TELEME / Teyfik KARADAŞ

Çiğ keçi sütüne, yabani incir sütü damlatılıp, çırpılarak yapılan süt kestirmesine teleme denir. Telemenin bundan başka yüzlerce tarifi bulunmakta olup, onlarca farklı yeni tarifi de yapılabilir. Önemli olan telemenin tanımı değil, ürünün pişmemiş keçi sütüne, yabani incir sütü damlatılarak yapılmasıdır. Telemeye; teleme peyniri, teleme yoğurdu gibi isimler veren bölgelerimizde mevcuttur. Teleme çiğ keçi sütünden yapıldığı için vitamin değeri çok yüksek bir yiyecek olup, sağlığımız açısından sayısız faydaları bulunmaktadır. Benim yaptığım araştırmaya göre; telemenin yapıldığı keçi sütünün, dolayısıyla telemenin sağlığımız açısından belli başlı faydaları şunlardır.

.Kanserin önlenmesine yardımcı olur.

.Kemik erimesini önler.

Çocuklara güç ve enerji verir.

.Fosfor eksiğini giderir.

.Diyetin vazgeçilmez besinidir.

.Mide rahatsızlığını giderir.

.Beyine enerji verir.

.Dişi çürütmez.

Bronşiti önler.

.Mikrobik enfeksiyonlara karşı etkidir.

Teleme sağlığımız açısından öneminin yanı sıra türkülerimize, şiirlerimize, ata sözlerimize, öz deyişlerimize velhasıl kültür ve edebiyatımızın tamamına sirayet etmiş, içine girmiş bir kavramdır. ”Güvercinim Süt Beyaz” isimli Aksaray türküsünün,
“Teşte koydum teleme
Kaşın benzer kaleme
Uğrun, uğrun severdim
 Sen duyurdun aleme ” dörtlüğünde teleme sözcüğünün kullanıldığını dikkatimizi çekmektedir. Türk Edebiyatının Ak Saçlı Beyaz Kartalı Baheaddin Karakoç’un” Toros Dağlarına Bir Güz Gezisi” şiirinin,
“Keklikler öterken kaş yaylasında
Abanoz yaylası öptü mü hızımı
Süt göynüğü ak teleme tasında
Çobanla bölüştüm gönül sızımı” kıtasında teleme tasından bahsederek, kaybolmaya yüz tutmuş bir zenginliğimizi gün yüzüne çıkartmaktadır. “Çobanın gönlü olursa, tekeden teleme çalar.” Atasözümüz, teleme ile ilgili atasözlerimiz için güzel bir örnektir. Bundan önceki örneklerden de anlaşılacağı üzere teleme edebiyatımızın bütün türlerine konu olmuş, önemli bir kavramdır. Teleme kavramı, hakkında kitaplar, ansiklopediler yazılabilecek kadar genişlik ve zenginliktedir.  Ben burada sizlere telemenin edebi yönünden ziyade bizim köydeki yapılışını, değerini ve benim için önemini anlatmaya gayret edeceğim.

Benim çocukluğumda yani bin dokuz yüz yetmişli-seksenli yıllarda bizim köyde her ailenin bir sürü davarı (kara keçisi) vardı. Keçisi çok olan sürü sahiplerinin çobanları, keçisi az olan fakir insanların hayvanlarını da güderlerdi. Haziran ayı gelip de havalar ısınmaya başladı mı, köy halkı atlara, katırlara, eşeklere yükü yükler, Keş Dağı Yaylasına göçerdi. Keş Dağ Yaylasında çakşır, kenger, kekik gibi doğal otlarla beslenen keçiler bol süt verirdi.  Kadınlar keçilerden sağdıkları sütten peynir, tereyağı, yoğurt ve çökelek yaparlardı. Kadınların yaptıkları süt ürünlerini erkekler şehirde satarak elde ettikleri gelirle geçimlerini sağlarlardı. Keş Dağı Yaylasında haziran- temmuz aylarında yüzlerce çadır olur, bu çadırlarda bine yakın insan yaşardı. Yayla zamanı, yayladaki düğünler, bayramlar, şenlikler diğer zamanlara göre daha coşkulu geçerdi. Babamın anlattığına göre bin dokuz yüz ellili yıllara kadar yayla zamanı köyde yaşayan insan kalmadığı için köyün imamı ve jandarma karakolu da köy halkıyla birlikte yaylaya göçermiş. Ağustos ayının başında Tekirdeki ekinlerin biçilip harman edilmesiyle birlikte davarcılar Keş Dağı Yaylasından Tekir Çayının etrafındaki muhtelif yerlere göçerlerdi. Yayladan göçen davarcılar çayın kenarına meşe ve çınar dalıyla hayma adı verilen bir barınak yapıp orda yaşalardı. Davarcıların çayın kenarında oturmalarının amacı o zaman buzdolabı olmadığı için yoğurtlarını, yağlarını çayın suyuna ıslayarak bozulmasını önlemekti.

Keş Dağı Yaylasından Tekir’e göçüldüğü zaman keçiler kurumuş otla beslenmeye başladığı için sütler koyulaşır, teleme yapma zamanı başlamış olurdu. Kuşluk vakti keçiler sağılır, istisnasız her haymada günlük olarak teleme tasıyla teleme yapılırdı. Keçi sütünün içine yabani incirin sütü damlatıldıktan sonra süt çırpılmaya başlanır ortalama beş dakika içinde teleme hazır hale gelmiş olurdu. Teleme yapmasını en iyi çobanlar bilir, haymaya gelen her misafire mutlaka teleme ikram edilirdi. Ben de yaz tatillerinde çobanlık yaptığım için teleme yapmasını öğrenmiştim. Yılda en az on defa teleme yapardım. Yılda ortalama otuz kırk kere teleme yerdim. Yılın ağustos, eylül ve ekim aylarında bizim bölgede teleme yapmak, teleme yemek günlük hayatın bir parçası sayılırdı. Ancak; ben şimdi sizlere yaşamış olduğum farklı bir teleme anısını anlatacağım.

Bizim aile o yıl Keş Dağı Yaylasından göçünce Tekir yerine Döngeldeki Abara Ağzı mevkiine konmuştu. Ortaokul ikinci sınıfta okuduğum senenin ekim ayının ilk günleriydi. Çobanımıza istirahat vermek için cumartesi günü davar gütme görevi bana verildi. Verilen görevi yerine getirmek için ben o gün, gün doğmadan evvel kalkıp davar sürümüzü Aşağı Yayla istikametine hareket ettirdim. Anam azığıma üç adet yufka ekmekle bir kilo kadar mahra başı üzümü koymuştu. Hava karanlık olduğundan, korkmamak için sürünün peşi sıra türkü söyleyerek, şiir okuyarak gidiyordum. Tömek Pınarına vardığımda hava aydınlandı, Koyun Oluğu Dağının tepesinden güneş göründü. Kısık’tan, Eski Döngel’den gelen çobanların sesleri uzaktan duyulmaya başladı. Böylece zihnimde yaşadığım o küçük korkuyu üzerimden atmış oldum. Balta girmemiş ardıç ormanların arasından, bazen bir tavşan yavrusunun kaçtığını, bazen bir sincabın ağaçların tepesine tırmandığını görerek yoluma devam ediyordum. Büyükçe bir tilki önümdeki tesbi ağacının içinden fırlayarak kaçınca o anda nasıl korkarak irkildiğimi anlatamam. Kartallık Tepesi ve Ayı Pınarı tarafından gelen keklik seslerini duydukça yaşadığım sevinci tarif edemem. Derin Dereden geçerken uzaktan uzağa duyduğum kurt ulumaları, beni davar sürüsüne daha iyi sahip çıkmam konusunda ikaz ediyordu. Böyle bir maceralı yolculuk neticesinde davar sürümüzle birlikte büyük kuşluk zamanı Aşağı Yayla mevkiindeki Çakran Pınarına ulaştık. Keçilerimiz Çakran Pınarının ardıç teknelerinden buz gibi suyu içip çevredeki sedir, ardıç ve mezdeği (köknar) ağaçlarının gölgesine yattı. Bende pınarın yanındaki küçük bir kayanın gölgesinde dinlemeye başladım. Ağaçların gölgesinin uzunluğu öğle vaktini geldiğini işaret etmeye başladığı sırada çocukluk arkadaşım Mustafa ve İsmail isimi iki çoban selam vererek yanıma geldiler. Mustafa bana “ Teyfik azığında ne var “ diye sordu.

Ben: “Azığımda açık ekmekle, mahra başı üzümü var” dedim.

Mustafa :”Benim azığımda da ekmek ile helva var. Kabul edersen sizin keçilerden iki- üçünün sütünü sağıp teleme de yapıp azığımızı yiyelim “dedi.

Ben : “İncir sütünü nereden bulacağız Mustafa” dedim.

İsmail :( Söze müdahil oldu) “ O iş kolay, bende incir sütü var “ dedi.

Ben : “Tamam yapalım, o zaman “dedim.

Ben tamam der demez İsmail bizim sürünün içine yıldırım hızıyla daldı. Sütü bol olan iki keçiyi canlı hayvan pazarında çalışan bir simsar gibi enselerinden tutup pınarın başına getirdi. Mustafa keçilerin sakalını tuttu. İsmail azık torbasından çıkardığı bakır teleme tasının içine büyük bir ustalıkla keçileri sütünü sağdı. Sağılan süt göz kararı bir litreden fazlaydı. İsmail hemen azık torbasından yaklaşık otuz santim uzunluğunda, dört beş santim eninde beyaz bir bez parçası çıkartıp sütün içine attı. Kurşun kalem büyüklüğünde bir ardıç çöpü ile sütü çırpmaya başladı. İsmail’in bezin üzerine deli incir sütü damlatarak kuruttuğunu da orada görmüş oldum. Daha önce böyle bir tekniğe şahit olmamıştım. İsmail sütü beş dakika kadar çırpınca teleme kıvamını aldı. İsmail bezi içinden çıkartıp teleme tasını teknedeki buz gibi suyun içine attı. Bende azığımdaki üzümü teknenin içine ısladım. On dakika kadar sonra tastaki teleme kerpiç gibi katılaştı. Tekneye attığım mahra başı üzümleri jiletle kesilmişçesine yarıldı. Telemeyi, üzümü, helvayı, İsmail’in azığındaki şekerli tereyağını bir araya getirip öğle yemeğimizi yedik. Ben o zamana kadar öylesine katı, öylesine lezzetli bir teleme yememiştim. Telemenin tadı damağımda kaldı. O günden sonrada öylesine lezzetli bir teleme yiyemedim. “Geçmiş zaman odur ki hayali cihan değer.”

Geçen gün eşimle teleme konusunda sohbet ediyorduk. On sekiz yaşında ve on iki yaşında iki çocuğumun da telemeyi duymadıklarına ve görmediklerine tanık oldum. İçim cız etti, gözlerimden yaş geldi üzüldüm. Telemeyi bilmemeleri çocuklarımın suçu değil, benim ihmalimdi. Bu ihmalim nedeniyle çocuklarımdan ve milletimden özür diliyorum. Bu vesileyle gıda konusunda veya gastronomi üzerine çalışma yapan insanlarımızı ikaz ediyorum. Türk Milletinin binlerce yıldan beri yaptığı ve iştahla yediği TELEMEmiz unutulmasın. Yok olup gitmeden gün yüzüne çıkartılsın.

Tadı damağımızda kalan TELEMEmiz gelecek kuşaklarımıza miras olarak bırakılsın!

Hem mutfağımızda hem de gönlümüzde ilelebet yaşasın!




***
ŞİİR YARIŞMASI

Anam ümmi bir kadın olduğu halde mutlu günlerimizde güzelleme, kederli günlerimizde de ağıt ve taşlama türünde uyaklı, kafiyeli şiirler söylerdi. Kardeşlerimin beşiğini sallarken de irticalen maniler uydurduğuna şahit olurdum. Yaşı yetmişi geçtiği halde, halen şiir söylemeye devam etmektedir. Ben de anamdan mı etkilendim, bizim köydeki ağıtçı kadınlardan mı etkilendim bilemiyorum ama on iki yaşındayken hece ölçüsüyle şiir yazmaya başladım. Bundan dolayı şairliğin bana anamdan sirayet ettiği kanaatindeyim. Lise birinci sınıfta yazdığım bir şiir Yeşil Afşin Gazetesinde yayınlandığında nasıl mutlu olmuştum anlatamam. Üniversite öğrencisiyken şiir yarışmalarına katılır, yarışma sonunda mansiyon ödülü alsam dahi, sevinçten göklere uçardım. Öğretmen olarak göreve başladıktan sonra bir ara yazdığım şiirleri kimseye göstermeden dosya arasında saklamaya başladım; ama şair ve şiirle olan ilişkimi yaşamımın hiçbir aşamasında kesmedim.

Bin dokuz yüz doksan altı senesinin kasım ayı ortalarında, Valilik; Adıyaman’ın il oluşunun 42. yıl dönümü münasebetiyle Adıyaman konulu şiir yarışması düzenlediğine dair bir duyuru yazısını okulumuza göndermişti. Ben de o zaman Adıyaman ili Gölbaşı ilçesi Belören İlköğretim Okulunda Müdür Yardımcısı olarak görev yapıyordum. Bu yazının ekindeki yarışma şartlarını dikkatlice okudum. Yarışmaya katılmamda bir mahsur olmadığını gördüm. Bu tespitten sonra yarım saatlik süre içerisinde kadim şehir Adıyaman’ımızı coğrafi, kültürel ve tarihi zenginliklerini anlatan “Sen Adıyaman “ isimli güzelleme türü, hamasi bir şiir yazdım. Yazdığım şiirin karalamasını odasına girerek kıymetli insan, değerli hemşerim, okul mürdüm Ali Kaya’ya okudum. Ali Kaya yazdığım şiir için “peh, çok güzel olmuş Teyfik“ dedi. Ben de bunun üzerine şiiri okulda kullandığım emektar daktilo ile temize çekerek, şartnamede belirtilen kurallara uygun vaziyette Adıyaman’a gönderdim. Gönderdiğim şiirin dereceye girmesi konusunda en ufak bir umut taşımıyordum. Adıyaman da Adıyaman sevdalısı o kadar şair, söz yazarı kültür ve sanat insanı varken benim bu insanlar arasından derece beklemem kırk sekiz kilo bir pehlivanın ağırsıklet pehlivanla güreşerek yenmek istemesi gibi olur diye düşünüyordum. Ancak, ismimin bu şiirle Adıyaman’ın kültür tarihine yazılmasını istedim. Hadiseye böyle farklı bir cepheden bakarak şiir yarışmasına katılıp, derece yapamamaktan mütevellit herhangi bir üzüntü yaşayamayacağım konusunda kendimi şartlandırmıştım.

Adıyaman konulu şiir yarışmasından dereceye girme konusunda hiçbir beklentim olmadığı için, arkadaşlarla beraber Belören’den kiraladığımız Fazlı Özdemir’e ait minibüsle yirmi dokuz kasım cuma günü Erciş’te görev yaparken aynı evde birlikte kaldığım öğretmen arkadaşım Süleyman Keleş’in düğününe katılmak için Yozgat’ın Sarıkaya ilçesinin Akbucak köyüne gittim.

