlerde kalmış günahlarımdan putlar yaparak. Saçlarımın ayazda kalmış saatleri üzerinde kendimi beğenmiş bir eda ile menkıbeler dağıtıyorum silik sinsileşmiş. Son demlerini yaşayan sonbahar takıyorum göğsüme ama aşiyanda kalmış serçeler dökülüyor nihaventsiz yaralarımın üzerine. Yüzümde sararmış çınar yaprakları yol gösteriyor şiirimin ilk dizelerine, ne zaman kullansam dünya kelimesini şiirlerimde savruluyor anti madde ruhumun en ücra köşesine. Şiirim çırpınıyor yerkabuğu üzerinde, dünya çırpınıyor şiirimin son dizesinde. Sürgün kelimelerin ekseni etrafında dönüyor dönüyor korkak ve çaresiz bir hal alıyorum ölümün muhteşem girdabında. Düşüncelerim geri dönüşü olmayan madde âleminden kaçıyor, gözkapaklarımı gündüzün üzerine gecenin kapatması gibi kapıyorum. Hazan mevsiminin üzerini kışın örtmesi gibi toprak üzerimde tenimi kokluyor. Damarlarımdan geçen vesvesenin korkusuyla şehre inmemiştim daha. Bilinmezlik deryasından madde âlemini zerresine kadar kustum. Şiirlerimin renginde yinede gelmedi zaman ve madde yiyen ölüm.


***
 PUSUDADIR ZAMAN

kanatları kırılmış
bir rüzgârın önündeyim
mühürlenen sonbahar yaprakları
terk ediyor hüzünleri
iniyor kar tanesi burukluğunda
mahşer yerine siluetim
denizi içtim şarap tadındaydı
sarhoş olmadım
gönül putundan helvalar yedim
çare olmadı açlığıma
gölgem saçlarımı okşadı
dokunduğum ağaçlarda saçkıran
gözlerinden acıya ok gibi fırlayan
bakışların baygın
dilimin keskinliğinden
kelimeler yarım
menkıbelerden yapılmış
hayallerin iniyor
önümde gölgeden perdeler
acıyla yoğrulmuş sesler içiyorum
kalbi ölmüş bir asrın hengâmesinden
dünyanın nefesini tutuyorum


***

                                                SON CÜMLENİN ÇIRPINMASI

Acının son çeyreğinde hüzne doğru yol alıyorken, sözcüklerin üzerinde bir boğanın üstüne binmiş gibi sağa sola sallanıyorken, dünya avuçlarımızın üzerinde bir yunus gibi çırpınıyorken ve umurumuzda olmazken yörüngesi; bahar kışa merhaba diyebilmek için aylarca kışın bağrında yaşarken, bembeyaz bulut yaz yağmuruna hoşça kal diyebilmek için günlerce sırtında yağmur damlasını taşımışken, arılar çiçeklerle görüşmek umuduyla gidiş yörüngesini çizmiş, haritalardaki çiçeklere konmuş polen toplamışken, ben dönüp bakmamışken gece gündüze gökyüzün aydınlık olsun, üzerinde karanlıktan dahi bir leke olmasın temennisiyle kendini yeryüzüne saklamışken, gündüz yüzündeki karanlık lekelere aldırmamışken; düşünceler kemikleşmiş kelimelerden yontulurken bir nalbandın elinde, kelimeler demir, sert bir balyoz gibi vururken kafamıza, duygularım bahar rüzgârını karşılamaktan uzak, kuzey poyrazından gelen deruni ve soğuk iklim tabakalarına hoyrat tavırlar takınırken; yürüdüğümüz hüzün yürüyüşlerinden tekrar geçerken, gülme krizleri zamanı esir alırken ve kendi hüznümüze dâhî bakmadan bir kurşun gibi fırlatırken kahkahalarımızı; yeldeğirmenlerine savaş açmayı dahi bırakmışken ve kime ne için nasıl bir savaşın ortasında olduğumuzu bilmeden hatta ve hatta kendimize savaş açtığımızın şuurunda olmazken; kendi benimize başka benlerle saldırılar düzenlediğimizin sarhoşuyken, yaralar alırken yüreğimizin suskun taraflarında halen anlaşılmaz bir halde kahkaha çiçeklerini koklarken. Gideceği yolu bilmeyen ve düz ovada dâhî şaşırmışken, dünyaya şaşkınlıkla bakma becerisini kaybetmişken ve hatta kendine dâhî şaşırmamışken; önümüzden geçen serçelerin kovalamacasına takılmadan yürümüşken ve sesimiz çıkmamışken; sorumluluk hissine feryat figan etmeden, korkunç yalnızlıklara çare olalım derken fakat kendi ruhumuza zulüm yaparken; kendi benliğimize ulaşamamış ve bunu sorgularken, kendi önümüzü görememiş ve hayata vesveselerle bakarken, her şeyi hayatın normal akışı gibi sanki bir makinenin dişlisi gibi görürken aynı zamanda suskunluğumuzun ateşten kızarmış kelimelerine boyun eğerken ve bu kızarmış ateşten kelimeler her değdiğinde bağırmayı lütuf zannederken; bir sona doğru gidildiğini fakat tarif edemediğimiz anlayamadığımız sonlar ile karşılaştığımızda kendi sonumuzu hesap etmeyen, her türlü bilgi beceri çağın gerekleri ilgimizi çekerken fakat acının tonları teknolojinin ritmine göre hareket ederken; beklemek usulca yanı başımıza sessizce sokulan farkında dâhî olmadığımız, ömrümüzün her anında yanında olan hayatımız ile yan yana sürekli akan, yavaşlamayan ve canlı cansız herkese adaletli davranan zaman. Ne istediğimizi bilemezken hayattan, nedensizce kulak tıkamışken sağır olmadığımız halde nedensizce görmezken, ölüm ile yaşam arasındaki acının her türlü renkli renksiz tonlarını, nedensizce görmezken yer ile gök arasında yağmurun yağdığını kalbimize ve usulce gökkuşağı oluşturduğunu. Usulca yağmurun yağdığını ruhumuza hissettirememişken, ıslandık sadece yağmur damlasının hüzün taraflarında.

Yüzlerimizi gizlemişken birbirimizde, gizledikçe gecenin gizini bulamadık dolunayın mehtap dolu gecelerinde, mehtap dolu gecelerde ışığa yürüdükçe gecenin karanlığını kaşağılamışken ve avuçlarımıza döküldü aydınlıkta kavrulmuş siyahlık. Bütün bedenimiz aydınlıkta kavrulmuşken siyahlık, hangi çağın ağıdı söylenir üzerimizde belli değil. 

Körebe oynarken düşüncelerimiz diğer düşüncelere karşı, suskunluk işareti yapamaz elleri hamur, gönülleri acıdan kavruk analar. İşaret parmağımız ile cümlelerin sonunu göstermişken söyleyeceklerimiz, yazacaklarımız, devrik ruh hallerimiz bitmemişken. Gözlerimiz ile suskunluğun acı görüntüsünü izlerken ve gözlerimizden yaş gelmezken; yaş gelse dahi kuzey poyrazının yüzümüzü çalgına çeviren soğuk esintisinden ağlamaklı olurken. Ve cümlemin sonunda noktayı koyacakken geriye dönüp baktığımda bir hayalden, kuruntudan, anların gidip gidip gelen çırpınmasından geriye hiçbir şey kalmazken; ne kaldı ki şu gök kubbenin altında ellerimizde çırpınan şiiri yazmaktan başka? Ne kaldı?

***

RUHUMUN MERKEZİNE YOLCULUK



Uzun yola çıkmaya hüküm giydim.

İsmet özel.