Akbucak köyüne vardığımızda düğünü yöneten bölükbaşı bizleri davul-zurna eşliğinde saygıyla, sevgiyle ve coşkuyla karşıladı. Bizleri misafir olarak kalacağımız evlere taksim etti. Ev sahipleri bizleri istirahat etmemiz için evlerine götürdüler. Akşam yemeğinden sonrada düğün şenliklerine katılmak için köy meydanında toplandık. Kasım ayının sonunda Yozgat’a kar yağmamıştı ama kış mevsimi bütün özellikleriyle kendini hissettirmeye başlamıştı. Güneş aşar aşmaz hava eksiye düştü.  Misafir olduğumuz evdeki sobalar aralıksız olarak hiç durmadan yanıyordu. Adıyaman’dan giderken soğuğa karşı hazırlıksız olduğumuzdan, düğündeki seğmenler üşümememiz için bize evlerinden kaban, palto ve mont gibi giyecekler getirdiler. Seğmenlerin getirdiği kıyafetleri üzerimize giydik.  Ben bu sırada Akbucak Köyü gençlerinin davul zurnayla çektiği halayları bir folklor araştırmacısı gözüyle en ince ayrıntısına kadar inceliyordum; davulcuların çaldığı makamlar, oyuncuların yaptığı figürler, bizim güney illerine göre büyük farklılıklar arz ediyordu. Örneğin; Kahramanmaraş’ta halaya “kaba” ile başlanırken, Yozgat’ta halaya “ Timur Ağa “ ile başladılar. Akşam saat on civarında havanın iyice soğuması üzerine, düğün şenliklerine köy odasında devam etmek üzere köy meydanından ayrıldık. Köy odasında oynanan “cıncık saklambaç” oyununa iştirak edip, iki palaska darbesiyle düğündeki dayaktan bende nasibimi almış oldum. Gece saat on ikide misafir kalacağım eve giderek yattım. Sabah erkenden kalkarak kahvaltımızı yaptık. Evinde kaldığımız amca, çok misafirperver, çok kıymetli bir insandı. Minibüs şoförü Fazlı ile beni evinde rahat ettirebilmek için imkanları ölçüsünde her türlü çabayı sarf ediyordu. Kahvaltıdan sonra düğün evine gittik. Düğün evinde cumartesi sabah saat on civarında yüzlerce seğmen toplandı. Bir tarafta mahsere kazanlarında düğün yemekleri hazırlanırken, bir tarafta gençler oynamaya, halay çekmeye devam ediyorlardı. Ben de köyün ileri gelen insanlarıyla bölgenin geçim kaynakları konusunda koyu bir muhabbete dalmıştım.

Tam da benim muhabbete daldığım anlarda düğünün yapıldığı köy meydanına, bir askeri araçla bir uzman çavuş ile üç jandarma geldi. O saate kadar düğünde silah sıkılmamış, kavga, gürültü gibi bir asayiş olayı meydana gelmemişti. Uzman Çavuş araçtan inmeden, bir çocuk gönderip, damadın abisini yanına çağırttı. Askeri aracın düğüne bu şekilde gelmesinden ötürü, bütün seğmenler olaya kulak kabarttı. Uzman çavuş ile Yaşar abi konuşmaya başladılar. Biraz sonra Yaşar abi beni yanına çağırdı.

” Teyfik askerler seni soruyor, karakola gitmen gerekiyormuş “dedi.

Ben : “ Gitmem gerekiyorsa hemen giderim de niye gidecekmişim Yaşar abi” dedim.

Uzman Çavuş : “Hocam, ben konuyu bilmiyorum. Komutanımız çağırdı, kusura bakma “ dedi.

Yaşar Abi :” Komutanım misafirimizi karakola biz aracımızla götürsek olur mu? “dedi.

Uzman Cavuş : “ Olur tabi, bizi takip edin” dedi.

Bizim uzman çavuşla görüşme yaptığımız esnada askeri aracın yanında toplanan kalabalık bir hayli artmış, elli-atmış kişiyi bulmuştu. Benim gibi bir öğretmenin, Yozgat’ta, yabancı bir memlekette Jandarmayla ne işi olabilirdi. Düşündüm, taşındım; hesap ettim, kitap ettim, Yozgat’ta beni tanıyan okul arkadaşlarımın, beni korkutmak için bir oyun yaptıklarına kanaat getirdim. Fakat uzman çavuşun tavırlarından işin şaka olduğu konusunda herhangi bir sinyal alamadım. Memlekette kötü bir durum olsa, eşimde Süleyman’ın evinin telefonu numarası var, onu ararlardı. Benim karakola çağrılmama hiçbir şekilde anlam veremiyordum. Bizim Adıyaman’dan gelmemiz ve jandarma tarafından karakola götürülmemiz düğün seğmenleri ve köy halkı tarafından şüpheyle karşılanacak bir durumdu. Böyle bir atmosfer içerisinde Yaşar abinin otomobiliyle Akbucak Köyünün bağlı olduğu karakola gittik. Karakol komutanı beni Karakolun girişinde nezaketle karşıladı.

Karakol Komutanı : “Hocam kusura bakmayın sizi rahatsız ettik. Sizinle Adıyaman Vali yardımcısı İbrahim Şeker bey görüşmek istiyor. Onun için çağırdım” dedi.

Ben : Vali Yardımcısının benimle görüşme isteğine de bir anlam veremediysem de önemli değil komutanım” dedim.

Karakol Komutanı :  Telefonda bir numarayı çevirdikten sonra Sayın Valim Teyfik beyi veriyorum “dedi.

Ben :  Şaşkınlıkla ahizeyi elime alarak sayın Valim buyurun ben Teyfik Karadaş “dedim.

Vali Yardımcısı İbrahim Şeker : “ Teyfik bey Adıyaman konulu şiir yarışmasında birinci oldunuz. Vali bey yarın (Pazar günü) akşam sekizde yapılacak ödül törenine bizzat katılmanızı istiyor. Bulunduğun yerin adresini Belören Jandarma Karakolundan tedarik ettik. Sana bunu söylemek için aradım” dedi.

Ben : “Baş üstüne Sayın Valim gelirim,  kusura bakmayın, Cuma gününe kadar bana bu konuda bilgi verilmedi. Saygılar sunuyorum.” diyerek telefonu kapattım.

Askerlerin düğün alanına gelmesinden, benim karakolda telefonla vali yardımcısıyla görüşmeme kadar geçen yarım saatlik süre içerisinde beynimde kopan fırtınalar, düşündüğüm kötü senaryolar sona erdi. Birdenbire bütün üzüntüm sevince dönüştü. Karakol komutanının birer bardak çayını içerek, Yaşar abiyle birlikte mutlu bir şekilde Akbucak köyüne döndük. Yaşar abi düğünde bulunan seğmenlerin merakını gidermek için “arkadaşlar, Teyfik Bey şair bir kişi olduğu için Adıyaman da girmiş olduğu bir şiir yarışmasında birinci olmuş, Vali de Teyfik’in yarın ödül törenine bizzat katılmasını istemiş, karakolda bunu haber verdiler, başka korkacak bir durum yok” şeklinde bir açıklama yaptı. Açıklamanın akabinde, orada bulunan bütün vatandaşlar beni dakikalarca ayakta alkışladılar ve düğün kaldığı yerden aynı şekilde devam etti.

Pazar günü öğlen düğün programını bitirip, gelini indirdikten sonra yola koyulduk. Sarıkaya, Boğazlıyan, Kayseri, Bünyan hattından Pınarbaşı’na kadar olan yolculuğumuz çok güzel geçti. Minibüste düğünün kritiği, Erciyes dağının karı, Kayseri’nin ticareti gibi konular üzerine muhabbet ettik. Pınarbaşı’ndan Kahramanmaraş yoluna dönünce çok şiddetli şekilde yağmur yağmaya başladı. Yağan yağmuru silmekte minibüsün silecekleri kifayetsiz kalıyordu. Şimşekler çakıyor, hava kararıyor, gökyüzü atam bombası atmışçasına gürlüyordu. Dokuz dolambaç mevkiinde birkaç aracın kayarak kaza yapması şoförümüzün kuvveyi maneviyesini iyice zayıflatmış, Pınarbaşı’na kadar jet hızıyla gelen şoförümüz Pınarbaşı’ndan sonra kaplumbağa hızıyla yola devam etmeye başlamıştı.  Bu esnada akşam saat sekizde Adıyaman’a yetişememe korkusuyla beni bir sıkıntı basmıştı. Göksun’da yağmurun kesilmesiyle şoförümüz Fazlı Özdemir hızını maksimum seviyeye çıkarttı. Göksun, Kahramanmaraş, Pazarcık güzergâhını ihtiyaç molası bile vermeden acele bir şekilde geçip bizi salimen Gölbaşına kavuşturdu. Gölbaşı’nda minibüsteki diğer yolcuları hızlıca indirip, benimle birlikte hemen Adıyaman’a hareket etti. Şoförün almış olduğu risk ve göstermiş olduğu yoğun gayretler sonunda akşam saat yedide, yani tören başlamadan bir saat önce sorunsuz bir vaziyette Adıyaman’a intikal etmiş olduk.

Adıyaman da hemen bir berbere girip hızlı bir şekilde sakal tıraşı oldum. Şoför Fazlı Usta beni Halk Eğitim Konferans Salonunun önünde indirip, törenden sonra benim Belediye Garajına gelmemi söyleyerek gitti. Konferans salonuna girip, program sorumlularına geldiğimi söyleyerek, dinlemek üzere kulise geçtim. Kuliste kıymetli hemşerim, ünlü halk ozanı Hilmi Şahballı ile tanıştık. Şahballı’ya şiir yarışmasında birinci olduğumu söyleyince çok sevindi. Kısa bir süre sonra ismi anons edilince Şahballı sahneye çıktı.

Hilmi Şahballı konser programının giriş bölümünde Mevlana’nın ilminden, Yunus’un feyzinden, Karacaoğlan’ın aşkından başladı anlatmaya, sonunda sözü bana getirdi. Sayın Valimizin himayelerinde düzenlenen Adıyaman Konulu Şiir Yarışmasında öğretmen hemşerim Teyfik Karadaş birinci olmuş, ikinci olsa zaten ayıp olurdu diyerek ödül töreni başlamadan beni onura etmiş oldu. Şahballı’nın konser programı sona erince ödül törenine geçildi.

Program sunucusunun “Adıyaman’ımızın il oluşunun kırk ikinci yıl dönümü nedeniyle düzenlenen şiir yarışmasında birincilik ödülüne layık görülen Gölbaşı Belören İlköğretim Okulu Müdür Yardımcısı şair-öğretmen Teyfik Karadaş’ı  “Sen Adıyaman” isimli şiirini okumak üzere kürsüye davet ediyorum” şeklindeki anonsu üzerine sahneye çıktım. Dokuz kıtalık “Sen Adıyaman” şiirinin her kıtasını okudukça, salonu dolduran Adıyamanlılar beni ayakta alkışlıyor, Teyfik, Teyfik, sloganlarıyla konferans salonu inletiyorlardı. Şiiri okuyup sahneyi terk edeceğim anda program sunucusu “ Teyfik Kardaş’ın ödülünü vermek üzere Sayın Valimizin eşleri Aysel Çalışıcı hanımefendiyi sahneye arz ediyorum” şeklinde bir anons daha yaptı. Aysel Çalışıcı hanımefendi sahneye gelerek beni tebrik ettikten sonra adıma düzelenmiş başarı belgesi ile birincilik ödülü olan altını kapalı bir karton kutu içinde bana takdim etti. Ödül töreni tamamlanıp ben sahneden ayrılacağım sırada Gölbaşı Kaymakamı Şeref Ataklının sahneye gelip, bana sarılarak tebrik etmesi sevincimi zirveye çıkarttı. Adıyaman Valisi Kadir Çalışıcı yanında oturan bir il müdürünü kaldırıp, beni yanına oturtarak benimle sohbet etmesi esnasında yaşadığım gururu kelimelerle anlatamam. Böylesine muhteşem bir atmosfer içinde Vali beye olan saygım gereği program bitinceye kadar zafer kazanmış komutan edasıyla konferans salonunda bekledim. Program sona erince protokol üyeleriyle vedalaşarak salondan ayrıldım.

Araç parkına giderek minibüse bindim. Benim minibüse binmemle birlikte şoför Fazlı Özdemir Gölbaşı- Belören istikametine hareket etti. Ödül şartnamesine göre birinci olan şaire bir cumhuriyet altını verilecekti. Adıyaman şehir merkezini biraz dışarı çıkınca ödül olarak verilen altın kutusunu cebimden çıkarttım. Bir de ne göreyim bana verilen kutunun içinden bir cumhuriyet altını yerine çeyrek cumhuriyet altını vardı. Bunun üzerine şoför Fazlı hemen geri dönelim, itiraz edelim hocam dedi. Ben hayır olmaz, geri dönmemiz görgüsüzlük olur, beni küçük düşürür dedim ve yolumuza devam ettik. Benim için böylesine güzel geçen bir gecenin sonunda Belören Kasabasındaki evlerimize ulaştık.

Benim Adıyaman konulu şiir yarışmasında birinci olmam Belören Kasabasında, Gölbaşı ilçesinde büyük yankı uyandırdı. Ben Belören’de, Gölbaşı’nda ve bütün Adıyaman’da halkın gönlünde büyük sevgiler kazandım.  Ödül olarak aldığım çeyrek altını ihtiyacıma binaen harcadım ama benim için çok büyük manevi değeri olan başarı belgesini yıllardan beri gözüm gibi sakladım. O gün bu gündür Adıyaman halkının gönlünde bazen Pehlivan Hoca, bazen Şair Teyfik olarak zirvelerde yaşadım.




***
DİSPLASTİK TİP


Üniversite birinci sınıfta okurken ”Eğitim Psikolojisi” adında bir dersimiz vardı. Dersimize adını söylemek istemediğim “Azman” lakabıyla tanınan bir hoca girerdi. Hocamız yaklaşık bir doksan boyunda, yüz yirmi, yüz otuz kilo ağırlığında iri yapılı, heybetli bir insandı. Kıvırcık saçlarına, aklar düşmeye başlamış, alnı kırışık, kaşları çatıktı. Fiziki görüntüsünün böylesine heybetli olmasının yanında suratı da kelimenin tam manasıyla mahkeme duvarı gibi asıktı. Merdivenlerden çıkarken hafif şiddetli deprem olmuş gibi yer sallanırdı. Dersine saatinde nizami olarak gelir, ders saati bittiğinde de sınıftan sessizce çıkar giderdi. Ders saatinde veya ders saati dışında hiçbir öğrenci ile konuşmaz, teşriki mesai etmezdi. Ders saatinin tamamında dersin konusunu anlatır, güncel konulara girmezdi. Onun dersinde hiçbir öğrenci konuşmaya cesaret edemez, laubalilik yapamazdı. Hoca dersi televizyondan naklen yayın yapar gibi anlatırdı. Öğrencilerin derse iştirak edeceği soru-cevap gibi yöntemleri hiç kullanmazdı. Bizim sınıfımızın mevcudu atmış altı kişi olduğu halde Azman’ın dersinde tekrara kalan öğrencinin çok olması nedeniyle sayımız yüzden fazla olurdu. Derse geç kalan öğrenciler oturacak yer bulamazlardı. Hocanın ders için tavsiye ettiği herhangi bir kaynak kitabımız yoktu. Kendisi dersi irticalen anlatır, biz de hocanın anlattıklarını not tutardık. Dersimiz her hafta böyle verimli ve disiplinli bir şekilde devam eder giderdi.

Ben ise derslikte orta sıraların ön tarafında otururdum. O zaman boyum bir seksen beş, ağırlığım doksan beş kilo civarındaydı. Sınıfın en iri yapılı öğrencisiydim. Liseler arası güreş müsabakalarında ağır sıklette güreştiğim için adım Teyfik olduğu halde arkadaşlarım bana “Pehlivan” diye hitap ederlerdi. Arkadaşlarımın Pehlivan diye hitap etmelerinden rahatsız olmadığım gibi, bilakis mutlu olur, gurur duyardım. Ayaklarım büyük olduğu için kırk yedi numara ayakkabı giyerdim. O zamanlar kırk beş numaradan büyük ayakkabılar mağazalarda satılmazdı. Ben de memlekette yaptırdığım kırk yedi numara ayakkabı kalıbını yanımda taşır, ayakkabılarımı ayakkabı imalatçılara yaptırırdım. Ayakkabı kalıbını yanımda taşımam imalatçıların hoşuna gider, fiyat konusunda bana azda olsa ıskonto yaparlardı. Bizim sınıfın haricindeki okulumuzun diğer öğrencileri benim gerçek adımın Pehlivan olduğunu sanırlardı. Öğrencilik günlerim yoksulluk içinde ama mutlu bir şekilde geçiyordu

Okulumuz eğitime başlayalı yaklaşık iki ay olmuş, sınıfımızdaki arkadaşlar kaynaşma merhalesini tamamlamıştı. Herkes iyi kötü birbirinin huyunu suyunu öğrenmişti. Derslerimize giren hocalar hakkında da kısmen özel bilgiler edinmeye başlamıştık. Eğitim Psikolojisi Dersimizin olduğu bir gün zilin çalmasıyla birlikte Azman sınıfa girdi. Biz topluca ayağa kalktık ve hocanın işaretiyle yerimize oturduk.

Hoca; “Bu günkü dersimizin konusu, Beden Yapısına Göre İnsan Tipleri” dedi ve başladı anlatmaya,

“Arkadaşlar! Beden yapısına göre insan tipleri dörde ayrılır.

Bu tipler:

1-Piknik Tip: Bunlar genellikle orta ve kısa boylu, tıknaz, yuvarlak karınlı toparlak tiplerdir. Piknik tüpüne benzedikleri için muhtemelen piknik tip demişlerdir. Yaşamayı seven, temiz kalpli, neşeli insanlardır.

2-Astenik Tip: Bunlar uzun boylu, zayıf insanlardır. Genellikle içine kapanık ve idealist insanlardır.

3-Atletik Tip: Bunlar adaleleri gelişmiş, kalçaları dar, ince belli tiplerdir. Temel kişilik özellikleri içlerine dönük, soğukkanlı insanlardır.” dedi ve hoca dördüncü tipi söylemeden, açıklamadan, bana yönelerek; “Ayağa kalk bakalım, sen bu tiplerden hangisine giriyorsun?” diye sordu.

Ben :( biraz düşünüp, değerlendirme yaptıktan sonra) Hocam, ben bu tiplerden hiçbirine girmiyorum; fakat siz hangi tipe giriyorsanız ben de o tipe girerim” diye cevap verdim.

Ben sözümü tamamlar tamamlamaz sınıfta bir kahkaha tufanı koptu. Arkadaşların bazısı gülmenin heyecanıyla sırasından düşerken, birçoğunun da gülmenin etkisiyle gözlerinden yaş geldi. Ben ise neye uğradığımı, ne yapacağımı şaşırdım. Bugüne kadar Azman’ın dersinde bizim sınıfta bir kimsenin değil gülmesi, tebessüm ettiği dahi görülmemişti. An itibariyle tılsım bozulmuş, cin şişeden çıkmış oldu. Hocanın morali bozuldu, yüzü pancar gibi kızardı, şakaklarından soğuk terler akmaya başladı. Sınıftaki kahkaha, gırgır, şamata beş dakika kadar sürdü, beş dakika sonra kendiliğinden sona erdi.

Hoca çok bozulmuş olmasına rağmen ciddiyetinden taviz vermeden devam etti:
4-Displastik Tip: Bunların dışında kalanlara displastik tip denir. Anlayacağınız tipsiz insanlardır diyerek ve benim odasına gelmemi söyleyerek jet hızıyla sınıftan ayrıldı.
Ben de istemeyerek de olsa hocanın peşi sıra odasına gittim. Kapıyı çaldım. Hocanın “gel” sesini duyduktan sonra ceketimi ilikleyerek içeriye girdim ve kapıyı kapattım. Hocanın gösterdiği yere oturdum.

“Hocam buyurun” dedim

Hoca: “Sen niye bana, sizinle aynı guruba giriyorum diyerek öğrencileri bana güldürdün” dedi.

Ben: “Sınıfta sarı saçlı, mavi gözlü, atletik tipli bir sürü öğrenci var. Siz soruyu niçin onlara sormadınız da bana sordunuz hocam” dedim.

Hoca: “Ben sana bir daha soru sormayacağım. Sen de benim dersimde konuşma. Dersi geçmende sorun olmaz tamam mı? Dedi.

Ben: “Tamam hocam “dedim.

Hoca: “Senin adın ne?” dedi.

Ben: “Teyfik Karadaş hocam” dedim.

Hoca: “Nerelisin Teyfik” dedi.

Ben: “Kahramanmaraşlıyım hocam” dedim.

Hoca benim adımı ve memleketimi bir deftere yazdı. Görüşmemiz tamamlanınca hocanın odasından ayrıldım. Kapıdan çıktığımda benim yakın arkadaşlarımdan üç kişinin koridorun sonunda beklediğini gördüm. Arkadaşlarım hoca ile aramızda bir nizaa, kavga, gürültü çıkarsa bana yardımcı olmak için gelmişler. Arkadaşlarımın gösterdikleri bu davranış beni çok mutlu etti. Beni bekleyen arkadaşlarımla birlikte sınıfa gittik. Sınıf arkadaşlarımın hepsi hoca ile benim kavga edeceğimi düşünmüşler meğerse. Ben sınıfa neşeli bir şekilde girince sınıfın hepsi hayal-î hüsrana uğradı. Arı kovanından çıkan oğul misali başıma toplanarak, hoca ile ne yaptığımı sordular. Ben de aramızda geçen konuşmayı anlatmadan çay içtik, sohbet ettik diyerek vaziyeti idare ettim. Arkadaşlar verdiğim cevaptan çok tatmin olmadılar ama yapacakları başka bir şey de yoktu. O hoca seni bu okuldan mezun etmez diye kara propaganda yapan arkadaşlar olduğu gibi, “helâl olsun Pehlivan” diye bana coşku verenler arkadaşlar da vardı. Ben bunların hiçbirine de itibar etmiyor, içten içe gülüyordum. Hadise okulun her tarafında duyuldu. Abartılı şekillerde anlatıldı. Benim kısa sürede okul genelinde tanınmama vesile oldu.
Hiçbir öğrenciyi muhatap almayan Azman lakaplı hoca ile benim aramda bu vesileyle bir dostluk oluştu. Hoca okulun farklı yarıyıllarında benim farklı derslerime girdi. O günden sonra hocamla hiçbir sorun yaşamadım. Muhabbetimiz de okul bitinceye kadar devam etti.
Ne zaman sınıf arkadaşlarımızla bir araya gelip, öğrencilik yıllarımızı konuşacak olsak bu benim “displastik tip” anısı gündeme gelir, anlatırız dakikalarca güleriz. Böylelikle de iyi insanmış diyerek hocamızı da saygıyla yad ederiz.



***
D U A

Anamın söylediğine göre sağlıklı bir çocuk olarak dünyaya gelmişim. O yıllarda çocuklara uygulanan bütün aşıları vurulmuşum. Ben dünyayı tanıdıktan sonra da çocukluk günlerim gayet sağlıklı geçti. İlkokul ve ortaokul okuduğum yıllarda da meşakkatli bir hayat yaşadığım halde sağlık bakımından ciddi bir rahatsızlığım olmadı. Soğuk algınlığı, grip ve nezle mevsim değişikliklerinde her insanın yakalanabileceği hastalıklardır. Ben de bu hastalıklara zaman zaman yakalandım. Soğuk algınlığı, grip ve nezle gibi rahatsızlıklarımı da ilaç kullanmadan limon ve portakal gibi C vitamini içeren meyveleri yiyerek atlattım. Gel gelelim Lise son sınıfa okuduğum senenin ortalarında sağ kolumda şiddetli ve sürekli bir ağrı başladı.

Sağ kolumdaki ağrı o kadar şiddetliydi ki, ağrı başladığı anda bağırarak, hüngür hüngür ağlıyordum. Ağrının şiddeti bazen beni uyurken uykudan uyanıyordu.  Babamın anamın sağlık güvencesi olmadığı için benimde sağlık güvencem yoktu. Sağlık güvencem olmadığı için okul idaresinden öğrenci hasta sevk belgesi alarak Orta Seki Sağlık Ocağına gidiyordum. Orta Seki Sağlık Ocağında güreşçileri seven İsmail Kılıç isimli bir doktor vardı. Bu doktor beni her gittiğimde muayene ediyor fakat kolumun ağrısıyla ilgili kesin bir teşhis koyamıyordu. Muayene sonunda da kolumdaki ağrıyı dindirebilmek için kendi odasında buluna promosyon ilaçlardan bir ağrı kesici, bir kas gevşetici hap vererek beni okula gönderiyordu. Doktor benim ekonomik durumumun iyi olmadığından ilacı alamayacağımı bilirdi. Doktorun verdiği ilaçları kullandığım zaman kolumdaki ağrı beş altı saat süreyle kesilir, sonra yeniden devam ederdi. Doktor İsmail Bey baktı olmayacak beni Devlet Hastanesi Ortopedi Polikliniğe sevk etti. Ortopedi doktoru film çektirdi, tahlil yaptırdı ama o da kolumdaki ağrıya bir teşhis koyamadı. Çünkü kolumda kırık, çıkık, çatlak gibi bir emare yoktu. Ben kolum ağrıdıkça ağrı kesici ve kas gevşetici hap kullanmaya devam ettim. Kolumdaki ağrının geçmesi için piyasada satılan her çeşit merhemi alarak koluma sürdüm, koluma aylarca masaj yaptırdım, defalarca hamama gittim fakat bir çare bulamadım. Beş altı ay uğraştığım halde kolumdaki ağrının ne teşhisi konuldu ne de tedavisi bulundu. Bu arada okul bittiği için ben köye gittim. Köyde de kim ne dediyse hepsini yaptım. Koluma yağlı hamur vurdurdum. Isırgan otunu kaynatıp sardım. Sabun ile yumurta akını karıştırıp sürdüm. Koluma keçe sardım ama bu tedavilerin de hiçbiri derdime derman olmadı. Ben kolum kangren olur keserler diye korkmaya başlamıştım. Atalarımız “ağlarsa anam ağlar, başkası yalan ağlar” diye boşa dememiş. Benim kolum ağrıdıkça, anam da benimle birlikte göz yaşı döküyordu.

Bizim köyde Gençlik ve Spor Bakanlığına bağlı Döngel İzcilik Kamp Tesisleri ile Döngel Piknik Alanı olarak bilinen turisttik bir yer vardı. İzcilik Kamp Tesislerine birer haftalık dönemler halinde yurt içinden ve yurt dışından izci gençler gelirdi. Gelen izciler çadır kurma, kamp ateşi yakma, dağa tırmanma gibi etkinlik yapardı. Bizim köyün gençleri de izcilerin yaptığı faaliyetlerden etkilenir, izcilik hakkında bilgi sahibi olurlardı. Köyümüzdeki piknik alanına ise yaz mevsiminde Maraş, Antep, Adana başta olmak üzere yurdumuzun dört bir yanından günlük olarak yüzlerce piknikçi gelirdi. Piknik alanı yaz mevsiminde çok kalabalık olurdu. Köyümüzün halkı ise gelen piknikçilere üretmiş oldukları sebze, meyve, yoğurt ve tereyağı gibi ürünleri satarak para kazanırdı. Köyümüzün konumunun güzel olması köyümüzün halkına maddi ve kültürel olarak önemli derecede katkı sağlıyordu.

Bir gün evimizin ihtiyaçlarını tedarik etmek için Maraş’a gitmiştim. Maraş’ta yakinen tanıdığım aile dostumuz Süleyman abi ile karşılaştık.

Süleyman Abi: “Teyfik Döngel’de bir hafta kalacak kiralık bir ev bulabilir miyiz?” dedi.

Ben: “Kiralık evi ne yapacaksın abi?” dedim.

Süleyman Abi:” Urfa da bir tanıdığım arkadaş var, o kalmak istiyor” dedi.

Ben:” Amcamın boş evi var, kirada istemez, gelsinler abi “ dedim.

Süleyman Abi ile görüşmemizden iki gün sonra Urfa’dan Bekir isimli otuz yaşlarında öğretmen bir abi ile lise son sınıf öğrencisi sekiz tane genç bizim köye geldiler. (Bu gençler bir gün Kayseri gezisinden dönerken Döngel Mağaralarını görmek için bizim köye gelmişler. Bizim köyde İzcilik Kamp Tesislerinde kalan öğrencileri görmüşler, bu öğrencilerden etkilenerek Döngel’de tatil yapmaya karar vermişler.) Amcamın evinde bir hafta, on gün kadar kaldılar. Bizim köye gelen Urfalı gençler Üniversite sınavında başarılı oldukları için öğretmenleri Bekir Hoca tarafından ödüllendirilmiş oluyorlardı. Gençlerin hepsi de mütedeyyin insanlardı, vakit namazlarında köyün camisine topluca giderek, kimi müezzinlik, kimi imamlık yapıyordu bu geçlerin camide beş vakit namaz kılmaları köy halkının fevkalade hoşuna gidiyordu. Bundan dolayı Döngel halkı bu gençlere kendi hayvanlarından elde ettiği tere yağı, yoğurt gibi süt ürünleri ile bahçelerinde ürettikleri sebze ve meyveleri ücretsiz olarak getirip ikram ediyorlardı. Esasen bu gençler Urfa’nın hali vakti yerinde ailelerin çocuklarıydı, maddi yönden hiçbir sıkıntıları yoktu ama köylülerin kendilerine vermiş olduğu kıymet nedeniyle onlarda ziyadesiyle mutlu oluyorlardı. Bu gençler bizim köydeki programları tamamlanınca, bizimle helalleşerek göz yaşları içinde memleketlerine yani Urfa’ya gittiler.

Bekir Yetkin Hoca gidecekleri gün bana:” Önümüzdeki günlerde bu evde Urfa’dan ailemi getirip on günde onlarla kalabilir miyim?” dedi.

Bende: “İstediğiniz kadar kalabilirsiniz abi” dedim.

Bekir Hoca gidişlerinden iki gün sora, annesi, babası, abisi, yengesi, ablaları, enişteleri ve yeğenlerinden oluşan kalabalık bir grupla köye yeniden geldi. Gelen insanların bindikleri arabalar ve giydikleri kıyafetler maddi yönden zengin kişiler olduklarını anlatmaya yetiyordu. Hoş geldiniz demek ve eşyalarını taşımaya yardım etmek için yanlarına gittiğimde; Bekir Hoca beni annesiyle, babasıyla, kardeşleriyle ve enişteleriyle tanıştırdı. Bekir Hoca’nın babası toprak ağası, abisi eczacı, eniştesinin biri mobilya mağazası sahibi, biri iş adamı ve siyasetçiydi. Bu insanlar Urfa’nın tanınmış simalarından oldukları halde mütevazilikleri de lisanı hallerinden anlaşılıyordu. Bekir Hoca iki günde beni ne kadar anlattı ise misafirlerin hepsi de adımı biliyordu. Bana on beş yıl önce kaybettikleri kardeşlerini bulmuş gibi yakınlık gösteriyorlar, iltifat ediyorlardı. Yapılan iltifatlardan mutlu olduğum halde, bende bulunmayan bazı hususların şahsıma mal edilmesinden rahatsız olduğum anlarda oluyordu.