Kelimeleri bir truva atı gibi kullanıyorum zamanın hüzün dolu boşluğunda. Zamanın boşluğu büyüdükçe beynimde kaynama noktasına gelmiş düşüncelerim çekiliyor bir karadeliğe. Bu nedenle hüznün sararmış mevsimine doğru yola çıkıyorum, dağlanmış acılarımı yanıma alarak. Yaşadığınız ne varsa getirin diyorum, hoşunuza gitmeyen günleri, ayları, yılları bir kenara attığınız düşüncelerinizi getirin diyorum ey ahali! Körpe dünyanın günahkâr taraflarından çıkıp gelsin istiyorum mahur sözcükleriz, karamsarlığın rengine bürünen tüm mahrem adımlarınızı getirin, çünkü ben zamanı olmayan bir boşluğa doğru yol almaktayım, utanarak anlatamadığınız vakitlerinizi bana verin, kışın bağrından kopup gelen sonra vazgeçtiğiniz şiirleri, hayatın kararan yüzünde ıskaladığınız yazılarınızı, yaşam emaresi görülmeyen ve sonbahar suskunluğunda yazdığınız korku öykülerinizi bana verin. Dünyanın omurgasından yeryüzüne doğru iniyorum, mevsimleri olmayan bir çağdan geçiyorum, duygular birbirine silah olmuş korku dolu gözlerle, sırra kadem basan insanların yanından geçiyorum. Ölüm bir paranoyaktır insanlara ne alınır ne satılır, ölümü her akşam yanlarında korkak savaşçılar gibi kahramanlık hikâyeleri anlatan tapınak şövalyeleri modunda suskun yığınlar yanından geçiyorum. Hiç söyleyecek sözleri kalmamış insanların, sabah ölümsüz, akşam hükümsüzdür dillerinden akıttıkları karanlık kelimeleri. Cinayetin resmini çizerler en kronimal batini aletleri ile. Kahkahadan kelime üreten kâhinler gelir rüzgarın haber getiren uğultusunun önüne. Rüzgârda kaygan bir selvi gibi sağa sola yalpalayan, saçlarımın bahçelerinden geçemeyen, gözyaşlarımdan billur ışıklar yapamayan birkaç nefeslik dünyanın uğultusu kalır geriye. Hayat damla damla bitiyor teninin üzerinde, ölüm ıskalıyor zannediyorsun nefesini, zaman yavaş yavaş eritiyor her adımında hayatı, kullandığın sözcükler az az ölüyor bitiriyorsun hesap vereceğin güne ait biriktirdiklerini. Taksit taksit harcıyoruz mevsimlerin kıyamete bırakılmış sararmış yapraklarının üstündeki hayallerimizi, borçluyuz korkularımızdan büyüttüğümüz ve dünyayı cehenneme çeviren zamanlardan kaçan zamanlara. Vakti evirip çeviren bir boşluğa gidiyorum ey insanlar! Var mı hayatınızın herhangi bir anında görmek istemediğiniz zulümler, mazlumların ölümü üzerinden aldığınız ödüller, aşiyan mevsiminde katlettiğiniz ve görmek istemediğiniz kuş yürekler, verin ve rahat edin mantığınızı, düşüncenizi amel canavarına dönüşmeden verin ve kurtulun.

Seni dağladılar değil mi ey ahali. İzmlerin beynimize yuvalanmış putlaştırılmış kelimeler ile dağladılar, sonbahar mevsiminde hüzün şiirleri yazma diye, kalbinin vicdan sözcüğünü kullanacağı yerden dağladılar. Bir boşluğa doğru gidiyorum, susuz çöller gibi olan ruhumla, kıyamet sayfalarından aldığım sahneler ile uzun bir yolculuğa çıkıyorum. Seni hüznünden vuracak hüznün kalmadı değil mi ey ahali. Korkak bir renge bürünüp gidiyorum arzularım hayal olduğu sarnıcı olmayan boşluğa. Bana verecek kayda değer günahlarınızda yok değil mi. Anlamsızlığın kitabı olan postmodernizm, günahlarını da anlamsızlaştırdı, mubah tanrısına çevirdi. Kelimelerimi truva atı gibi kullanıyorum ama beni ele veriyor zamanın boşluğundaki rengi ve kokusu olmayan vakitler. Vakit dedimse bana verdiğiniz anlamsızlaştırılan hayatlar yaşamlar. Bu boşluk nedir bilir misin? Düşüncelerinizde oluşturduğunuz mubah tanrılar ile kol kola gezen cüzi iradeler, kâinatı anlamaya çalışan ama kendi iç kâinatını anlayamayan içimdeki ben. Bana verecek kusurlarınız vesveseden yapılmış bir dua makinesine bağlıdır çare olmayacak yaz mevsimini hatırlasam da yanık türkülerle. Çaresizdir günahlarınızın dişlilerinden yaptığınız mekanik amelleriniz, benim iç kâinatıma yolculuğa çıkmaya hazırlıksızdır, ölüm kış mevsiminin bağrında için için yemektedir baharın özünü. Ey ahali içimdeki boşlukla baş başa bırakın, ne devranlar döner ne kıyametler yaşanır bilmezsiniz, sizleri bilinmezlik tanrısı ile baş başa bırakıyorum, dünya ya kazık çakacağınız dünyanın merkezine yolculuk öneriyorum. Belki ölüm sizi teğet geçer, yanılgılarınızdan kurduğunuz şehirden çıkarılmazsınız. Demirden kelimelerin yoğrulduğu kendi iç benliğimdeki boşluğa doğru yola çıkıyorum. Uzun bir yolculuğa merhaba.




***


KELİMELERİN ARKA YÜZÜ


Okumak: En derinden ve şiddetle beynimi ve düşüncelerimi sarsan, sakin sular gibi bekleyen; köhnemiş, sıradanlaşmış, basitleşmiş inançlarımı yerinden oynatan, aklımın kelimelere karşı bir tavır alışı, karşı koyma sürecidir.

Hemen okumaya başlayamam; çünkü tavır alırım türlü türlü önyargılarla yaklaştığım kitabın yüzüme bakan kapağına. Kitabın ismi cezbedici, ilgi çekici karanlıkta yanıp sönen ışık gibi işaretlerle yoklamışsa ön belleğimi okuma isteği başlama seansına girer, okumaya başlamanın hazırlıkları hislerimi harekete geçirir ve kendime doğru yol alırım.

Okumaya yol almak, kışın bahara yol alması çiçekleri bağrında barındırması gibidir. Yeter ki kitabın ismi içimdeki kronikleşmeye kadar varan ve kelimeler dünyasının sahillerinden uzak kalmış beynimin hezeyanlarını yaklaştırsın kendine. Darmadağınık olan düşüncelerim, kendi mevkiinde ve birbirleri ile çelişmiş sözcükleri, öykünmeye çalışan duygularımı biraz silkelesin, “ne oluyor bu kitabın ismi beni kendine çekiyor” desin. İşte o zaman okuma hissi bütün benliğimi sarar kelimeler dünyasının sahiline yanaşırım. Başlangıç aşamasında düşüncelerim amansız bir mücadele verir… Okuma eylemim ve yeni bilgiler ön belleğimin içinde kaybolup gider. Okumak, daha ilk kelimesine, harfine, sözcüğüne başlayamadığın kitabın ilk sayfasını, yazarın başlangıç heyecanını yakalayabilmektir. Tabi ki okur için başlangıç biraz sıkıcı olabilir, kelimeler daha sahile vurmamış, daha denize açılmamıştır; sözcük kırıntıları işe yaramayan kelimeler vurmuştur sahile. Ürkek ürkek girersin kelimeler ülkesine, kendini suskun ve çaresiz hissedersin. Suskunluğun kitaba olan saygıdan hürmettendir ve sessizce okumaya başlarsın kelimeleri incitmeden hor görmeden. Sen kelimeleri incitmez hor görmezsen sana hayatın sırlarını getirir ve bir kayık olur bindirir sırtına. Ve su almayacak binek üzerinde kelime toplaya toplaya yol alırsın; ırak olanı ulaşılmaz olanı, anlayamadığın, kavrayamadığın sır zannettiğin hayatın anlamı yavaş yavaş gün doğumuna dönüşmeye başlar yönünü daha kolay bulursun.

Devam edersin yazarın ruhundan çıkmış doludizgin kelimelerin içinden.

Kimi zaman kendi dünyana sığdıramadığın, kabullenemediğin, düşüncelere rast gelirsin rest çekersin. Olmaz dediğin akla karşı tezler gibi algıladığın kelimelere itiraz edersin, hatta itiraz edecek vakti bulamadan aniden çıkan bir rüzgâr sallar bindiğin kelimelerden yapılmış kayığı. Olmaz dediğin, şaşkınlığını gizleyemediğin kelimelerin içine yuva yapmış düşüncelerin peşinden gider, yönünü bulacak bir pusulanın olmadığını görürsün, hem kitaba hem yazara kızarsın. Kızmak hakkımız dersin geri dönmek istersin fakat bir defa çıktın yarıladın yolu, yaralandı yüreğin, acının gerçek tadını hissetti kalbin ki kelimelerin bıraktığı kalp acısının hiçbir acıya benzemediğini anladın. Suskun ve çaresiz okumak hissini durdurmadın ve yol almaya başladın kelimeler denizinin sonunu merak ettin, sözcüklerin derinliğini merak ettin, denizin ortasında anlamdan oluşmuş bir ada var mı diye merak ettin.