Bekir Hoca tarafından ailesinin ihtiyaçlarını tedarik etmek ve yapılacak gezilerde rehberlik yapmak üzere görevlendirildim. Bunların ihtiyacı olan et, ekmek gibi ihtiyaçları ben Tekir’den tedarik ediyordum. Süt, yoğurt, meyve ve sebze ihtiyaçlarını ise bizim köyün halkı hediye olarak getiriyordu. Bekir hocanın anası İsmet Teyze hediye getiren her insana kendisi de mutlaka bir hediye veriyordu. Örneğin bir sepet üzüm getiren bir kadına eşin giyer diyerek kaliteli bir gömlek takdim ediyordu. Günlük olarak çiğ köfte yapıyorlar, yaptıkları çiğ köfteyi bütün komşulara dağıtıyorlardı. Bu geniş aile kısa bir sürede bizim köyün halkıyla kaynaşıp, hemhal oldular. Ben bu kıymetli misafirleri sabah kahvaltısından sonra her gün Yeşil Göz, Ilıca, Tekir, Fırnız gibi köyümüze yakın mesire alanlarına götürüyordum. Bizim yöredeki muhteşem güzellikleri gören misafirlerin mutlulukları gözlerinden okunuyordu. Urfa’ya iş icabı gitmesi gereken misafirlerimiz, Urfa’ya sabah erken saatlerde gidiyorlar, Döngeldeki bu güzel ortamı kaçırmamak için aynı gün akşam geri dönüyorlardı. Köyümüzün halkı da misafirlerden memnun oldukları için, onların Urfa’ya gitmesini hiç istemiyorlardı. Bekir Hoca’nın ailesi on gün kalmak için geldiği Döngel’de bir aydan fazla kaldılar. Misafirlerimizi gitmeleri gereken zorunlu bir durum nedeniyle otuz iki gün sonra üzülerekten memleketlerine gönderdik.

Bekir Hoca’nın annesi ve ablaları bizim köyden ceviz almak istiyorlardı. Kendiler giderken de cevizler hasat edilmemişti. Bekir Hoca giderken bana ceviz alıp Urfa’ya götürmem için bol miktarda para verdi.  Bu nedenle; cevizler çırpılıp kurutulunca kaliteli ve güzel cevizlerden on bin tane ceviz aldım. Ceviz alırken, cevizde çürük ve kovuk olmaması için büyük çaba sarf ettim. Cevizleri ince eleyip, sık dokuyarak satın aldım. Cevizlerde bir özür olması durumunda bana sınırsız güven duyan dostlarıma mahcup olabilirdim. Böyle bir durumun tezahür etmemesi için ne gerekiyorsa, onu yaptım. Cevizleri biner biner sayarak çuvalladım. Kayseri’den gelip, Urfa’ya giden Devran Otobüsleri Tekir’de mola veriyordu. Ceviz çuvallarını bir motosiklete Tekir’e götürdüm. Okulların açılmasına iki hafta vardı. Ben Urfa’da bir gece kalıp dönmeyi düşünüyordum. Tekirdeki acente telefonundan Bekir hocayı arayıp geleceğimi haber verdim. Ceviz çuvallarını Devran Otobüsünün bagajına yükledim. Otobüse binerek Tekir’den Urfa istikametine doğru hareket ettim.

Otobüs Tekir’den hareket ettikten sonra Döngel’den Su çatından, Şadalak’tan Ali Kayasından çam ormanlarının arasındaki kıvrım kıvrım yolardan geçerek bir saat sonra Kahramanmaraş Otogarına ulaştı.  Kahramanmaraş Otogarında otobüsten bazı yolcular indi, bazı yolcular bindi. Yeni binen yolcuların biletleri muavin tarafından kontrol edildikten sonra Otobüsümüz Gaziantep’e doğru hareket etti.

Otobüs Kapı Çam’ı geçip Maraş’ın evleri görülmez olunca içimi bir hüzün kapladı. Çünkü ilk defa tek başıma başka yere, gurbete yolculuk yapıyordum. Otobüsümüz Narlı Ovasını geçerken, yoların kenarındaki pamuk ve biber tarlalarında çalışan ırgatlar dikkatimden kaçmadı. O sıcak havada, güneşin altında binlerce insan bir parça ekmek için mücadele veriyordu. Rızıklarını helal olarak kazanıyorlardı. Narlı ovası bitince Karabıyıklı rampasına tırmandık. Karabıyıklı rampasında yolların dar olması nedeniyle arabalar adeta birbirine sürtünerek geçiyorlardı. Bu yolculukta Güneydoğu Anadolu Bölgesini Antep’i, Urfa’yı ilk defa görecektim. Maraş’ın çıkışında hüzün dolan içimi heyecanda kaplamaya başladı. Karabıyıklı Köyünü geçtikten biraz sonra Gaziantep il sınırına girdik.

Gaziantep İl sınırına girer girmez iklim, bitki örtüsü ve arazi yapısı hemen değişti. Kahramanmaraş’taki düz sulu ovalarının yerini engebeli araziler, yeşil gür çam ormanlarının yerini fıstık ağaçları alırken, sıcaklık yavaş yavaş artmaya başladı. Aktoprak’tan Başpınar’dan geçip Dülük Baba ormanlarının arasından Gaziantep şehrine ulaştık. Gaziantep’teki binaları yapısı, caddelerin genişliği, insanların kalabalıklığı ilk etapta metropol bir kente geldiğimizi anlatmaya yetiyordu. Gaziantep Otogarındaki yüzlerce yolcu otobüsü, Gaziantep’teki hareketliliği farklı bir şekilde ifade ediyordu. Simsarların Diyarbakır, Van nidalarıyla kulaklarım çınlıyordu. Otogardaki seyyar satıcıların bağırtılarından Maraş ile Antep arsındaki ağız farkı kolayca anlaşılıyordu. Otobüsümüz Gaziantep Otogarındaki indir-bindir işlerini tamamlayınca Urfa’ya doğru yola revan olduk.

Otobüsümüz Gaziantep şehir merkezini çıkıp Nizip ilçesine doğru ilerlerken yolun sağındaki ve solundaki uçsuz bucaksız araziler, bu araziler üzerindeki zeytin bahçeleri ile üzüm bağları nazarı dikkatimi celp ediyordu. Arada bir mercimek ekilen tarlalarda gözüküyordu. Yolun kenarındaki köyler, köylerdeki evler bizim yöreye göre büyük farklılıklar arz ediyordu. Otobüsümüz kendi rotasında aheste aheste ilerlerken, ben de çıplak gözle gördüğüm yerleri hiçbir ayrıntısını kaçırmadan hafızama kayıt etmeye çalışıyordum. Otobüsümüz Gaziantep’ten hareket ettikten bir saat sonra Nizip’e ulaştı. Nizip’in güneyinden geçen ipek yolunun etrafındaki zeytin yağı, sabun ve mercimek fabrikaları Nizip’in gelişmiş bir ilçe olduğunu haber veriyordu. Nizip’i geçtikten on dakika kadar sonra otobüsümüz Fırat nehrinin batı tarafında yer alan Mirkelam Tesislerinde ihtiyaç molası verdi. Mirkelam Tesislerinde ihtiyaç molası veren onlarca otobüs, bu otobüslerden inen yüzlerce yolcu, tesis alanını panayıra çevirmiş durumdaydı. Yolcuların bazıları lokantada yemek yerken, bazıları dışarıda çay içiriyor, bazıları dükkândan oyuncak satın alırken, bazıları ise mescitte seferi olarak namaz kılıyordu. Gelen yolculara hoş geldiniz, gidenlere hayırlı yolculuklar dileyen anons sesleri gürültü kirliliğine neden oluyordu. Otobüsümüzün vermiş olduğu ihtiyaç molasının süresinin bittiğini yapılan anonsla öğrendim. Otobüsümüz Güneydoğu Anadolu Bölgesinin kurak topraklarından, Mezopotamya’ya doğru bir ip gibi uzayan ipek yolundan, hedefe atılan bir ok misali Urfa’ya doğru hareket etti. Irak’tan İskenderun’a akaryakıt taşıyan binlerce tanker ipek yolunda tren katarı gibi arka arkaya hareket ediyorlardı. İpek yolunda hareket eden diğer küçük araçların yakıt tankerlerini sollama şansı yok gibiydi.

Mirkelam Tesislerinden hareket ettikten üç-beş dakika sonra yurdumuzun en büyük akarsuyu olan Fırat Nehrine ulaştık. Fırat Nehri aynı zamanda Gaziantep Urfa il sınırını teşkil ediyordu. Otobüsümüz Fırat Nehrini Birecik Köprüsü üzerinden geçerken gördüğüm ırmağın heybeti karşısında vahamete kapıldım. Hatırıma birdenbire “Şu Fırat’ın Suyu Akar Serindir” türküsünün sözleri geldi. Köprüyü geçer geçmez Urfa’nın Bilecik ilçesine varmış olduk. İpek Yolunun sağ tarafında, Fırat Nehrinin doğusunda kalan kayalıklardaki Kel Aynak kuşları Birecik’ten gelip-geçen yolcuları nokta nöbeti tutan bir asker edasıyla selamlıyor gibiydi. Otobüsümüz ilerledikçe çıplak gözle gördüğüm arazinin genişliği artıyordu. Köylerin, kasabaların bazen ortasından, bazen kenarından geçerek ilerleyen otobüsümüz Suruç’un kuzeyinden bir teğet çizerek yarım saat sonra Urfa Otogarına intikal etmiş oldu.

Bekir Hoca ve bizim köyde kalan öğrenciler ile daha önce görmediğim bazı insanlar beni Urfa Otogarında coşkuyla karşıladılar, bağırlarına bastılar. Otogarda gördüğüm kadınların giydiği rengarenk elbiseler, erkeklerin giydiği şalvarlar ile başlarına bağladığı örtüler kültürel zenginlimizin bir parçası olarak ilk defa karşıma çıkıyordu. Urfa kalesinin tepesindeki gönderde dalgalan devasa Türk Bayrağını görünce gayri ihtiyari gözlerimden yaş geldi. Beni karşılayan dostlar otobüsün bagajından ceviz çuvalları indirildikten sonra beni şehir merkezindeki bir misafirhaneye götürdüler. Misafirhanede biraz dinlendikten sonra akşam yemeği için Bekir Hoca’nın annesinin evine gittik. İsmet Teyze beni öz evladı gibi karşıladı. Yemek sofrasını anlatmaya gerek yok, sofrada kuşun sütü eksik diyemiyorum, hatırlamıyorum ama belki de kuşun sütü bile vardı. Karnımızı doyurup, sohbetimizi ettikten sonra Bekir Hoca’yla kalacağım misafirhaneye gitmek için arabayla yola çıktık. Yolda giderken Bekir Hoca’ya,

-“Abi dershanelerin açılması yakın, ben yarın memlekete gideceğim, otogardan biletimi alalım” dedim.

Bekir Hoca: “Teyfik kardeş, gelmek senin elinde ama gitmek senin elinde değil, seni on günden önce gönderemeyiz. Senin için on günlük gezi planı yaptık” dedi.

Ben: “Abi dershane için hazırlık yapacağım, kıyafet alacağım, kitap alacağım, gitmem lazım…” dedim.

Bekir Hoca: “Aceleye gerek yok, gerekirse buradan alırız “ dedi.

Ben : “ Ailem kaygı eder” dedim.

Bekir Hoca: “Ailene yarın haber verecekler” dedi.

Ben :(Çaresiz kalınca)” Tamam abi” dedim.

Bekir hocayla Urfa’nın ana caddelerinde arabanın içinde muhabbet ederek misafirhaneye geldik. Bekir Hoca benim için hazırlanan on günlük taslak gezi planı hakkında bana kısaca bilgi verdi. Planda on gün süreyle hangi evde, hangi otelde kalacağım, hangi gün hangi mekanları gezeceğim, hangi öğün nerede hangi yemekleri yiyeceğim ve hangi tarihte bana kimin refakat edeceği en ince ayrıntısına kadar yazılmıştı.  Bekir Hoca gezi planını açıkladıktan sonra;

-“Abi bu kadar programa, israfa gerek yok” dedim.

Bekir Hoca bana: “Sen kırk kişinin kahrını kırk gün çektin, biz de senin kahrını on gün çeksek bile hakkının yüzde birini bile ödemeyiz. Sesini çıkartma, itiraz etme mübarek” dedi.

Bekir Hoca’nın ısrarı üzerine Urfa’da bir hafta kadar kalmaya karar verdim. Bir Kamu Kurumuna ait misafirhanede benim için ayrılan odada yattım. Sabahleyin erkenden gün doğmadan kalktım. Camilerin minareliden okunan her biri farklı makamdaki ezan sesleri ruhumu dinlen diyordu. Bizim köye gelen öğrencilerden Mahmut beni almak için güneş doğar doğmaz gelmişti. Mahmut’la misafirhaneden ayrılıp, pişmiş patlıcan ve biberle bir fırında kahvaltımızı yaptık. Kahvaltıdan sonra Urfa’daki ziyaretimize Balıklı Gölden başladık. On gün boyunca Balıklı Göl, Urfa Kalesi başta olmak üzere, Urfa’nın bütün camilerini, çarşılarını, hanlarını, hamamlarını, türbelerini, velhasıl bütün tarihi ve turisttik yerlerini karış karış dolaştık. Urfa’nın ciğer kebabı, lahmacunu, patlıcan kebabı gibi dünyaca tanınmış bütün yemeklerinin en kalitelisinden doya doya yedim. Künefe, kadayıf gibi tatlıların en özellerinden tattım. Urfa’nın en güzel misafirhanelerinin, en lüks otellerinin süit odalarında yattım. Urfalı dostlarım kelimenin tam anlamıyla beni krallar gibi ağırladılar. Bende genç yaşta felekten on gün çalmış oldum. Urfa da geçirdiğim her gün çeşitli insanlarla tanıştım, değişik hikayeler yaşadım. Ancak bunlardan bir tanesini sizlerle paylaşmadan geçemeyeceğim.

Urfa’da kalışımın üçüncü günü Fatih isimli bir arkadaşla Hazreti Eyüp Peygamberin Sabır Makamını ziyarete gitmiştik. Sabır Makamına vardığımda caminin şadırvanında güzelce bir abdest aldım. Oradaki görevli Sabır Makamına kadınları ve erkekleri sırayla alıyordu. Sabır Makamının bulunduğu külliyenin içinde binlerce insan vardı. Bu insanların bazıları elindeki bidonlara şifalı su doldururken, bazıları seyyar satıcılardan hediyelik eşya alıyorlardı. Kimileri de Sabır Makamını ziyaret etmek için sıra bekliyordu. Ben de Sabır Makamını ziyaret edip iki rekât namaz kılmak için sıraya girdim. Yarım saat kadar bekledikten sonra sıra bana geldi. Merdiven basamaklarından hızlıca inip Sabır Makamı denen mağaraya girdim. Sabır makamında iki rekât nafile namaz kıldım. Namazdan sonra ellerimi gök yüzüne doğru kaldırıp sıtkı bütün bir imanla Yüce Rabbime “Ey! Yerleri, gökleri, nebatatı ve hayvanatı yaratan Büyük Allah’ım! Eyüp Peygamberin bu mübarek makamında huzuruna geldim. Eyüp Peygamberimize verdiğin şifadan bana da ver Yarabbi “şeklinde dua ettim, niyazda bulundum. Sabır Makamından oranın adabı mahşer et kuralları çerçevesinde ayrıldım. Bana mihmandarlık yapan Fatih isimli arkadaşla Eyüp Camiinde öğle namazımızı kıldık ve ziyaret programımızın tamamlanmasından sonra çarşıya gitmek için külliyeden ayrıldık. Külliyeden ayrılırken göz yaşlarımı tutamadım. Fatih’le arabaya bindik, arabaya biner binmez benim sağ kolumda kuvvetli bir kaşıntı başladı. Sol elimle sağ kolumu kaşırken, kaşıdığım yerden kanlar akmaya başladı. Rahatsızlığımı Fatih’e söyledim.

Fatih: “Eczacı Şeref Yetkin abinin yanına gidip gösterelim, o ne olduğunu anlar “dedi.

Ben: “Tamam “dedim.
Fatih ile birlikte hızlıca Şeref abinin Bahçeli Evler mahallesinde bulunan eczanesine gittik. Ben kolumu Şeref abiye gösterip, kaşıntının vahametini anlattım. Şeref abi kolumu eliyle yavaşça bir muayene ettikten sonra “buradan çıban çıkıyor, korkacak bir durum yok” dedi. Kalfadan bir tüp kara merhem istedi. Kalfanın getirdiği kara merhemin bir miktarını koluma sürdü, üzerine bez bağladı, artanını da bana verdi. Fatih’le birlikte öğle yemeğine gitmek için eczaneden ayrıldık ve Fatih’in babasının iş yerine giderek öğle yemeğimizi yedik. Çayımızı kahvemizi içtik. Fatih beni rahatsızlığım nedeniyle kaldığım otele götürdü. Otelde duş alırken kolumdaki çıban birdenbire patladı. Kolumdaki çıbanın patlamasıyla rahatladım. Dünyalar benim oldu. Bir yıldan beri şiddetli şekilde ağrıyan ve tedavisi bulunamayan sağ kolumda ne bir ağrı ne bir sızı kaldı. Şükürler olsun Yüce Rabbim duamı karşılıksız bırakmadı. Şifamı verdi. İnşallah sizlerin de şifasını versin.

Urfa’da kaldığım on gün içerisinde Urfa’nın gezilecek, görülecek her yeri gezdim gördüm. Urfa’nın bütün yemeklerinden yedim, sularından içtim. Kolumdaki rahatsızlığıma derman buldum. En önemlisi, en güzeli de Peygamberler Şehri Urfa’dan kıyamete kadar devam edecek dostluklar edindim. Onuncu günün sonunda beni uğurlamaya gelen onlarca dostun göz yaşları arasında Devran Otobüsüne binerek köyüme döndüm.

Aradan uzun yıllar geçmesine rağmen Urfa’daki kadim dostlarımızla ailecek irtibatımız devam etmektedir. Urfa’daki dostlarımız ne zaman bizim bölgeden yolculuk yapsa bizim köye uğrar, beni bulamazlarsa bile kardeşlerimin yanına uğrar, babamın hayır duasını alır yollarına öyle devam ederler.

Bende her fırsatta kadim dostlarımı ziyaret etmek için Urfa’ya gider, Eyüp Peygamberimizin Sabır Makamı başta olmak üzere, Urfa’nın manevi zenginliklerinden feyz almaya devam ederim.


***
KARA YILAN


Çocukluk yıllarımda ailem hayvancılıkla uğraşırdı. Biz kış ve ilkbahar mevsimlerinde Döngel Köyünde otururduk. Davarlarımız Yeşil Göz yakınlarındaki Kurt Yurdu mevkiinde kışla adını verdiğimiz sabit barınakta kalırdı. Yaz ve sonbahar mevsiminde Keş dağı yöresindeki yaylalara göçerdik. Mart ayı gelip keçiler doğurduğu zaman anam da davarların yanına gider, ben ve kardeşlerim okula gittiğimiz için köyde nenemin (baba anne) yanında kalırdık. Ortaokul ikinci sınıfta okuduğum sene mart ayının ortasında anam kışlaya davarların yanına gitmişti. Ben Tekir köyünde okurdum. Yeşil Gözdeki kışlamızla, Döngeldeki evimiz Tekir’e aynı mesafedeydi. Ben havanın güneşli olduğu zaman cuma günleri bazen kışlaya anamın yanına giderdim. Yağmurlu günlerde yol çok fazla çamur olduğu için kışlaya gitme şansım olmazdı. Mayıs ayının ilk haftası cuma günü okuldan doğruca kışlaya anamın yanına gitmiştim. Babam akşam yemeğini yedikten sonra bana “Teyfik oğlum, yarın davarı sen güt de çoban istirahat etsin” dedi. Ben de “baş üstüne babacığım” dedim.

Sabah erkenden gün doğmadan evvel kalktım. Anam, yengem, amcamın kızları keçilerin sütünü sağıp, oğlaklar anasını emdikten sonra davar sürümüzü Keş dağı istikametine hareket ettirdim. Azık bezini belime bağlayıp, sürünün peşi sıra yürüdüm. Davarı hareket ettirdikten üç-dört yüz metre sonra hedefine saplanmış bir hançer gibi ardıç ormanlarının içine daldık. Ormanların sıklığından elli metre geriden bakan bir insan üç yüz başlık sürüden bir tanesini bile görmezdi. Ancak keçilerin boğazındaki çanların sesini duyabilirdi. Ardıç ormanların arasındaki tesbi, kara çalı gibi bodur ağaçların yaprakları hayvanların iştahını kabartıyordu. Mevsimin ilkbahar olması nedeniyle ormanların arasındaki boşluklarda yetişen otlar yeşilin renk kartelesi gibiydi. Ağaçtan ağaca uçan ardıç kuşları cik, cik, cik diye koro halinde çıkarttıkları seslerle insanların sabah neşesine ayrı bir renk katıyordu. Hayvanlar ormanların içinden ilerlese de ben yaylalara giden patika yolda normal bir hızla yürüyordum. Arada bir hey hey hey! diye ses çıkartarak hayvanlara asayişin berkemal olduğu mesajını veriyordum. Böyle güzel bir atmosfer içinde hareketimizden on beş dakika sonra Ekicilikteki Küçük Osman’ın çadırına ulaştık. Osman amcanın hanımı Fatma teyze ekmek sahibi, cömert bir insandı. Ben çadıra bir kurşun atımı mesafeden geçerken çadırın önündeki tümseğin üzerine çıkarak:

“Teyfik, kuzum bir çayımı içmeden gidemezsin” diye bağırdı.

Ben de ”geliyorum Fatma Teyze” dedim ve  hemen çadıra doğru yürüdüm.  

Çadıra vardığımda gördüğüm manzarayı kısaca anlatmak istiyorum. Fatma Teyze çadırın önüne çamurdan kemer bir ocak yaptırmış, kemer ocağın içine meşe odunlarıyla ateşi yakmış, meşe közünün üzerinde mavi renkli bir çaydanlıkla çayı demlemiş, ocağın bir tarafında sacın üzerinde kızları tarafından çökelek börekleri yapılıyordu. Çadırın arka tarafındaki yüklükte yorganlar, döşekler yastıklar bir plan dahilinde düzgünce dizilmiş, kaplık adını verdiğimiz rafta tabaklar, kaşıklar tencereler temiz bir vaziyette yerini almıştı.  O dağın başında, o temizliği, tertibi, düzeni görünce hatırıma "Aslan yattığı yerden belli olur.” Ata sözümüz geldi. Çadırın içi yağ döksen yalanacak kadar temizdi. Fatma teyze bana bir bardak çay ile bir çökelek böreği ikram etti. İçtiğim çayın da yediğim böreğin de tadı damağımda kaldı. Fatma teyzenin ısrarına rağmen davarları kaybederim korkusuyla ikinci bardak çayı içemedim. Fatma teyzeye teşekkür ederek yoluma devam ettim.

Ekiciliğin arka tarafındaki Yassı Mağara bütün ihtişamıyla Tekir ovasına el sallıyordu. Binlerce yıldan beri insanlara ve diğer canlılara sahiplik etmenin gururunu yaşıyordu. Ekicilikten Başlamışa doğru giderken hem kıvrım kıvrım yollardan ağır ağır ilerliyor hem de davarımızın nerede olduğunu kontrol ediyordum. Gittiğimiz yolun dik ve yokuş olması zaman zaman benim nefesimi kesiyordu. Kendileri görülmese de yüksek kayaların başından öten kekliklerin sesi kulağıma bir ninni gibi geliyordu. Gittiğim yolun karşısındaki Ağılkaya ve Nedirli Pınarı yurtlarındaki çobanların söylediği Karacaoğlan türküleri ruhumu dinlendiriyordu. Benim yakınlarımdaki duyduğum çoban sesleri o korkunç coğrafyadaki cesaretime cesaret katıyordu. Ağaçların arasındaki, yaban lalelerinin, nevruzların, sümbüllerin, çiğdemlerin, kekiklerin kokularının güzelliğini kelimelerle anlatma imkânı yoktu. Gittiğim yoldan yavaş ilerleyerek usta çobanların mola yeri olan Oturak Ardıcına kavuştum. Oturak Ardıcı civarındaki çiçekli bitkilere konan bal arıları vız, vız, vız diye sesler çıkartarak Yüce Mevla’yı zikrediyordu. Oturak Ardıcından kıbleye doğru baktığımızda Yeşil Göz çayının çıktığı yer bir bardak su gibi görünüyordu. Kahramanmaraş- Kayseri karayolundan, aşağıdan yukarıya- yukarıdan aşağıya geçen bütün araçların sesleri duyuluyordu. Yeşil Göz köyünün bütün evleri ayağımın altında kalmış gibiydi. Oturak Ardıcında biraz soluklanıp nefesimi topladıktan sonra, oturduğum yerden yavaşça kalkarak hareket ettim. Gökyüzünde uçan şahinler, kartallar, atmacalar yakın bir yerde ölen hayvan leşinin habercisiydi. Başlamışın başına çıktığımda çobanlık yapan Adnan ve Hüseyin isimli iki arkadaşımla karşılaştım. Ben o kadar rampa yolu çıkıncıya kadar aşırı şekilde susamıştım. Başlamıştaki yaz pınarından doya doya su içtim. Arkadaşlarımla ayak üstü biraz muhabbet ettikten sonra yola revan olduk. Şaş Oğlanın mağarasının önünden, Göv Boyunun altından geçip, Aşağı Eşmenin Yazısına ulaştık. (Bizim yörede düz olan yerlere yazı denir.)    

Aşağı Eşme; yaklaşık yüz dönüm genişliğinde düz bir alan olup çevresi dağlar çevrilidir. Bu düzlükte ağaç bulunmayıp, her tarafı kenger ve geven denen bitkilerle kaplıdır. Aşağı Eşmenin ortasında küçük bir dere bulunmaktadır. Derenin sol tarafından Keş Dağı istikametine giden patika yol devam etmektedir. Biz Aşağı Eşmedeki patika yolda en önde Adnan’ın köpeği, onun akasında Hüseyin, Hüseyin’in arkasında Adnan ve en arkada ben olmak üzere sohbet ederek yürüyorduk. Bu arada kuşluk vakti olmuş, hava epeyce ısınmıştı. Önümüzde yürüyen köpek havlayarak bize doğru koşmaya başladı. İleri doğru bakınca, bir de ne göreyim; patika yoldan kocaman bir kara yılan başını kazma sapı kadar kaldırmış uçarak bizim üzerimize doğru geliyordu. Tam benim baktığım anda, yılan köpeği yakalayarak üzerine atladı. Köpeğin beline sarıldı. Bu sırada köpek kıvrak bir hareketle kendini derenin içine attı. Yılan kengerlerin üzerinden sıçrayamadığı için köpeğe hamle yapmakta geç kaldı. Ben yılanı gördüğümde korkudan dizimin bağı çözüldü. Adnan’ın “yılan” diye bağırmasıyla yaşadığım şoku atlatarak, geriye dönüp kaçmaya başladım. Elli metre kadar koşup geriye döndüğümde Adnan’ın da kaçtığını, Hüseyin’in kaçmadığını olduğu yerde donuk bir vaziyette beklediğini gördüm. Hüseyin’in anlattığına göre köpek derenin içinde karşı atağa geçerek yılanı başından yakalayarak boğup öldürmeye çalışmış, yılan bir fırsat bularak başını köpeğin ağzından kurtarmış. Benim döndüğümde köpek ile yılan arasındaki mücadele şiddetli bir şekilde devam ediyordu. Köpek derenin içindeki kumsal alanda ayaklarıyla kendine mevzilenecek çukur kazmaya çalışıyor, yılan ise köpeğin beline hareket yapmak istiyordu. Köpeğin ilk hamlede yılanı başından yaralaması, yılanı korkutmuş gibiydi. Köpek havladıkça yılan geri çekiliyordu. Yılan ile köpek arasındaki mücadele beş dakika kadar sürdü. Bu arada üzerindeki korkuyu atan Adnan elindeki av tüfeğiyle boş bir alana, içi saçma dolu bir mermi sıktı. Silahın sesini duyan yılan, bir fırsat bularak gerisin geriye kaçmaya başladı. Yılan ”S” çizerek kaçarken, silah sesiyle kendine gelen, üzerindeki heyecanı atan Hüseyin yılanı taşlamaya başladı. Yılan canını kurtarmak için kaçarken, o küçücük köpeğin havlama sesi dağları yankılandırıyordu. Ben ve Adnan’da Hüseyin’le birlikte taş atarak yılanı kovalamaya başladık. Yılan kürek sapı kalınlığında, üç metre uzunluğunda vardı. Yılan kendi kendini kurtarmak için bir çağılın içine girdi.

Ben” gidelim yılanı öldürmeyelim “dedim.

Adnan” bu yılan yaralandı, öldürmezsek, buradan geçen başka insanlara hayvanlara zarar verir” dedi.

Benden üç dört yaş büyük olduğu için Adnan’a itiraz etme şansım yoktu. Bunun üzerine çevreden bir ster kadar ardıç odunu toplayarak, çağılın üzerine ateş yaktık. Ateşin etkisiyle çağıldaki taşlar ısınmaya başlayınca yılan girdiği delikten geri geri çıkmaya başladı. Adnan yılanın çıkan kısmına iki tane ucu sivri sopa geçirerek yılanı öldürdü. Hüseyin’de yılanı sürükleyerek patika yolun kenarına uzattı. Biz yoldan geçenlerin bizi görmeyeceği bir kayanın gölgesinde azığımızı yemeye başladık. Biz azığımızı yerken çobanlık yapan iki arkadaşımızın yılanın ölüsünden korkarak kaçtığını gördük. O günkü çocuk aklımızla, arkadaşlarımızın yılanın ölüsünden korkarak kaçmasından mutlu olduk ve dakikalarca güldük. Azığımızı yedikten sonra koşar adımlarla giderek Keş Dağı yaylasında sürülerimize yetiştik. Şükürler olsun ki, biz yılanla uğraşırken ayı, kurt gibi vahşi hayvanlar sürümüze zarar vermemişti. Sürüyü Keş Dağından çevirip Karlık ve Mağaralı yaylaları üzerinden eksiksiz olarak evimize götürdüm.