Kafanda şekillenmeye başladı haritada yeri olmayan kitabın ruhu.

Yazarın deruni tarafına bir bağ kurdun, kelimelerden yapılmış kayığının içine sözcüklerden bir otağ kurdun, bulutun ve yağmurun arasındaki ayrılmaz bağı aşk ile yoğurdun. Seküler dünyanın talan ettiği yerlerden uzak, hisler dünyasında gerçekleşen, kelimeler denizine doğru uzanan ve yazarın iç dünyasında sonuçlanan bir muştunun olduğunu gördün.

Ölüm duygusunu bastıramadığımız gibi okumak, içimizde susturamadığımız bahar cıvıltısı, toprakla oynayan çocuğun masumiyet halleri, çölleşmiş yüreklere yolculuğa çıkan bulutun serüveni…

Öğrenmek, kışın bağrında saklanan baharın yeryüzünün kımıl kımıl hazırlığını görmek istemesi, içimizde önleyemediğimiz soyutun resmini çizdiğimiz, dünyayı anlamlarla bağladığımız kopmaz ve birbirini duygularla bağlayan bağ demek değil mi?

Kitabın sonlarına doğru gelmek sonun başlangıcıdır, gecenin sonu gibi ve iç dünyamızda soyut olanın resmini çizmek değil mi?

Kelimeler denizinin sonuna gelmek hislerin, aklın karanlık odalarında güneşin doğması, tan yerinin ağarması değil mi?

Kitabın cezbedici ismi ile çıktığın yoldan bitiş noktasına kadar bir edebi sanat gördüysen, hissettiysen sonunda da aklettiysen yazarla, kelimelerle dost arkadaş oldun demektir. Hem bir kelimeden diğer kelimeye hicret ettin, çölleşmiş ruhunda bir damla anlamın yeşerdiğini büyüdüğünü gördün demektir. İsmiyle, içindekilerle dost olduğun kitabı, özenle incitmeden yüreğinde bir buse kalarak kitaplığın sessiz taraflarına koyuverdin.

 ***
ASLAN YÜREKLİ YOL














bir uzun gün ahır dağına baktık 
sabah rüzgarında 
bulutlar renk renk tartılıyordu 
önümüzden geçen tarihin kanat çırpınışları 
bir başak gibi ruhumuza eğiliyordu 

her bahar çiçekler destan kokuyor 
edeler hazırlanıyor gelincik tarlası gibi 
kiminin elinde gök gözlü fesleğen 
kiminin elinde ardıç kokusu 
koşuyorlar rüzgarın üstünden 
kapalı çarşının eteklerinden 
her bahar tarih koklayarak 
nefes nefese edeler rengarenk 
günler aylar bir bir akıtıldı 
evlerde toplandı çıg taneleri 

bebekler ağladı maraş destanı dillerinde 
kurtuluşu taşıdı edeler her sabah yüreklerinde 
güneşten kopan bir demet ışık aldılar 
nasırdan parmaklarına sardılar 

cemre süzüldü yavaş yavaş 
topraktan tenlerinde gelinlik kız gibi ayaz 
destanı bir kilim gibi maziye serdiler 
kadim çağda önden giden aslan yürekliler 
ateşten kelimeler 
sözcüklerden eritilmiş kurşun 
garbın kafatasından yapılmış silahlar 
tarihin önünden donuk donuk geçen şehirler 
gemilerin ağır ağır limana çekilmesi gibi 
geçiyordu anne ve çocuğun üzerinden mermiler 
geçiyordu frenk edalı 
bizans devrinden kalma 
roma arenasında cengaver 
fitne mabetlerine süngüler takarak 
piramitten cesetler ülkesinin varisleri 
kibir kusuyordu habis ruh gibi 

gözyaşlarından denizler 
damla damla dökülüyordu 
kalem ile çiziliyordu ülkemin sınırları 
elem ve korku üreten 
yeni yüzyılın kıyamet sahnesi 
yazılıyordu annenin ağıtından 

kanla yoğrulmuş bu toprağın çocukları 
sırtında taşıdı kadim ülkeyi 
gökkuşağına boyanmış şadırvanlar 
çocuk yüzlü akan sebiller 
ruhunu sükut gecesinde demleyen 
insanın nüvesi olan 
yüzyılların ahi yüzlü 
gönüllerin destansı şehri 
anne ve çocuğun en mahrem acısı 
üflenen ruhun özünde patladı 
bütün dünya hamasi kelimelere boyandı 
büyük bir uğultu ile parçalandı 

yüreğimizden kopup gelen 
hüznü şadırvanlardan akıtan 
güller ülkesinin son bahçesi 
kanla yıkanmış bayrağın rengiyle 
sabrı damla damla yüreğinde perçinleyerek 
asırlık çınarların gölgesinde kurduğun medeniyet 
üzerinde tarih kokladın 
kutsal metinlerini taşıdın taş medreseye 
gölgesini içtiğin asırlık çınar 
örs ile yoğurduğun şehir 
kendi küllerinden dirilen destan 
gözlerine sürme çekilen ölüm 
kalplerine destanı nakşeden hattat 
başlıyordu tarih resitaline kapalı çarşıda 
volkan gibi fışkırıyordu ruhlarından 
küllenmiş medeniyetin kıyısında 
boğazlarına yapışmış frenk çıbanını 
baharın sevdalı çocukları ile 
kurtuluşu tarttılar ahır dağının heybetinde 
o heybet ki kendi içlerinde 
bir karış topraktan 
kahramanca dirildiler 
şehitlerin kokusu 
güller çarşısında Maraş’ta 
aslan yürekliler


***
 SEVGİLİ, DOSTUM X

Yazılamayan bir düşünce içerisindeyim, so- nu görünmeyen aşüfte bir yoldu gittiğim; güneşte titreyen gölgeler altında saçlarımın kuruluğu yazdan kalma, etrafımı çeviren ve yanımda bir anda bitiveren cımbız ile çekilen bulutlar, çekilir zaman parmak uçlarıma kadar aheste aheste. Öykünsem dünya ya yaralı serçe gibi, ıraksayarak koysam benliğimi ortaya beynimin gün görmemiş hücrelerine kadar… Korkak ve ürkek bir acı hatıra kalacak kalbimde; yer olmayacak yaşadıklarımı toplasan hayat denilen yalan dünyada, zaman duygusuz ve hoyrat bakacak gözyaşlarıma. Acıdan baygın düşmüş düşlerimi satamayacağım gecenin hengâmesine, suskun sokaklar çağın kelimeleri ile sulandırılmış, tükettiklerimiz kendini yok edercesine yaşadıklarımızdır. Rüzgâr ağaç yapraklarına randevu vermiyor artık, kalbimizi mesh edecek kelimeler ise hiç uğramıyor sevgili dostum. Biliyorum canlı cansız bütün maddeler hiç yerinde durmadan hareket etmekte, bizler cüzi yeteneklerimiz ve algılarımız ile hepsini görememekteyiz. Belki de madde âleminde her an değişimleri algılamamız delirmemizin en kolay ve kestirme yoludur. Belki de dâhî olmak için delirmek gerek, belki de her çocuk doğuştan dâhî olarak doğar sonradan hayat boğar.