Yaşadığımız olayı akşam anama ve babama anlattım. Anam” oğlum iyi ki yılan seni sokup öldürmemiş, bir fakire sadaka verelim” dedi. Babam da başımıza bir iş gelmediği için sevindi. Bir gün sonra, bizim öldürdüğümüz yılanı görmek için Aşağı Eşmeye onlarca insanın gittiğini öğrendim. Yılanın boyu üç metre kalınlığı kürek sapı kadar olduğu halde, yılanın haberi komşu köylerde boyu on metre, kalınlığı soba borusu kadar olarak gitmişti. Pazartesi günü Tekir’e okula gittiğimde insanların yılanla ilgili değişik yorumlar yaptığını duydum. Öldürdüğümüz yılanın hikâyesi bir efsane gibi senelerce dilden dile dolaştı. Aradan kırk yıl geçti. Bizim yörede halen yılan üzerine bir muhabbet olsa “Teyfik hocanın öldürdüğü yılan kadar vardı” diyerek mukayese yapılır. Ben ise zaman zaman bu abartılı konuşmaları kendi kulağımla duyduğum halde, itiraz etmeden içten içe gülerim. Yılandan aşırı derecede korkarım ama o yılanın öldürülmesine yardım ettiğim için aradan kırk yıl geçmesine rağmen hâlâ üzülürüm.

Yılan da olsa, akrepte olsa, kaplumbağa da olsa her canlının yaşama hakkı vardır. Size zarar vermediği sürece hiçbir canlıyı öldürmeyin. Yaptığınız bir hatadan dolayı benim gibi, ömür boyu üzülmeyin.


***
BİN LİRA

Ortaokulu köyde bitirdim. Ortaokulu bitirdiğim sene sınava girerek Kahramanmaraş Endüstri Meslek Lisesinin Tesviye Bölümünü kazandım. Babam da tanıdığımız eğitimli bazı insanların tavsiyesi üzerine, beni bu okula kayıt ettirdi. O zamanlar meslek lisesini bitirenler Afişin-Elbistan Termik Santralinde kolaylıkla iş buluyorlar, dolgun ücretle çalışıyorlardı. Şehirde yatılı olarak okuma imkânımız olmadığı için ortaokuldan arkadaşım meslek lisesinin ikinci sınıfında okuyacak olan Abdurrahman Akbaba ile aynı evde kalmaya karar verdik. Bu kararı vermemizde geçmişten beri aile dostluğumuzun olması da etkili oldu. Abdurrahman saf, temiz ve ahlaklı bir insandı. Buğdayı ambara, samanı samanlığa koyunca, köydeki harman hasat işini tamamlamış olduk. Okulların açılmasına bir hafta kalmıştı. Babalarımızla birlikte okullar açılmadan şehirde kiralık bir ev bulma telaşına düştük. Maraş kazan, biz kepçe okulumuza yakın olan Mağaralı, Serin tepe, Yürük Selim, Fatihler mahallelerini yaya olarak adım adım dolaştık, ancak kiralık bir ev bulamadık. Kiralık evi olanlar da öğrenci olduğumuz için evlerini bize kiraya vermediler. Yürümekten ayaklarımızın altı su toplamıştı. Umudumuz tükenmek üzereyken nihayet Karamanlı mahallesinde kiralık bir ev bulduk.

Ev Karamanlı Camisinden İmam Hatip Lisesine çıkan caddenin sağ tarafındaydı. Ev sahibi Döngele Köyünden Veli Uzun isimli bir amcaydı. Veli amca kendisi de köy kökenli bir insan olduğu için bazı şartlar koşarak evini bize kiraya vermeye razı oldu. Bu şartları; eve fazla arkadaş getirmemek, kirayı zamanında ödemek, evde komşuları rahatsız edecek şekilde gürültü yapmamak şeklinde sıralayabiliriz. Evin caddeye açılan cümle kapısından içeri girdikten sonra sağ tarafta kalan yerde tek katlı betonarme küçücük bir ev daha vardı. Bu evde Veli amcanın oğlu Ahmet Abi oturuyordu. Bu küçük ev ile arkadaki iki katlı çatılı ev arasında bir bahçe vardı. Biz iki katlı çatılı evin alt katının sağ tarafında bulunan yirmi metrekarelik bir odada kalacaktık. Kullanım suyunu evin bahçesinde bulunan tulumbadan çekecektik. Kullanacağımız tuvalet de evin bahçesindeydi. Banyomuzu kalacağımız odanın içindeki cag adı verilen bir metrekare genişliğindeki yerde yapacaktık. Aynı odada yatacak, aynı odada yemek yapacak ve aynı odada ders çalışacaktık. Fiziki Şartları bu kadar kötü olmasına rağmen, kiralık ev bulduğumuz için nasıl mutlu olmuştuk, tarif edemem. Veli amcanın şartlarını kabul edip,  bir aylık kirayı peşin olarak ödedikten sonra evin anahtarını aldık. Akşam Maraş’ta bir akrabamızda misafir olarak kaldık. Sabah erkenden gelip, evin temizliğini yaptık. Karamanlı Mahallesinde bulunan bir marangoz iki tane sedir yaptırdık. Sedirleri evimize bıraktıktan sonra köye döndük.

Köyde şehre getireceğimiz malzeme, yakacak ve yiyeceklerle ilgili hazırlık yaptık. Okulun açılmasına iki gün kala simit ettiğimiz yataklarımızı, bavullara koyduğumuz elbiselerimizi, turşumuzu, pekmezimizi, tarhanamızı ve bir tabla içindeki yufka ekmeğimizi Çakılı Osman’ın otobüsünün üstündeki bagaja yükleyerek şehre getirdik. Kullanacağımız soba ile yakacağımız odunu daha sonra babalarımız getirecekti. Babalarımız bizi eve yerleştirip köye dönünce Abdurrahman’la baş başa kaldık. Abdurrahman bir yıl önce şehre geldiği için tecrübeliydi. Ev ve okul yaşantısı konusunda bana abilik, dolayısıyla rehberlik yapıyordu. Pazar günü akşam iki tane pide alıp, köyden getirdiğimiz kabarcık üzümüyle yiyerek akşam yemeğini geçiştirdik.  Abdurrahman pazartesi gün doğmadan önce uyanıp çayımızı pişirmiş, kahvaltımızı hazırlamış, ekmeğimizi almış, sonra da beni uyandırmıştı. Birlikte güzelce kahvaltımızı yaparak okula gittik. Okula giderken Ortaseki,  Devecilli ve Batıpark semtlerinden geçtik. Abdurrahman geçtiğimiz yolları bana turist rehberi edasıyla tanıtıyordu. Okula vardığımızda ortaokuldan sınıf ve üst dönemden bazı arkadaşlarımı gördüm. Bu arkadaşları gördüğüme çok memnun oldum ve sevindim. İlk gün ders işlenmedi. Ben bu boşlukta ders göreceğim sınıfı, çalışacağımız atölyeyi, yemekhaneyi, kantini ve spor salonunu öğrenmiş oldum. Ayrıca alacağımız kitapların listesini yazdım. Tesviye atölyesinde gördüğüm torna, matkap, fireze gibi kocaman makineler ilk günden dikkatimi çekerek, beni heyecanlandırmaya yetmişti. Abdurrahman elektrik bölümünde okuyordu. Okul çıkışı Abdurrahman’la buluşup eve döndük. Okuldaki ilk gün benim açımdan güzel geçmişti. Abdurrahman akşam yemeğimizi hazırladı ve birlikte sessiz sedasız yedik. Bulaşıkları tulumbadan çıkarttığım su ile ben yıkadım. Yemekten sonra günün değerlendirmesini yapıp, çayımızı içip erkenden uyuduk.

Böylece lise yaşamım başlamış oldu. Kısa bir süre içinde sınıf arkadaşlarım ve öğretmenlerimle kaynaştım. Müdür yardımcımız Şaban Kaptanoğlu sabah içtimalarında dikkati bana çektirdiği için, bir ay sonra okulun hepsi beni tanıdı. Öğle yemeğini okulda ücretsiz olarak yemem benim için önemli bir avantaj sağlıyordu. Abdurrahman’la derslerimizi düzenli olarak çalışıyorduk. Bazı sıkıntılarımız olsa da, günlerimiz mutlu geçiyordu. Mesela evimizde masa olmadığı için teknik resim çizimlerimizi köyden getirdiğim babamın tahta bavulunun üzerinde yapıyorduk. Ütümüz olmadığı için pantolonlarımızı yatağımızın altına koyarak ütülüyorduk. En büyük sorunlarımıza bile, kendi şartlarımız içinde çözüm üretiyorduk. Karşılaştığımız en büyük sıkıntıları el birliği içerisinde ilk hamlede tuş ediyorduk. İçinde doğduğumuz Toros dağlarının kırsal ve zor şartlarından kurtulmanın tek yolu okumaktı. Başka bir çaremiz yoktu.

Mahalledeki komşularımızla on beş gün içinde güzel ilişkiler kurduk. Ev sahibimizin gelini Fatma abla bulaşıklarımızı yıkamaya,  evimizi temizlemeye başladı. Hele karşı komşumuz Dönüş Teyze öz anamız gibiydi. Haftanın en az üç günü bize akşam yemeği getirirdi. Kendi evinde pişirdiği yemek etsiz, yağsızsa bize başka komşulardan yemek tedarik ederdi. Komşulardan yemek alırken” bacım bunlar bizim mahallenin talebeleri tama” derdi. Bize yemek vermekten imtina eden komşulara da kendi üslubunca sinkaf ederdi. Dönüş Teyze deli dolu bir insan olduğu için komşular ondan bayağı çekinirlerdi. Köyden getirdiğimiz elma, ayva, üzüm gibi meyveleri Dönüş Teyze bize yemek veren komşulara adil bir şekilde dağıtırdı. Caminin yanındaki tenekeden yapılma büfede iki ayağı sakat bir amca ekmek satardı. Mahallenin eksiksiz olarak tamamı ekmeği bu büfeden alırdı. Biz de ekmeği bu büfeden almaya başladık. Fırıncı ekmeği sabah namazı vakti büfenin önüne bırakır, biz büfeyi işleten amca geç kaldığı için ekmeği elimizle alır, kahvaltımızı yapar okula giderken ekmeğin parasını öderdik. Büfeci iş yerine gelmeden bütün ekmekler tükenir, ancak bir tane dahi ekmeğin parası zayi olmazdı. O zamanlar Karamanlı mahallesinde çok muntazam şekilde kolektif bir ruh vardı. Mahallenin tamamı bir aile gibiydi. Kiracı  ve öğrenci olduğumuz halde, bizde bu kervana kısa bir süre içerisinde katılmış olduk. Yaşamımızı mahallenin sosyal şartlarına göre uyarladık. Bu nedenle Karamanlı Mahallesinde mutlu bir yıl geçirdik. Aradan yarım asra yakın bir zaman geçtiği halde Karamanlı mahallesine mensubiyetimiz devam etmektedir.

Şehir hayatına ve okula uyum sürecinde Abdurrahman bana önemli katkılar sağladı. Zaten bir ay gibi kısa bir sürede ben köyden getirdiğim bütün tedirginlik ve utangaçlık emarelerini üzerimden attım. Öğretmenler ve okul yöneticileriyle teşriki mesai eden gözde öğrenciler arasında yer almaya başladım. Girmiş olduğumuz birinci yazılı imtihanlarında almış olduğum notlar sınıf ortalamasının bayağı üzerindeydi. Ancak, atölye derslerinde aynı başarıyı sağladım desem kuyruklu yalan olur. Atölye dersinde eğeleyerek demirden çekiç, fıstık kıracağı gibi ürünler yapıyorduk. Ben yapmış olduğum malzemelerde gerekli olan milimetrik estetiği sağlamakta sıkıntı çekiyordum. Öğretmenler okuduğum şiirlerin hatırına geçmeme yetecek beş puanlık notu kerhen veriyorlardı. Her şeye rağmen sınıftaki başarılı öğrenciler arasında yer alıyordum. Hafta sonları köye gidiyor, köyde hem elbiselerimizi yıkatıyor, hem de yiyecek ihtiyaçlarımızı ve olduğu kadarıyla harçlığımızı alıp getiriyorduk. Aralık ayının sonuna doğru sınavlar nedeniyle bir hafta sonu köye gidemedik. İkinci hafta Cuma gününe kadar evimizde yiyecek hiçbir şey kalmadı. Abdurrahman Cuma günü öğleden sonra Kumaşır Köyündeki akrabalarının yanına gitti. Ben Cuma günü öğleden sonra saat beşe kadar sınavım olduğu için şehirde kaldım. Sınav bitince eve geldim. Evde kullandığımız tüp bitmiş, yiyecek hiçbir şey kalmamıştı. Dönüş Teyzede köye gittiğimizi sanıp yemek getirmemişti. Torbanın dibinde kalan bir avuç siyah üzüm ile sabah kahvaltısından kalan çeyrek ekmeği yiyerek azda olsa açlığımı yatıştırdım. Yalnız olduğum için kitap okumadan, ders çalışmadan erkenden uyudum. Sabah uyandığımda açlıktan sancılanıyordum. Köye gitmek için verecek yol paramda yoktu. Yol parası olsa otogara varıp, Afşin-Elbistan otobüsleriyle köye gidebilirdim. Ancak; para olmadığı için öğleden sonrayı bizim köyün otobüslerinin hareket saatini beklemek zorundaydım. Karnımı doyura bilmek için ne yapacağımı düşünmeye başladım. Sonunda Yürük Selim Mahallesinde oturan arkadaşım Cuma’nın evine gitmeye karar verdim.

 Cuma Afşin’li hali vakti yerinde bir ailenin çocuğuydu. Aynı zamanda yardım sever, cömert bir insandı. Daha önce beni birkaç defa evine götürüp ağırlamıştı. Evimden çıkarak Kısıkkaya ya doğru yürümeye başladım. Yolda yürürken düştüğüm duruma çok üzülüyordum. Cuma evde miydi,  evde olsa bile aç olduğumu söyleyebilir miydim gibi aklıma bir çok soru  geliyordu. Bu nedenle ayaklarım Cuma’nın evine doğru gitse de, beynim gitmek istemiyordu. Ayaklarım üç adım ileri iki adım geri atıyordu. Adeta ruhum ile bedenim kavga ediyordu. Bu arada Mağralı Çarşısına çoktan varmıştım. Menekşe Paçacının karşısındaki dolmuş durağında bizim köylü Cihangir Ustayı gördüm. Cihangir Usta hem akrabam, hem de sevdiğim bir insandı. Cihangir Ustanın tam yanına vardığımda;

Ben: “Selamünaleyküm Cihangir Abi” diyerek, Cihangir Ustanın elini öptüm.

Cihangir Usta:” Ve Aleykümüsselam yeğenim, nereye gidiyorsun böyle?” diyerek selamımı aldı, hatırımı sordu.

Ben: “Bir arkadaşımın yanına ders çalışmaya gidiyorum abi” dedim. (aç olduğumu söyleyemedim)

Cihangir Usta: “Çok güzel yeğenim, çalışın, okuyun adam olun. Biz okuyamadık bari, siz okuyun” diyerek bana nasihat etti. (Bu sırada elini cebine sokarak bin lira para çıkarttı ve parayı bana uzattı.)

Ben: “ Sağ ol Cihangir Abi, harçlığım var,” diyerek parayı almak istemedim.

Cihangir Usta: “ Şimdi sana iki tokat atarım” diyerek, parayı cebime soktu.