Gökyüzündeki mavilikler gözlerinde birikse siyah bir gökyüzü ile baş başa kalsak, çiçeklerin renklerini teninde toplasan, renksiz tatsız bir dünya bıraksan hiç kimse bilmeyecek renklerin cümbüşünü. Ey dost! Sanma ki bir çiçeğin katledilişini insanların yüreklerindeki acı kuyuları hissedecek. Sonbaharda çırpınan sarıya çalmış bir yaprağın ölümü reklâm arası kadar dahi vicdanlarda yer etmeyecek. Bir tiyatro seyircisi gibi alkış tutacağız dünya sahnesinde olup bitenlere. Batıdan gelen alkışlarla talan edilecek ruhumuz, elimizde avucumuzda kalmış birkaç anlamını yitirmemiş kelimeler ile dımdızlak ortada kalacağız. Delirmenin dehşetengiz ve esrarengiz ilk kitabını yazmaya başladım sevgili dostum bilesin. Gökyüzüne çocukça bakmalarım olmayacak, öykünmelerim kuytu yerlerde nemalanacak hayata karşı, bulutlar darağaçlarında sallanacak yağmursuz, nefret ettiklerimiz selam verecek kuşluk vakti sabaha. Delirmeyi özlemek, dünyada olup biten vahşet tamtamları kulağımızda yankılanırken adı sanı bilinmeyen katledilen emzikli bebeler midir? Biliyorum zamansız bir zamanın içinde şu dünyada kaybolup, hiçbir şey olmamış ve yaşanmamış bir zaman olarak zihinlerde unutulup gideceğiz. Gitmek ve sonbaharı peşinden sürüklemek, gitmek ve bebelerin kahırlarını geride bırakmak bu kadar kolay mı sevgili dostum. Fanatizmin savurduğu çılgın benliklerin çılgınlığı, sosyal konumlarının esiri olmak, şuurlarının ekâbiri veya düşüncelerin zulmü ne hazin bir yoldur. Bu yollara karşı göğsünü siper etmek, rüzgârın savurduğu yağmura karşı siper etmek gibi değil, soğuktan büzüşmüş ellerini ateşin nedametli yüzüne koy vermek hiç değil, her çocuk peygamber doğar duruşudur asıl olan. Suskun bir efsane olarak hayatımızı ikame etmekteyiz şu günlerde sevgili dostum. Suskun ve bitap düşmüş bir mecnun profili çizemeden, sıradanlığın sıradanlaştığı tekdüze bir hayatlar ordusu görürsün kafanı kaldırıp biraz baksan etrafına dostum. Sıradan olmayan sıra dışı deliler dolaşabilir etrafında, deli zannettiklerin mazlumların gözyaşlarını bahar rüzgârında denizden esen meltem şiirleri ile yıkayanlar olabilir yanılma. Şiirler ile hemhal değilsen hiçbir yerde ne bir şiir görebilirsin nede bulabilirsin. Belki de delirmenin en kestirme yolu şiir yazmaktır hayatın hengâmelerine karşı. Ama suskun ve de biçareyiz şehrin ışıkları altında sevgili dostum. Suskun ve metruk kelimeler ülkesinde bir çocuğun gökyüzü mavidir söyleminden korkuyoruz. Korkuyoruz gaybı hatırlatacak içimizdeki devasa reaksiyonların ortaya çıkmasından. Belki de modern dram yaşamak içimizde gaybın hayat sahnesinden uzaklaştırılması demek değil midir?

Sevgili dostum x, son sözü söyleyen sözden uzak kaldık, bitap ve harap bir şekilde ruhumuzu tehcir ettiler yağmaladılar. Delirmek hakkını dahi çok gördüler şiirin limanlarında. İnsanlık ve şiiri bir kadavra gibi kullandılar atomun dahi parçalandığı şu çağda. 

Ah dostum acılar içindeyim ruhumu sükûnete erdirecek bir kelime bekliyorum.


***

TAŞRA RİSALESİ




"Demek ki bütün şehir bana benzedi... 

O halde muhakkak gitmeliyim."
 /Ahmet Hamdi Tanpınar/

İnsan önce kalbinden hicret etmeli. Sonra ruhundan, ya sonra bütün bedeni ile betondan kelimeler ile dev binalar diktiği devasa kentten gitmeli kendisi için meçhul zannettiği taşra yalnızlığına. Devasa çok katlı betondan mezarlar içinde sanal yaşamlar alışkanlık, tekdüzelik, kendi benliğini boş verme putu ile yaşar hale getirdi bizleri. Evlerimizden çıktığımız her mesai saatlerinde bir karış toprağa hasret ruhumuz ile binler börtü böceğin can çekişmesine neden olan ve onlara hayat hakkı tanımayan betondan sokaklara atıyoruz adımlarımızı. Aslında zannediyoruz bu adımlar gururumuzun böbürlenmemizin, kibirlenmenin adımları değil mi. Her an ruhumuzda hissetmediğimizi tabiata zehir saçan kulaklarımızın hengâmesini bozan arabalar, kerpiç topraktan evlerimize savaş açmış çok katlı betondan mezarlar, mahiyetini anlamadığımız kelime kirliliği yapan yüzleri vitrin ışıklarının rengini almış insanlar. Hangi insan gitmek istemez ruhunu ve kalbini alarak hayatın keşmekeşliğini bırakıp. Hiçbir kitap anlatamıyor içimdekini. Her düşünce her fikir her ideoloji kendi nefsinde olanı hayat standardı olarak sunuyor bana. Hiçbir kelime varlığın sancısını anlatamıyor botanik bahçelerde yaşayan insana. Benliğindeki kelimeleri papaza günah sunar gibi her hafta periyodik olarak ruhunu sunar psikiyatriye betondan mezarlarda yaşayan ailesinin mahremlerini de. Tılsımlı sözcükler hiçbir fayda sağlamaz kalbinde yeşermiş zalimliklerine aç gözlülüğüne, paranoyak hallerine megalomanlıklarına. Büyülü haplar ile rahatlatılır birkaç seans verilerek. Betondan mezarlarda botanik hayat yaşar. Kutsal kelimesi bir elin parmaklarını geçmez veya çok bilgilidir kafasında kafasını patlatacak şekilde doldurduğu demirden kelimelerine toz kondurmaz.

Dokununca
Siyah taşın tılsımına köleler
Çözülür
Zincirleri hasretimin
Özgür olurdum
            /M.Akif Şahin/

Bir dağ ile yemyeşil envai çeşit bir bahçe ile veya gözlerinin içinde uzayıp giden bir bozkır ile kucak kucağa sarmaş dolaş hemhal olduk mu hiç. Kerpiçten evlerin önünden bir rüzgârın sırtına binip hayata baktık mı? Ne kadarda basit geliyor değil mi bir ağaca sırtımızı verip sessizce yaprakların hışırtısını dinlemek. Ya yıldızları bir kalem ile çizmek kadar basit mi. Bir billur gibi dostun ay gibi parlak yüzü gibi sebillerden akan su ile kainatın bütün yorgunluğuyla alnından akan terleri yıkamak, yine hüzün ile geçmiş bir hayatın ortasında bakırcılar çarşısında bakırı ilmek ilmek nakşeden ustanın çekicini vurdukça çıkan o nağmeler, envai çeşit meyveler bitkiler her türden ağaçlar ve ceviz ağaçları, kiraz ağaçları ve üzerlerine her an çıkmak isteyen yaramaz çocuklar. Şadırvanlardan su içen serçenin ürkekliğinde zamanın bedenlerini ince ince erittiği eski zaman yaşamlarından kesitler sunan ihtiyarlar. İnsanın ruh ve kalbini hemhal eden münzevi bir soluk aldıran taşralı olmak her Anadolu insanının gözlerinin buğusunu bir köşesinde durur öylece hüzün dolu ve bir o kadarda vakur. Suskundur yağmurları ince ince düşer çamurdan bedenlerinin üzerine. Şarkılarındaki nağmeleri rüyalardaki yalan aşklar ile değil, gözlerindeki hayatın gerçek sahnesinde verirdi duygusunu hissini Anadolu’nun mağrur insanı.

İliklerinden çıkar
Suskun yağmurun çığlıkları
Kokusuna dokunmak için
Şarkıların nağmelerini zülüflerine sürer
Rüyalarımın sergüzeştini emerken yalan aşkların
Seni hissetmeden kapanmaz
Gözlerim
            /M.Akif Şahin/

Her insanın çocukluğunda bir taşralık vardır. Kimi zaman ninesinden dinlediği bir masal alır götürür onu, kimi zaman sessiz geceyi keskin bir bıçak gibi ikiye bölen puhu kuşunun sesi. Kimi zaman meltem rüzgârının servi ağaçlarına hafifçe dokunmasıyla çıkardığı kadife sesindeki hışırtısı, ya da tanımlayamadığı insanın kendisini hissettiği fakat açıklayamadığı yağmur yüklü duygular alır götürür bir küheylan gibi. Bizler duygu sağanağında yaşayan, bir kırlangıcın kanadı sızlasa ağıtlar yakan, sükût renginde mısralara yas tutan biz taşralılar. Kent soylusu diye üzerimize giydirilen deli gömleğini bir türlü üzerimizden atamadık, atmak istedik ama bizim adımıza düşündüler konuştular sayfa sayfa yazılar yazdılar benliğimiz adına, ninemin sevecen kelimelerinin içini boşalttılar önce sonra cahiller güruhuna gönderdiler kitap yüklü sözcükler ile berzah alemine geçmeden önce.

Eğiliyor
Akşamın üzerine gölgeleri
Yas tutan mısralarla
Suskun dudaklarla
Eylülün
            /M.Akif Şahin/

     Biz taşralılar hangimize kentlerin kurşun gibi kelimeleri ruhumuza isabet etmedi. Nelerden vazgeçirdiler bencilleşen insanlığın uğruna. Bencilleştikçe nankörlüğünün kıyısında talan ettin madde ve mana dünyanı. Bencilleştikçe betondan mezarlar içinde sanal geleneğini kurdun, kentin en mahur ezilmiş, kemiklerinin röntgeninin çeken ayazın iliklerine kadar acıyı işleyen insan hiç umurunda olmadı. Biz taşralılar batının hengâmesine, keşmekeşliğine, her kelimesinin arasına gizlenen şeytanını sahiplendik yaşanmamış hayatlarımızı da ödünç vererek. Ninemizin başımızı okşarken söylediği ninni batıya ve değerlerine karşı bir öykünmeymiş geç öğrendik. Onlar okumayan değil ama yaşayan akıldı yaramazlıklarımızı nazlarken verdiği öğütler. Alınması gerekenler yaşanması gerekenlermiş bir kelimeden bir sözcüğe. Bir kalpten bir kalbe dostluğun resmini hangi ressam çizer. Sadece bizlere sunulmuş yazgı diye özgeçmişimize kader diye sunulmuş yaşamların yamaçlarında eğleniyoruz. Zamansızdır bizim sevdalarımız suyu alınmış çöllerde. Anlamı alınmış kavramlar ile dolaşırız çağın varoşlarında. Hiç duygu yüklü değildir doğrularımız. Bencilleşen sözcüklerle savunur bir çocuğun ağlamasını biz taşralılar.


Zamansız
Konaklayınca kervanlar
Sevdaların çöllerinde
Tanımlar kavramları
Yaşlanan uygarlığın serüveni
Kalıplara
Kravatlara banknotlara
            /M.Akif Şahin/

    

***

ŞEHİR RİSALESİ


Şam ve Bağdat kırklara karışmıştır
Elde kala kala bir Mekke bir Medine kalmıştır
O da yarım kalmıştır
Urfa ufala ufala
Bir pul olacak çarpık balıklar üstünde
Belki bir toz bulutu
İstanbula küflenmiş
Bir avrupa akşamı dadanmıştır
Eski şehirlerin kimi göğe çekilmiş
Kimi yedi kat yerin dibine batmıştır
-Sezai Karakoç-

Şehirler en onulmadık yerde beton yığınları ile bir karabasan gibi çöken ve ruhumuzun en dramatik yerinde onulmaz yaralar açan kadim çağ tapınakları. Kuş cıvıltılarının yerine, kulaklarımızı bütün seslere karşı vahşileştiren, vahşileşen kelimelerden yüreğimizi delip geçen sözcükler. Betonlaşmanın daha hayatımıza girmediği dönemlerde bütün çocuklar gibi bende şehrin efsanevi, çekici bir o kadarda yaşamsal olanaklarının etkisinde büyüdük. Her çocuk gibi bizde kendi dünyamızda bir şehir efsanesi oluşturduk. Ne kadar da cazip gelirdi ışıkların bir o yana bir bu yana yıldızların göz kırpması gibi oynaşmaları. Çekerdi kendine şehir yağmurların sızlandığı vakitler  ne kadarda masum görünür merhameti ile barındıracağından emin bir şekilde gezmek gelirdi şehrin veya şehirlerin ruhunu.


 Dört mevsim ile hemhal olmuş bizler, kuru bir sonbahar yaprağının üzerinde yağmur damlası kovalayan bizler ne zaman şehir ile yaşamaya başladık teslim ettik gözlerimizi, kulaklarımızı, daha söylenmemiş yazılmamış kelimelerimizi işte o zaman kaybettik ruhumuzda ki sevecenliğimizi.



biz şehir ahalisi kara şemsiyeliler

kapçıklar, evraklılar örtü severler

çığlıklardan çadır yapmak şanı bizdedir

bizimdir yerlere tükürülmeyen yerler.

    /İsmet Özel /



Taşradan şehre yolculuk kimi zaman umuda yolculuk, kimi zaman edebiyatın bütün dallarından kuru bir dal parçası gibi kopup beton yığınlarının arasında öyküye, şiire bürünen kelimelerin yolculuğu. Bunalım şiirler, suskun düşünceler, modern emperyalizmle yoğrulmuş tabanı olmayan sözler, insanın nankörlüğünün çırpınıp duran sanal putlarıydı las vegas ışıkları gibi oynaşan. Şehre tanıklığınız, zulümleriniz, neden sonuç ilişkisine sığdırdığınız bilimsel tezleriniz, bilgisayar verisinin akışı gibi aktığını zannettiğiniz hayatınız, aklınızda formatlanmasını istediğiniz caddeler, beton yığınlarının arasında sanal merasimleriniz, gerçeklerin görüntü kirliliği olarak algılanması bütün imgesel ve simgesel sözcüklerinizden kovulmasıdır. Neden sonuç ilişkisine sığdırılmış canlar,  istatistikî alafranga rakamlar, şehrin bütün aynalarında örgütleşen zalimler, sokaklarda geçen postmodern ömür sanal putlar önünde adanan kurbanlardır.



Ben ne büyük bir dalgınlıkla bakmış olmalıyım ki hayata

görmedim orda çinko damlar ve plastik sürahilerin tanrısını

yerimi yadırgadım

yerim olmadı zaten kendi mezarımdan başka

çılgının biri sanılmaktan sakınmaya vaktim olmadı

durmadan bir beyaz aygırla taşardım derin göllerden

bir gebe kısrakla kaçardım derin ormanlara

güneşin zekâsıyla doymak isterdim

kaba solgun kâğıtlar sunardı

şehrin insanı bana

şehrin insanı, şehrin insanı, şehrin

kaypak ilgilerin insanı, zarif ihanetlerin.

    /İsmet Özel /


Şehrin hor görülmüş kelimeleri ile yaşayan, çaresiz yalnız tükenmiş hayata dair konuşacağı bir yaşam tarzı kalmamış, cebinde intihar saatleri ile başının üstündeki yıldızların kendisine göz kırpmasının farkına varmadan, hayalleri sanal ortamda pişirilerek kendisine sunulan insan. Tarih boyunca ne çok acılar çektin sükût renginde, Kabil nefsinden zalimliklerin bir yaralı aslan gibi kovalarken mazlumları, ne çöller aştın ateşten kavrulmuş kumların üzerinden geçerek. Şimdi şehrin dipsiz kuyularında nefsine zulüm eden insan kıyamet bir kavurucu kelime gibi durur önünde.


İşte öldüm, işte son kadife çiçekleri

son defneler, baldıranlarla kefenlediler beni

bütün kaçaklar için ince bir merhem oldu benim ölümüm

bütün hoşnutsuzlar yanlarında saklayacak

benim ölümümden yayılan kırpıntıları

boğaz tokluğuna çalışanlar

özenle kilitleyecek göğüslerinde

benim ölmüş olmamı

hiçbir yaprak damarından

hiçbir su özünden atamayacak beni

ortaya benim ölümüm sürülecek

pey akçesi olarak

tanrıların ölümünü bir üstlenen çıkınca

ama neler olup bittiğini hiçbir âyetten

hiçbir vakit anlamayacak şehrin insanı

şehrin insanı, şehrin insanı, şehrin

pahalı zevklerin insanı, ucuz cesaretlerin.