Ben: “ Teşekkür ederim Cihangir Abi” diyerek yoluma devam etmek istedim.


Cihangir Usta: Cebinden bir kart çıkartarak “ bu kartı al, benim eski sanayide dükkanım var, bir ihtiyacın olursa yanıma gel” şeklinde tembihte bulundu.

Ben gayet mutlu bir şekilde Cihangir Ustanın yanından ayrılarak yoluma devam ettim. Bin lirayı alınca arkadaşımın evine hiç gitmedim. Meslek Lisesinin yanından aşağı inip, Batı Park’tan Orta Seki’den geçerek evime döndüm. Cihangir Ustanın verdiği parayla yüz gram çay, yarım kilo şeker, iki yüz elli gram peynir, yarım kilo zeytin ve bir tane ekmek aldım. Tüpçüye giderek tüpü değiştirdim, sonrada güzelce bir kahvaltı yaptım. Kahvaltıdan sonra, köy otobüslerini beklemek üzere yürüyerek Eski Hal’e indim. İlk sırada kalkan Hacı Polat’ın otobüsüne binerek köyüme gittim.

Hatırıma geldikçe uzun uzun düşünürüm. Benim aç kalmam sonucu arkadaşım Cuma’nın evine gidip, gitmeme konusunda tereddüt ederek ikileme düşmem, tam bu sırada Cihangir Ustanın karşıma çıkarak bana para vermesi, bir tesadüf müydü? Yoksa, yaşadığım önemli bir tevafuk muydu? “ Kul sıkışınca Hızır yetişir” derler. Cihangir Usta benim dara düştüğümde karşıma çıkan bir Hızır mıydı? İlmim yetersiz olduğu için kendi sorularıma cevap veremem fakat bu olayı ruhumum derinliklerinde, güzel bir hatıra olarak yaşatırım.

 O yıllarda ve daha önceki tarihlerde Anadolu’nun köylerinden kasabalarından ortaokul, lise okumaya gelen milyonlarca öğrenci mutlaka benimle aynı kaderi paylaşmıştır. Birçoğunun anıları benimkinden daha acı ve daha dramatiktir. Sizlerde benim gibi veya benimkine benzer anılar yaşamışınızdır. Yaşamayanlarda akrabalarından ve yakın arkadaşlarından mutlaka benzer hikâyeler dinlemişlerdir. Darda kalan her öğrenciye yardım eden bir Cihangir Usta olmuştur. Ben kısmet olup Cihangir Ustaya bir iyilik yaparak borcumu ödeyemesem de, muhtaç olan insanlara yardım ederek Cihangir Ustanın gösterdiği yolda yürümeye devam ediyorum.

Liseden sonra üniversite eğitimimi de tamamlayıp öğretmen olarak göreve başladığım sene Dönüş Teyzeyi ziyarete gittim. Ziyarete gittiğimde Dönüş teyzenin öldüğünü ve hiç çocuğunun olmadığını öğrendim. Öğrencilik yıllarımızda bize analık yaparak, analık özlemini bu şekilde giderdiğini diğer komşulardan öğrenince, üzüntüm bir kat daha arttı. Yaşı benden büyük olduğu halde bana hizmet Abdurrahman da genç yaşta ahirete intikal ederek, Rabbine kavuştu. Allah iki sininde mekânlarını cennet etsin. Bana bin lira harçlık vererek, gönlüme taht kuran Cihangir Usta ise Maraş’ta emekli bir insan olarak yaşamına devam etmektedir.  Bu vesileyle Cihangir Ustayı da saygıyla yad ediyorum.

Sizlere de” iyilik yapın denize atın, balık bilmezse de Halik bilir” diyorum.

Hepinize mutlu ve aydınlık yarınlar diliyorum.


***
BÖLGE ŞAMPİYONASI

Anı Hikâye



Kahramanmaraş Endüstri Meslek Lisesi Türkiye’nin en başarı güreş takımına sahip okullarından biriydi. Okulun özellikle serbest güreş takımı her yıl Türkiye Şampiyonasında derece yapardı. Okulumuzun girişindeki camlı dolaplar güreş takımının aldığı şampiyonluk kupalarıyla doluydu. Ben bu kupaları gördükçe, bu kadar şampiyonlar çıkartmış bir okulda okuduğum için kendi kendime gururlanırdım. Belki bir gün bende şampiyon olurum diye hayal kurardım. Birinci sınıfta okulun takımına girme şansı bulamadım. Daha doğrusu takım seçmelerinden haberim olmadı.

Lise ikinci sınıfa başladığımız dönemin ikinci haftasıydı. Cuma günü Bayrak Töreninden sonra beden eğitimi öğretmeni “ Arkadaşlar! Önümüzdeki hafta güreş takımları için seçme yapılacak, seçmelere katılmak isteyen öğrencilerimiz pazartesi günü bana isimlerini yazdırsın” diye bir duyuru yaptı. Ben bu duyuruya çok sevindim. Pazartesi günü derse girmeden spor salonuna gidip adımı yazdırdım. Çarşamba gününe kadar seçme müsabakalarında güreşeceğim arkadaşlarla tanıştım. Tanıştığım arkadaşlardan bazıları üç beş yıldan beri kulüpte güreştiğini, bazı arkadaşlar ise ilkokuldan beri kapalı spor salonuna gidip güreş antrenmanı yaptıklarını söylüyorlardı. Ben ise o güne kadar spor salonunu görmemiş, mayo giymemiş bir insandım. Güreşi; köyümüzdeki düğün güreşlerinde öğrenmiştim. Rakiplerimi dinleyince takıma giremeyeceğim diye korkmaya başladım. Çarşamba günü okulumuzda yapılan seçmelerde rakiplerimin üçünü de tuşla yenerek, güreş takımına girmeye hak kazandım.

Güreş takımı olarak haftada üç gün öğleden sonraları Batı Park Kapalı Spor Salonuna antrenmana gidiyorduk. Kapalı spor salonunda bizi öğretmenizin nezaretinde bölge güreş antrenörleri çalıştırıyorlardı. Antrenmanlarımızda hem tek kol, kafa kol, kle, künde gibi güreş oyunları öğreniyor, hem de kondisyon geliştirici sporlar yapıyorduk.  Antrenman yaptığımız saatlerde okulda izinli sayılıyorduk. Okul yöneticilerimiz başarılı olmamız için bize her türlü desteği veriyordu. Liselerarası il şampiyonası yapılmadan önce yapılan değerlendirme maçları sonunda, boyumun uzun olması münasebetiyle grekoromen güreş takımına ayrılmama karar verildi. Ben bu işten pek hoşnut olmamıştım ama yapılacak bir şey yoktu, büyüklerimiz böyle karar vermişti. Mart ayının ilk haftası Liselerarası Güreş İl Şampiyonası yapıldı. Yapılan müsabakalarda rakibimin birini tuşla, birini sayı ile yenerek ağır sıklet il birincisi oldum. Ağır sıklet pehlivan olduğumuz için madalyalarımızı Vali Bey takmıştı. O gün dünyalar benim olmuş, mutluluktan sanki gökyüzüne uçmuştum. Aldığım madalyayı aileme göstermek için hafta sonu özel olarak köye gitmiştim. Babam sarı renge boyanmış metal madalyayı görünce nasıl mutlu olmuştu anlatamam. Benim il birincisi olduğumu duyan köyümüzün bütün halkı sevinmişti. Şimdi dünya şampiyonu olsan kimsenin umurunda bile olmaz. O zaman köylerde birlik vardı, beraberlik vardı. Kolektif ruh vardı…

Bölge şampiyonasında başarılı sonuçlar alabilmemiz için çalışmalarımız iyice hızlandı. Haftada beş gün antrenman yapmaya başladık. Okul idaremiz beslenme konusunda bize destek oluyordu. Bölge şampiyonası için bütün hazırlıklarımızı kısa sürede tamamladık. Bölge şampiyonası Kayseri’de yapılacaktı. Müdür Baş Yardımcımız Celal Bey mart ayının son haftası perşembe günü takımı toplayarak seremoni eşofmanlarımızı dağıttıktan sonra “yarın Kayseri’ye gideceğiz hazırlıklarınızı yapın” dedi. Ben ilk defa Maraş’ın dışında bir şehre gidecektim. Bundan dolayı hem seviniyor, hem de heyecanlanıyordum. Şehirde bekâr olarak kaldığımız için çantamı akşamdan tek başıma eksiksiz olarak hazırladım. Eşofmanlarımı, mayomu, güreş ayakkabımı ve diğer malzemelerimi unutmayayım diye defalarca kontrol ettim. Akşam yatağa girdiğimde sevinçten gözlerime uyku girmedi. Ev arkadaşlarım Bekir, Yücel ve Yasin de en az benim kadar heyecanlıydı. Biri benim şampiyon olmam için dua ederken, diğeri benim üşüyüp hasta olmamam için yatağımın üzerine kendi battaniyesini örtüyordu. Bir gecenin bu kadar uzun olduğunu o gün öğrendim. O gece sanki benim için bir yıl kadar uzun geçmişti. Sabah namazını kıldıktan sonra çantamı alarak, doğruca okula gittim. Takım arkadaşlarımızla okulun arka bahçesinde toplandık. Çantalarımızı okulumuzun yeşil renkli ford minibüsünün bagajına yerleştirdik. Biraz sonra takımın başında yönetici olarak gidecek olan Müdür Baş Yardımcımız Celal İpekçi ile antrenör olarak gidecek Hasan Temel yanımıza geldiler. Hasan Temel lisanslarımızı, kimliklerimizi kontrol ederek elindeki çantaya koydu. Bütün hazırlıkların tamam olduğu anlaşılınca aracımız hareket etti.

Aracımızda sekiz güreşçi, iki yönetici ve bir şoför olmak üzere toplam on bir yolcu vardı. Aracımız şehri dışarı çıkınca Ceyhan nehrini Kılavuzlu Köprüsünden geçip, Harmancık Rampasına tırmandı. Aracımız Harmancık Rampasını yavaşça çıktıktan sonra, avına saldıran bir kartal gibi Mezellete doğru sallandı. Geçtiğimiz yolların çevresindeki dağlar, tepeler yeşil çam ormanlarıyla kaplıydı.  Mezellet Baraj sahasındaki devasa iş makinelerinden gözlerimizi ayıramıyorduk. Yolumuz Fırnız Çayı ile kesişip, çaya paralel olarak ilerlemeye başladıktan beş dakika sonra karşıdaki Ali Kayası bütün ihtişamıyla bizleri karşılıyordu. Biz yolda ilerledikçe Şadalaktaki kumluklar, Su çatındaki orman depoları, Döngeldeki Mağaralar boynu bükük vaziyette geride kalıyordu. Tekir’e varınca kaptanımız beş dakika ihtiyaç molası verdi. Tekirdeki buz gibi akan ardıç suyundan birer bardak içerek yolumuza devam ettik. Tekir’in çıkışında yol kenarında ellerinde sümbül satan çocuklar adeta Toroslara baharın geldiğini müjdeliyordu. Kara Kütük’ten sağ tarafa baktığımızda Saraycık Belinin güney eteklerinde bir demet çiçek gibi görünen Kurucova Köyü, Ahmet Kutsi Tecer’in ”Orda Bir Köy Var Uzakta” şiirini aklımıza getiriyordu. Tüneli geçip Püren geçidine varırken gördüğümüz çağlayanlar yaparak akan yaz pınarları kış mevsiminin bereketli geçtiğini ifşa ediyordu. Püren Geçidine vardığımızda gölün kıyısından bir yay çizip minibüsün camlarını açarak ardıç ve sedir ağaçlarından oksijenin en temizini teneffüs ediyorduk. Göksun’a yaklaştığımızda iklim değişiyor, hava sertleşiyor, minibüsteki bütün yolcular paltolarını-montlarını giyiyordu.  Bakımevi Binasından biraz ilerleyince yiğitler diyarı yeşil Göksun ilçemiz ile Göksun ilçemizi kuzeyden bir kale gibi kuşatan Binboğa Dağları karlı-dumanlı olarak uzaktan uzağa görünmeye başlıyordu. Göl pınar rampasından inip düz ovada beş kilometre kadar hareket edince Göksun İlçe merkezine intikal ettik. Kahramanmaraş’tan Göksun’a kadar olan yolculuğumuz kazasız belasız bir şekilde  böylece tamamlanmış oluyordu.

Göksun İlçe merkezine kavuştuğumuzda Hasan Temel hocamızın tavsiyesi ile Cumhuriyet Lokantasında öğle yemeği için mola verdik. Lokantada garson siparişleri alırken ben lahmacun söyledim. Hasan Temel hoca geriye dönerek bana ”sen lahmacun yemeyeceksin” dedi. Ben ” niye hocam” dedim. Hocam ”sen yetmiş beş kiloda güreşeceksin” dedi. Ben ”hocam ben seksen kiloda güreştim, Bekir yetmiş beş kiloda güreşti“ dedim. Hasan hoca ”yok sen yetmiş beş kiloda güreşeceksin” dedi. Ben hocaya başka bir şey söyleyemedim.  Bu durumda fazla kilom olduğu için lahmacun yemek yerine, haşlama suyu içtim. Lokantada işimiz bitince yolumuza devam ettik. Ben yolun Göksun’dan sonraki kısmını o güne kadar hiç görmemiştim.

Minibüsümüz Göksun’un kuzeyine doğru biraz gidince Mehmet Bey Köyünün olduğu bölgede Kayseri 200 km levhası gözümüze takıldı. Bu arada arkadaşlar sıra türküsü söylüyorlardı. Aracımız Binboğa Dağlarının batısından hareket ederken ben bölgeyi tanıyan arkadaşlardan dağların, tepelerin, köylerin, kasabaların isimlerini öğrenerek merakımı gideriyordum. Yeşil Kent’in içinden, Sarız’ın batı kenarından geçip şoförlerin korkulu rüyası Dokuz Dolambaç geçidine ulaştık. Yolda kar olmadığı için Dokuz Dolambaçta bir sıkıntı yaşamadık. Mart ayının sonu olduğu halde yol kenarlarındaki kar kalınlığı yer yer iki metreden fazlaydı. Leziz etleriyle meşhur Kıskaçlıdaki lokantaların yanından yavaşça geçip, Yedi Oluktaki tesislerde kısa süreli bir mola verip, Avşarlar diyarı Pınarbaşı’na vardık. Pınarbaşı’nda durmadan, sola dönüp yolumuza devam ettik. Pınarbaşı’ndan itibaren dağların yerini ovalar, sessizliğin yerini gürültü alıyordu. Yoldaki araç sayısı bir hayli artmış, trafik kalabalıklaşmıştı. Köy evlerinin bile mimari yapısı değişmiş, Kahramanmaraş’taki sac çatılı evlerin yerini, kiremit çatılı evler almıştı. Biz şarkılı, türkülü eğlenceye devam ederken, minibüsümüzün el dokuma halılarıyla ünlü Bünyan şehrine geldiğini fark ettik. Başımı çevirip karşıya baktığımda her tarafı karla kaplı meşhur Erciyes Dağının bir asker kasaturası gibi gökyüzüne saplandığını gördüm. Bünyan’dan biraz daha gidince Sivas Caddesinden Kayseri’ye girdik. Kayseri’nin girişindeki modern binalar, caddelerin kenarındaki kocaman parklar, binaların altındaki devasa mağazalar ve bir ileri- bir geri giden binlerce insan kalabalıklarını görünce büyük bir şehre geldiğimizi hissettim. Akşam Kayseri Şeker Fabrikası Sosyal Tesislerinde kalacağımız için aracımız doğruca Kayseri Şeker Fabrikasına gitti. O zaman memleketimizin yetiştirdiği milli güreşçi Mehmet Esenceli Kayseri Şeker Sporda antrenörlük yapıyordu. Mehmet Esenceli bizi fabrikanın girişinde karşıladı. Fabrikanın misafirhanesindeki kalacağımız odalara yerleştik. Duşumuzu alıp, kıyafetlerimizi değiştirip yemekhaneye gittik. Benim fazla kilom olduğu için yemek yemedim. Hasan Temel hoca benim kilo düşmem için arkadaşlara talimat verdi. Takım arkadaşlarım Menderes Aksu, Veli Kılıç ve Fatih Üdürgücü ile birlikte kapalı spor salonuna gittik.