    /İsmet Özel /


Bizler yitik şehirlerin/yitik medeniyetlerin insanlarıyız. Her adımımız meşru olmayan salvolarla karşı karşıya gelir düşünceden putlar ile savaşırken.  Bizler gönül hanemizin medeniyetini kalbimizden attığımız günden beri ne kadarda garibiz şehirde, ne kadarda içi boşaltılmış yaşamlarla uğraşıyoruz.  . İnsan bu şehrin keşmekeşliğinde saygınlığını yitirdi ve ölümü istatistiği verilere sığdırdı. Öyle bir savrulma ki şark ve garp en dramatik oyununu oynamakta, iç içe geçmiş kültürler medeniyetler anlaşılmaz bir ruh haline büründü. Belki de dünya tarihi böyle çetin insanın ruhunu perişan edecek bir yaşamsal sanallık yaşamadı. Yanılsamalar yanılgılar bir metrix felsefesi formatında algılanması sağlanmış, insanımız fiziksel olarak varlığı her türlü yaşam şartına uysa da yitik insan olmuştur. Yitik insan hangi ruh ile hangi kalp ile şehrin binalarını gülden yapacaksın. Kuracağın birliğin medeniyeti sana çıkmaz sokak gibi duruyor ey insan. Her sokak başında cehenneme ateşini biraz daha çoğaltarak sabahlıyorsun, şehir büyüdükçe sen küçülüyorsun. Bu küçülme sanma ki fiziki küçülme değil, yeryüzünde şerefli haysiyetli kadirşinas durumunun küçülmesidir. Denizin karşısında kendini damla misali aciz ve küçük görmenin küçülmesidir. Ne hazin ne acıdır dev beton binaların arasında ezik ve bilinçsiz yaşamak. Her adımın kaldırımlarda nankörlüğün ile kol gezmekte, parçalanmış hayatlar matinesinde bir ömür tüketerek geçiyor söylemlerin. Mevsimler ne kadar da özledi çiçeklerin yurdundan geçmeni.


Bilemezsin eskittiğim

Kaçıncı sokakların kaldırımı

Boynu bükük kaç çiçek ezdim

Ay tepeden vurduğu zaman

Gölgemin esrik izleri

Yorgun yüreğimin köreldiğini

Çiçeklerin rengine not düştüm

/Mehmet mortaş/


Vitrinler önünde ayin yaparak bir ömür tüketen insan. Dev gökdelenlerden gökyüzünü göremeyen insan. Betondan bir dünyada, betondan daha da katı ve sert kalbi olan insan. Şehrin solgun ışıklarında boynu bükük çaresiz, gözyaşları yerine irin akan insan, hangi bebeğin ağlamasında şehri gezdin ürpererek. Beton binaların parçalanıp un ufak olduğu gün, bütün devasa alış veriş merkezlerinin paramparça savrulduğu gün, hiçbir ağacın kalmadığı ve altında gölgelenemediğin günün yakın olmasını bildiğin halde neden gülüyorsun şeytanı kıskandırarak.


Vitrinlere sığınır

Zulüm kusarken uzaklar gülümser

Suratsız bir renge dönüşürdüm

Yollar

Boynu büküklüğümü alır götürürdü de

Gözlerim

Gökyüzüne baktığı halde

Yine de yaşarmaz

/mehmet mortaş/


Bizim kültürümüzün medeniyetimizin içinde bir ipek böceği gibi saklı duran insan, hangi şehrin kaldırımı ile batıyı temsil eder oldun. Geçmişin yıkık dökük anlaşılmaz hayatın günah çıkarmaları ile gezinir beş öğün zanaks kullanırsın, sanal putlar ruh halini yansıtır panik ataktır kelimelere karşı hastalığın. Bir başkaldırı yoktur obozite alışkanlıklarına bir öykünmedir hayatın, Şehrin vitrinlerinin önünde panik ataklarını kusan insan, papaza günah çıkarır gibi kurduğun bu caf caflı medeniyete günah çıkarırsın. Seküler dünyanın bütün tövbelerini ruhumuzun en onulmadık en çarpıcı ve en zayıf merkezinden kutsamamızı istersin hayata karşı.

Bir yol var içimizdeki berrak en derinlerden gelen sese binaen. Bütün kâinat birlik içinde biz diye hareket ederken şehirleri de katmalıyız bu dönen ahenge. Bir şehre ölüm bulutları rüzgâr estirmeden, tabiatın dilini demirden, betondan yapılmış kelimeleri ile şehrin sürrealist yaşamlarına sunmadan, haydi başla bir nutfeden yaratılan insan önce kendi ruhunun sonra şehirlerin ruhunu diriliş muştusuna sunmaya. Bir ruh var medeni olmanın içinde kalplerimizi birleştiren. Bütün âlemi biz olmanın muştusu ile düşünmez misin, hayatın anlamını kalplerimizde birleştirerek hoş geldin demek ne güzel. Ne güzel sapasağlam bir ip ile şehirleri bağlamak, fıtratımızın boyası ile boyamak. Kalbimizden bütün insanları kuşatacak şekilde birliğe çağıracak medeniyet belki de şehirde nevşünema bulacak.

mihnet gözlerin eski bir çağ

ıtri yıldızın derin düşer geceme

gizli kiliseler geçerken içerinden

bekle ve otur şadırvan yüreğime

kandil akşamlarında

yusufçuk kuşunun çırpıntısı

ağaçsız bulvarlarına düşsün aldırma

üşüme içime gir

ısıt kutsal nefesini

ah güzel şehir

      /Yasin Mortaş/


***
ŞAİRİN GÜNDÖNÜMÜ-3

Kardeşler! ' deseydim 'Kardeşlerim! ' 
'Bakın yaklaşıyor yaklaşmakta olan 
'Bakın yaklaşıyor yaklaşmakta olan 
Bakın yaklaşıyor…' 
yazık, şairler kadar cesur değilim 
İsmet Özel

Ah şair bu yaşamlar sahile vuran irin dalgaları ile besler kendini. Cehenneme ulaşmanın en meşru yolu, kin ateşi ile kin bahçelerinde naralar atarak dolaşmak. Bu nedenle teninde altın rengine boyanmış yazdan kalma güneş izini bulamazsın. Gözlerinde kırağı çalmış mevsimleri öyle ki hiç bulamazsın. Girdin şehrin en zayıf noktasından. Fakat yel değirmenlerine karşı koyan bir Donkişot değil halin bilesin. Kırala karşı mücadele eden robin hood hiç değil. Mekanik medeniyetin hayal üstü kahramanı Süpermeni hiç aklına dahi getirme. Ki modern medeniyetin kahramanları seni öldürmeye gelebilir, hayallerini, ruhunu, şiirlerini işgal edebilir. Anlaşılmaz bir trans haline girersin heybendeki azığın tel tel dökülebilir. Eğer şiirlerin, kelimelerin gücün yetmiyorsa, modernizmin kahramanları, yaşam alanını, ruh dünyanı, değer verdiğin her şeyini tarumar etmek istiyorsa aşağıdaki kıssayı dinle.
Şehrin en uzak yerinden bir adam koşarak geldi: “Ey kavmim, elçilere uyun” dedi.
“Sizden ücret istemeyenlere uyun, onlar hidayet bulmuş kimselerdir.”
(Yasin: 20-21)

Bakırdan gökyüzünün üstünde altın rengine boyanmış güneşin ışıkları, irinden dalgaların kavislenerek linç edilmiş deriden giydirilmiş evlere vurduğu sahildeydik. Kelimeler çuvala konan mızrak gibi sığmıyordu heybemize. Rahatsızlıklarını her halükarda belli ediyorlardı, debeleniyorlardı baharı gören bir kısrak gibi. Seninde yüreğin okyanuslar gibi debelensin şair. Kendini okyanusta bir damla olarak gör ve mütevazi ol kibrinden debelenen kelimelere aldırma. Okyanusu bir bardak suya hapsetsen dahi kendini büyük görme. Gir korkusuzca irinden sahile sırtını dayamış şehre. Gir şehrin en zayıf noktasından yani ölümün istatistiği verilere dayanmayan yerinden. Batıya hayran hayran bakan taşeron beyinler gibi olma. Heybendeki kelimeler yüreğini çepeçevre çevirsin. Her türlü görsel ve işitsel saldırılara karşı korusun tarumar olmaktan. Hani ateşten denizi mumdan gemiler ile geçmeden önce hazırlamıştın kendini. Derin mi derin bir kelimenin hayaline düşmüştün. Günlerce çile çekmiş, ham olma halinden kurtulmuş gönüllerde pişirilmiş sözcükler hazırlamıştın da heybene koymuştun. Sözcüklerinle güneş gibi ol şair, şehrin buz gibi havaya bürünmüş sokaklarında kusurlara bürünmüş hayatlara karşı gece gibi. Burada zaman her gökdelenin en kuytu yerinde pusudadır. Aniden çıkan kuzey poyrazı gibi vurur seni sırtından. Eğer vurulursan camekânların zalim yüzüne yavaş yavaş dipsiz bir kuyunun önünde duruyorsun demektir. İnsanları vahşi cazibesi ile çektiği gibi senide çeker hayalden kurulmuş bir zevk ve eğlenceden olan devasa çarkına. Şiirlerin ile öğüt vermeye geldin gönülleri fethetmeye ama burada öğütte şiirde peri perişan. Çöplüklerde tonlarca kelimeler yığılıdır. Kimisi pas tutmuş mekânsız caddelerde yuvarlanır anlaşılmaz sesler çıkararak, kimisi kitapların anlaşılmaz yerlerinde gezinir kitap yüklü arabalara binerek, kimisi ve de en önemlisi yığınların beyinlerini meşgul eder patlamaya hazır bir saatli bomba gibi. Gökdelenlerin gölgesindeki kadavralar tıbbi terimlerin bilmecesidir. Kin ateşi ile yaşar insanlar suskun bakışlar arasında. Bu öyle bir kin ateşi ki hiçbir medeniyet barınmaz, hiç bir şehir ayakta duramaz yerle bir olur bütün yaşamlar. 



***

ŞAİRİN GÜNDÖNÜMÜ-2

“İnsan! seni savunuyorum; sana karşı!”
Nuri Pakdil

Ateşin denizinden mumdan gemiler ile geçildi. Gerek ateş rüzgârlarının önünde yol aldık, gerek eriyen mum adalarında demir attık. Gözyaşlarını dökmeye hazır bulutlar ile dost olduk, kuşların uzaktan gelen deruni sesleri ile konuştuk. Hay bin yeksan tavrındaydık, yalnızdık, sorguladık başına üveyik tünemiş kelimeyi, yer yer hazan mevsimini bir annenin kucağında avuturken gördük. Selvi ağacının gölgesinden yapılmış evlerde konakladık. Bahar tadında envai sulardan içtik. Şair ile bu yolculukta gündönümüne varmadan ay’ın dolunay haline varması gibi evrildikçe evrildik.
Şair Şiirlerini içi dolu buğday taneleri gibi başı öne eğik mütevazı bir şekilde hazırla. Rüzgâr salladıkça, yüzünün çeperine dokundukça güneşin erdemli ışıkları bir o kadar mütevazı ol. Bilirsin içi dolu başaklar sallandıkça ağır ve netamelidir. Her başakta sayısınca kelimelerin olsun. Her kelime şu kargaşaya bulaşmış, modernizmin keşmekeşliğinde yüreklerdeki boşluğa bir derya olsun. Derya derya içinde bir zaman tünelinde kalp diyarında en mahrem yerinden aşk ile yoğrul. Kelimelerin seni ıstıraba ve ümitsizliğe sürüklemesin. Ateşten denizi, mumdan yapılmış sözcükler ile geçtin. Heybende düş kırıntıları, sonbahar rüzgârı ve güneşin alnından koparılmış rengârenk eleğimsağma. Annelerin yüreğinde yoğrulmuş, iyiliği canlı cansız bütün varlığa anlatacak şekilde çıktın sahile. Bu sahil maddenin dehşetengiz yalnızlığında bir o yana bir bu yana sonbahar yaprakları gibi savrulan insanlar ile dolu. İnsanlar yüreklerinden başlayarak, dilleri, gözleri ve düşüncelerindeki ahenk bozulmuş, anlam beyinlerde en ücra köşelerde barınır olmuş. İnsanların ruhundan çıkan felaket fırtınaları devasa hazırlanmış çarkı döndürmekte. Bu keşmekeş dünyanın fırtınalarında başın dönebilir, sözcüklerin, kelimelerinin yetersiz kaldığını hissedebilirsin. Heybende bahardan kalma bir tutam papatya, sonbahardan kalma sararmaya hazır yapraklar bu çarkı durdurmaya yetmeyebilir. Bir yaprağı öldüren, bir çiçeği ezen bir döngü ile karşı karşıya değil, dört mevsimi mahfeden bir döngü ile karşı karşıyasın. Bu indiğin sahil insanlık tarihindeki hiçbir sahile benzemez. Ateşten denizde mumdan gemiler ile yol almaya hiç benzemez. Her an kelimelerden kasırgalar ile düşüncelerin tarumar olabilir bu sahilde. Farkına dahi varmazsın tarumar sözcükler ile bir kır çiçeğinin mevsimini savunduğun. Düşünceler yobaz bir manivela üzerinde gider gelir denizin çekilmesi gibi. Duyguların zulüm kusan vitrinlerinin önünde başını hafifçe eğmiş hayran hayran bakabilir hayata. Hayatlar hayatların kurdudur bir oranda, insan insanın. Kalpler birbirlerine buğz canavarıdır, düşünceler yüreklerdeki sevgiyi vurmak için bir kurşun. Bu sahilde öğüt yerine alkış toplarsın her akşam kızıllığının alafrangasında. İnsanlık bu sahillerde çok ilerlemiştir ama hiçbir şey görünmez. Yakışıklı kadavralar uzanır sahil boyu. Cehennemin ateşini cebinde taşıyan insanlar. Mal mülk putundan düşünce putu üreten yığınlar ile bir kartopu gibi büyüdükçe büyürsün.
Şair, kalplerin etrafını sarmış bağnaz duvarını delmek için şiiri kullan. Belki bir gedik açılırda kalplerine, şiirden bir demet merhamet fısıltıları bırakırsın. Belki şiir tohumu yeşerir yeşerir de çölde bir vaha olur.
Ey şair, şiir şiirin kurdu değildir.

***


ŞAİRİN GÜNDÖNÜMÜ-1


Mum gibi eriyen denizi gemiler ile geçmek veya kâğıttan yapılmış tekne ile ateşten göllerde yol almak, ne kadar zor sen bilir misin ey şiir? Yazmak için yola çıkmak isteyen şair!

Hiçbir deruni tarafımız yok denecek kadar az.

Kullandığımız sözcükler bize bir şey anlatmıyor.

Heybemiz dolu, envai çeşit yaşanmışlık, insanlara akıl verecek tecrübelerimiz, hayatın cafcaflı girdaplarında kullandığımız aritmetik zekâ, rengârenk boyalar ile boyanmış evlerimiz, arabalarımız var.

Ey kelimelerden demini alamamış şair! İçi doldurulmamış, balon gibi şişirilmiş kof, aymaz, hayata karşı hiçbir anlamı olmayan bir heybe ile çıkıyorsun kendini ve hayatı anlatan şiir yazmaya. Kendimi, kendini, hayatı anlatacak şiirleri bekler vicdana susamış ateşten denizin karşısında bekleyen insanlar. Şiir yazmak için hazırlıkların bu yüzden sıradan olmasın, bir kelime için günlerce, aylarca gerekirse yıllarca uğraşmalısın ki kendini, hayatı ve seni bekleyen insanları tam tanımlayabilesin, anlayabilesin. Gerçi kendimizi tanımlayamadık, hayatımızı anlamlandıramadık ki, hayata sunacağımız kelimeleri tanımlayalım, anlamlandıralım. Çetin ceviz kelimelerden geçeceksin, gerekirse kırılmayan, özünü göremediğin sözcüklerin kafasına bir balyoz gibi ineceksin, acılarından, sevinçlerinden, hüzünlerinden bir çeşni yapıp heybene koyacaksın. Çünkü alelade, sıradan, kof hayatlar ile yaşanmışlık ile çıkma yola. Yenilmiş ve kepaze olarak geri dönersin, mum gibi eriyen denizden veya ateşten göllerden geçemesin. Geçsen dahi heybende kullanacağın hiçbir malzeme bulamazsın. Ne acılarından yoğrulmuş, anlatmak ve dizelere sığdırmak istediğin şiirlerin kalır, nede menkıbelerin.

Ey gündönümüne döndürülmüş şair, heybeni kontrol et yola çıkmadan önce. Metruk bir hayata yaslanmışsan başka bir hayata karşı mücadele etme. Kontrol et ki aklında harlanan kelimeleri sözcüklerin gölgeleri hayatına dökülmesin. Hazırlıklarını yap ve şunu de:

Şiirlerime yetecek barutum var mı?