Kayseri Şeker Fabrikasının o günkü şartlarda çok modern bir kapalı spor salonu vardı. Arkadaşlarımla ısınma hareketlerinden sonra bir saat kadar sıkı bir antrenman yaptık. Sırtımdan ter akmaya başladı. Antrenmandan sonra saunaya girdim. Saunada vücudumdan akan ter iki katına çıktı. Saunadan çıkıp, duş alıp tartıldığımda yetmiş dokuz kilodan, yetmiş yedi kiloya indiğimi gördüm. Benim yetmiş beş kiloda güreşmem için en fazla yetmiş altı kilo gelmem gerekiyordu. Durumu Hasan Hocaya söyledim. Hasan Hoca bana ”gece bir şey yeme, içme vücudun sabaha kadar bir kilo yakar” dedi. Açlıktan, susuzluktan kıvranıyordum ama başka çare yoktu. Hocanın yanından ayrılarak doğruca gelip yatağıma yattım. Yorgunluktan başımı yastığa koyar koymaz uyumuşum. Susuzluktan gece rüyamda bizim köydeki Döngel Şelalelerini gördüm. Sabah uyandığımda susuzluktan dudaklarımın birbirine yapıştığını, açlıktan sancılandığımı hissettim. Her şeye rağmen kantarda tartılıp yetmiş altı kilo geldiğimi görünce sevindim. Müsabakaların yapılacağı yere gitmek için hazırlandım. Arkadaşlarımda hazır olunca aracımıza binerek doğruca Kayseri Atatürk Spor Salonuna hareket ettik. Ardan otuz beş yıl geçtiği halde, o günü hiç unutmam, bu gün gibi hatırlarım.

Atatürk Spor Salonuna varıp tartı sırasına geçtik. Tartıyı Kahramanmaraş Bölgesi güreş hakemlerinden Cemal Sarıtürk ile İsmail Sapsızoğlu yapıyordu. Beni kantara bile çıkartmadan keçeli kalemle döşüme yetmiş beş rakamını yazdılar. Tartı işi tamamlanınca doğruca bir lokantaya gidip karnımı doyurdum. Kuralar çekilip, açılış töreni yapıldıktan sonra, kırk sekiz kilo birinci tur maçlarıyla müsabakalar başladı. Sıra bana gelinceye kadar birinci turda bizim takımdan üç kişi rakibini yenerken, üç kişi yenildi. Ben ise rakibimi on yedi saniyede tuş ederek yendim. Kayseri Bölge Şampiyonasına on altı ilin takımı gelmişti. On altı takım A ve B olarak iki guruba ayrıldı, biz B gurubunda güreşiyorduk.  Ben ikinci turda da rakibimi sayı farkı ile yendim. O günkü maçlar tamamlanınca kaldığımız yer olan Kayseri Şeker Fabrikası Sosyal Tesislerine gittik. Sosyal tesislerde en iyi şekilde ağırlanıyorduk. Hizmette sınır yoktu. Pazar günü sabah erkenden yine Atatürk Spor Salonuna geldik. Pazar günü yaptığım gurup şampiyonluğu maçında rakibime yenilerek gurup ikincisi oldum. Bölge şampiyonluğu üçüncülük-dördüncülük müsabakasında rakibimi yendiğim halde ayaktan oyun yaptığım gerekçesiyle hakem kararıyla diskalifiye edildim. Müsabakalar sonunda şampiyonayı dördüncü olarak tamamladığım için madalya alamadım.
Takımımız takım halinde şampiyonayı bölge ikincisi olarak tamamlayıp Türkiye şampiyonasına katılmayı hak kazanmıştı. Ben madalya alamadığım için üzülüyor, takımımın başarısı için seviyordum. Ödül töreninden sonra hiç beklemeden Kayseri’den hareket edip, gece geç saatlerde Kahramanmaraş'a kavuştuk.

Aradan uzun yıllar geçtiği halde Kayseri’deki Bölge Şampiyonasını hatırladıkça aç kalarak kilo düştüğüm, diskalifiye edilerek haksız bir şekilde yenildiğim aklıma gelir, gözlerim dolar, içten içe ağlarım.



***
HELVA

Helva: un, yağ, tahin, şeker ve benzeri malzemelerle yapılan bir tatlıdır; tahin helvası, irmik helvası, un helvası, kâğıt helvası, peynir helvası gibi onlarca çeşidi bulunmaktadır. Helvanın bir tatlı olarak Türk mutfak kültüründe önemli bir yeri bulunmaktadır. Osmanlı İmparatorluğu döneminde Topkapı Sarayı mutfak ünitesinde Helvahane diye bağımsız bir bölümün olduğu bilinmektedir.

Helva çocukların doğumunda,  Kuran-ı Kerimi okumaya başlamasında, gençleri askere yollarken, nişan törenlerinde, bayramlarda, hacılarımızın Kabe’den dönüşlerinde, ev sahibi olduğumuz zaman,  cenazelerde, yağmur duasına çıkıldığında, kısacası doğumundan ölüme kadar sevinçli ve kederli bütün günlerimizde misafirlerimize ikram ettiğimiz bir tatlı türüdür. Bu nedenle helva; mutfak kültüründen başka şiirlerimize, türkülerimize, atasözlerimize, soy isimlerimize ve beddualarımıza dahi sirayet etmiştir.

Şair İbrahim Açılan Helva Destanı isimli şiirinde:

Bilmem hangisinden başlasam söze
Dostlar meclisinin özüdür helva
Bir ince tebessüm yayılır yüze
 Lezzet yokuşunun düzüdür helva” sözleriyle helvanın önemini çok güzel bir şekilde dile getirmiştir.

Helvayla ilgili atasözlerine ” Sabırla koruk helva olur dut yaprağı atlas olur” atasözünü örnek olarak gösterebiliriz.

“Babayın helvasını ne zaman yiyeceğiz”- “Kara günde helvanı yesinler” gibi beddualar literatürümüzdeki yerini almıştır.

Ülkemizin her ilinde ”Helvacı” “Helvacıoğlu” gibi soy isimler mevcuttur. Ayrıca repertuvarımızda “helvacı”-“ helva yapsana” gibi türkülerimiz bulunmaktadır. Ben burada sizlere helvanın ülkemizin tarih ve edebi yatındaki yerini anlatmaktan ziyade, bizim köydeki değerini ve benim açımdan önemini ifade etmeye gayret edeceğim.

Bizim yörede bin dokuz yüz yetmişli yıllara kadar helva pahalı bir yiyecek olması nedeniyle ancak zengin aileler tarafından alınıp yenildiği dikkatimizi çekmektedir. Bunu gerçek hayatta yaşanmış bir hikâye ile anlatmaya çalışacağım…

Bizim komşu köylerin birinde hali vakti yerinde, maddi yönden zengin üç beş kişi, bir gün köy meydanında toplanmış, helva üzerine sohbet ediyorlarmış. Ahmet ağa helvanın baldan tatlı olduğunu söylemiş. Mehmet ağa pekmezden güzel olduğunu dile getirmiş. Hasan ağa şekerden kıymetli olduğunu ifade etmiş. O köyde oturan ve Otçu lakabıyla tanınan fakir, gariban bir vatandaş da bir köşede çömelmiş ağaların konuşmalarını diliyormuş. Otçu da gayri ihtiyari olarak bu tartışmaya katılarak “ helva baklavadan bile güzel” demiş. Otçu’nun bu sözü üzerine orada bulunan zengin tayfadan Ahmet Ağa; Otçu’yu birazda hafife alarak” sen helvayı ne zaman buldun, ne zaman yedin” diye yalanlamaya çalışmış. Otçu’da gayet mütevazı bir şekilde “Kadir Çavuş Saraçhanedeki Lordların dükkânından alıp yediydi de, ben de onun yediği helvanın kâğıdını yalamıştım” diyerek sözünü ispat etmeye çalışmış. Böylece tartışma sona ermiş. Burada Ahmet Ağa Otçu’ya baklavayı nereden buldun, ne zaman yedin diye sormuyor, helvayı ne zaman buldun, ne zaman yedin diye soruyor. Bu hikâye bize, helvanın o zamanlar baklavadan daha pahalı, daha kıymetli bir tatlı olduğunu anlatmaktadır. Yöremizdeki yaşlılardan Otçu gibi onlarca kişiyle alakalı helva hikâyesi dinledim. Dinlediğim hikâyelerin genelinde o yıllarda helvanın pahalı olduğu konusu bir şekilde ifade edildi. Şimdi bir kilo baklava parasıyla iki kilodan fazla helva alabiliriz ama helvayı eskisi gibi yiyen kalmadı. Ne fayda!

Bin dokuz yüz yetmişli yıllardan sonra teknolojinin gelişmesi sonucu helva; fabrikalarda üretilmeye başlayınca, bölgenin zengin fakir bütün kesimleri tarafından alınıp yenilebilen bir tatlı haline geldiğini görmekteyiz. Ben yetmişli yıllara tanıklık etmiş bir insanım. O tarihlerde bizim köyde nişanlarda ve cenazeler için çekilen kelime-i tevhitlerde herkese helva ikram edilirdi. Hatta nişan merasimini adına helva denirdi. Köy halkını nişan törenine davet etmek üzere görevlendirilen kişi; köydeki evleri tek tek dolaşarak örneğin” Kara Ökkeş’in kızı Elif ile Seydi Vakkas’ın oğlu Abidin’in pazar günü öğlen helvası var, buyurun” diyerek görevini ifa ederdi. Nişan töreninden iki-üç gün önce oğlan evinde beş on kadın toplanır, davetlilere yetecek kadar yufka ekmek yapardı. Şehirden alınan dört beş teneke helva ile yufka ekmekler bir gün öncesinden kız evin gönderilirdi. Kız evi gelen helvaların bir iki tenekesini nişana gelen misafirlere ikram eder, bir iki tenekesini de yakın akrabalarına dağıtırdı. Köy halkı pazar günü öğle vakti kız evinde toplanır, kız evi gelen misafirlere genellikle kuru fasulye, pilav ve helva ikram ederdi. Yemekten sonra misafirler dolaştırılan tepsiye beş on lira para atar, toplanan bu paralar ise çeyiz masraflarında harcanmak üzere doğrudan nişanlı kıza teslim edilirdi. Bu arada kız ile oğlanın yüzükleri takılır, imam efendi kuran okur, dua eder bu şekilde nişan töreni tamamlanmış olurdu. O yıllarda nişanlar doğal, insanlarımız sütten çıkmış ak kaşık kadar saf ve temizdi.

Köyde bir cenaze olduğu zaman köydeki bütün erkekler cenaze törenine eksiksiz olarak katılırdı. Cenaze namazı camide kılınır, defin işlemi mezarlıkta yapılırdı. Defin işleminden sonra üç gün süreyle köy halkı cenaze evine yemek götürürdü. Cenaze evinde üç gün süreyle hiç yemek pişmezdi. Cenaze evinde onlarca çeşit yemek toplanır, köy halkı çoğunlukla öğle ve akşam yemeğini cenaze evinde topluca yerdi. Cenaze evine dışarıdan gelen konuklar bile köy halkı tarafından evlerde misafir edilirdi. Cenazenin birinci veya ikinci günü köy halkı yatsı namazında ölen kişinin kelime-i tevhidini çekmek üzere camide toplanırdı. Yatsı namazından sonra camideki cemaat tarafın ölen kişinin kelime-i tevhidi çekilir, camiden çıkarken caminin kapısında kelime-i tevhit çekenlere yufka ekmek arasında helva ikram edilirdi. İşte böyle, bizim köyde helva tatlıdan farklı bir şeydi. Helva birlikti, helva beraberlikti.

Helvanın tüketimi yetmişli yılların sonuna doğru iyice yaygınlaştı, helva köydeki her evin kahvaltı masalarını süslemeye başladı. Çobanların ve ırgatların azıklarına katık olarak konuldu. En fakir aileler tarafından bile bayramlarda, düğünlerde misafirlere ikram edilir oldu. Böylelikle helva seksenli yılların başında eski cazibesini tamamen kaybetti.

*  *  *

Köyümüzün içindeki karlar erimiş, söğütler, kavaklar yavaş yavaş yeşermeye başlamıştı. Köy halkı artık bağ, bahçe işlerine çalışıyordu. Mart ayının son haftası mı veya nisan ayının ilk haftası mıydı bilemiyorum. Cuma günü anamın amcasının oğlu Nurettin abinin nişan helvası yenecekti. Bu nişana bizde davet edilmiştik. Anam, teyzelerim ve ninem bu nişana gideceklerini duydum. Ben de bu nişana gidip helva yemek istiyordum fakat cuma günü okulum vardı. Okula gitmesem öğretmenim bana kızardı. Nişan Eski Döngel’de olduğu için okuldan sonra oraya tek başıma gidemezdim. Çünkü Eski Döngel’in yolu çok uzak ve ıssızdı. Sabahleyin ekenden okula gidip öğretmenimden izin istemeye karar verdim. Cuma sabahı erkenden okula koşup öğretmenimden bir gün izin istedim.

Öğretmenim Ömer Bey bana: ” izini ne yapacaksın?” diye sordu.

Ben de: ” öğretmenim Eski Döngel’e helva yemeye gideceğim” dedim.

Öğretmenim:” kiminle gideceksin?”  

”Anamla, ninemle gideceğim öğretmenim” dedim.

Öğretmenim: ”geç kalma o zaman hemen git, ben çantayı İsmail’le eve gönderirim” dedi.

Ben izin alır almaz okuldan camiye doğru koştum. Öğretmenimin arkam sıra “ helvayı çok ye ha” diye bağırdığını duydum. Ben okula gelirken anam yola çıkmıştı. Caminin yanından yıldırım hızıyla koşup, Tahtalı Köprüden usulca geçip anama Öksüz Hasan’ın evinin önünde yetiştim. Nişana giden akrabalarımızla birlikte Çörten Deresinin suyunu ayakkabılarımızı çıkartarak geçtik. Sekili de beş dakika mola verip nefesimizi topladık. Göl Yerinde bağda çalışan ırgatlarla selamlaştık. Ekşilik Yokuşunu aheste aheste çıkarak, Eski Bağlığın düzüne vardık. Mezarlıkta geçmişlerimizin ruhuna bir Fatiha okuduktan sonra Eski Döngeldeki anamın Abdullah amcasının evine ulaştık. O zamanlar Eski Döngel’e araba yolu yoktu. O kadar rampa yolu yürüyerek gittiğimiz için dizlerim tutmaz olmuş, bayağı yorulmuştum. Evin duvarının dibinde bulunan bir merteğin üzerinde yarım saat kadar oturup, bir tas su içtikten sonra kendime geldim. Bu arada kadınlar evin içinde