Gönüllere hitap edecek gücüm var mı?

Eziyet ettiklerinde, ezginliğim artacak mı?

Ve deki; insanlara kendimi, sizleri ve hayatı anlatacak sözcükler ile geldim.

Dizeler ile dimdik durdum karşınızda.

Heybemde kelimelerden sözcüklerden envai çeşit sırlar var, her dizeyi adı konmamış sırları sizler ile paylaşmaya geldim. Gönlünüzdeki gönül putunu kırmaya geldim. Fiziki âlemin arkasındaki hissetmediklerinizi biraz olsun hissettirmeye geldim. Geldim ve saatlerce, günlerce, aylarca heybemdekileri paylaşmaya geldim.

Sezai Karakoç, “Hızırla Kırk Saat” i her gün bir saatini ayırarak kırk günde, İstanbul Denizkapı’da deniz kenarındaki kahvelerde yazmış. Kırk yılda bohçasında biriktirdiği hayat malzemesini kırk günde kelimelere dökmüş. Her kelimesinde her harfinde kırk yılın yoğrulmuş deruni sorgulamaları ve hayat akışını görürsün. Sezai Karakoç Hızırla Kırk Saat şiirini hangi ruh halinde yazdığını pek kestirememekte birlikte, bizlerin ruh hali, limana demir atmış elmas yüklü gemilerin hareket zamanını beklediği gibi. Heybemizde demini almamış kelimelerimiz, kanatsız sözcüklerimiz… Hayatın keşmekeşliğinde heybemize kelimelere dökmediğimiz acılar… Açlıktan ölen bebelere uzaktan bir şey yapamadan bekleyen hazin kıvranışlar… Bir ağacın hiç ses çıkarmadan sessiz sedasız ayakta ölümü... Bir mısra için, bir dize için, bir şiir için heybemdekiler yeterli mi? Hayatı anlatabilir mi? tanımlayabilir mi? Pek de makbul olmayan meçhul bir döngü yaşıyoruz yola çıkmadan önce.

 Ey gündönümü dönmüş şair kalk ve kelimelerine dön!

Uyar gönüllerdekileri, akıllarda kalan insan menkıbelerini!

Vicdanın heyulası ile birikmiş çocuk düşlerini!

Hazırlıklı ol şiirlerin için dizelerine.


***
NEFS GÜVELERİ












anlamsızlığın kurutulmuş ölmüş tanrıları
bir çağ eğilişinde
korkudan titreyen zeytin karası kelimeler
puhu kuşu gözlerinden yapılmış korkularınız
kalplerinize yapışmış şehir
köpek ulumalarında adanıyor
alnındaki çöp çatan şeytan

kaç yudumdu ölümün nihayetsiz sanrıları
kaç bölümdü kendine biçtiğin alafranga rol
kaç bedendi ülkelerin suretinde göründüğün
kızgın bir ateş topu
dalaştın rüzgara sırtını dönerek
kızgın bir yüz vardı sende baharları eriterek
hangi ölümün bahçesinde
kobay olarak kullanıldın
hangi duygu sepkeni kesmez
acımtrak neşeli günleri
içini her an kirletiyor
nefs güveleri

derviş kırılmaları var yüzünün her çizgisinde
kaderi sanrı sandın
gölgede kımıldayan kelimeler sanrısal
gözlerini kapattın
tenine yağmurdan bir ırmak düşer
ateş saatinde budar bahçıvan
günahlarında birikmiş
meymenetsiz tebessümü
bu tebessüm biliyorum
eğilmiş çağın nefesinden
bu tebessüm biliyorum
dizlerindeki dermansız lavanta merasiminden
biliyorum
aynalarda ajan gibi dolaşan
nefs güvelerinden

aşiyanda ısınan nazenin hıçkırıkları kartopu baharda
yankı dünyaya haykırdığın sanrılamak hal sanma
çağıldayan nilüfer çehresinde gök gürlüyor semazen
matem yazıtlarından bir bir indiriliyor bu hengamede
hem de
sızıyor kalbimizin namahrem uzletine
nefs güveleri


***

BİR ŞEHİR AKIYOR GAZZE'YE











şehirlerin ruhunu tehcir için gönderdiler
dünyanın kalbine karanlık habisleri ile geldiler
samirinin nefesinden sanrılarla talan için beklediler

yüzlerinde dipsiz kuyudan yapılmış napalm sivilceleri
nasılda belli ediyor bin yıllık sinsiliği

fosforlu bombalar ateşten boyalı
gözlerindeki kinden bataklıklar barut kokarken
dünyanın fani hırsından yapılmış tanklarla
talmutta bahsedilen zulüm için geldiler
alkışlarla attıkları her bombayı yüreğimize
ateşini körüklüyorlardı arzın zebaniler
calut simalı insanların
kangrene dönüşmüş kavminden
kendi cehennemleri ile geldiler
öldürürken kahrolası dili gibi mermilerle
bebeleri
annelerin yüreğindeki gazzeyi talan ederek geldiler
mazlumun arşa yükselen feryadı üzerinde
taştan ve betondan medeniyetleri ile yeryüzüne serildiler

onlar
dünyanın her yerinde lanetlenmiş kelimeleri ile

onlar
kalpleri taş  vicdanları talmutta yazılı nilden fırata kadar

yeryüzünde bozgunculuk yapmayın dendiğin zaman
hümanist çılgın putlar ile geldiler

yeryüzünün zulmedilen mazlum halkları
elbet beklemekteyiz
o günü
o saati
ecel rüzgarları ansızın zalimleri
dizlerinin üzerine çökerttiği zaman
sükutun gözlerindeki kıvılcım
ebabil kuşları gibi geldiği zaman
silahların gölgesinden yapılmış tanrılar
musanın asası ile kahredildiği zaman
gazze de ölüm mazlumun ahı ile tartıldığı zaman
işte
ey yeryüzünün acı çeken halkları
anla artık
gazze senin hikayen

kopan bir yaprak gibi düşüyoruz gazzeye
avuçlarımda yanıyor çocukların yanmış yüzü
hangi sözcükleri kullansam merhem olmuyor yarama
kendimi sarıyorum cennetten kundaklara

bir şehit
işaret parmakları ile karşı koy arken tanklara
vurur şakaklarıma kurşun gibi gözyaşı
altımdan çekilir şehirler tarih olur filistinde
vicdanlarımız dolaşır çölleşmiş yüreğimizde
sokakların ölüm kusan saatinde
parçalanmış bir hayat sanma ki kolları bacakları
bize acıyorlar görmüyor musun konforlu mekanlarımıza
bir bir düşüyor mermiye el sallarken bebekler annelerine
cennet kundakları ile sarılıyor dünyadaki amelleri

ey lanetlenmiş zihniyetin modern temayülü
mazlumların üzerinde kurduğun kan ve gözyaşından
ah ederek rablerine yalvaran bitap yüreklerin feryadı
tek başına kalsa da taş atan çocuk
gök  deniz ve toprak şahit olacak
soğuk  merhametsiz ve kanser gibi yayılan zulmün
zamanda kara lekeler olarak
vaat edilmiş  vakte kadar
bumerang gibi seni vuracak

ayaklarımın altından bir şehir kayıyor gazzeye
her damlasında okyanuslar barındıran gözyaşlarımız akıyor
benim memleketimin sararmış başaklar gibi
yanık insanları
korkudan titreyen çocuğun kuş yüreğinde
nazlı gökkuşağı gibi zamansız bir kelimeye
gözyaşları süzülür acının en matemli yerinde
bir bulut geçer rahmet rüzgarından yapılmış helva ile
kalbinde çağıldayan ırmaklar
kelimenin hak için sancak açmış neferi gibi
yeryüzünün zulmedilmiş halkları adına
boynu bükülmüş yetimler adına
zalimlere göğüs geren yiğitler adına
yüreklerinde ağıtlar anadolu diyarından
analar bacılar
güneşte kavruk kavruk yanmış oğullar
maraş akıyor gazzeye
istanbuldan kudüse diyarbakıra
anadolu doğuyor Filistin de gögermiş sabah kızıllığına
akıyor halk edilmiş halk
kanıyla cenneti alanların diyarına


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder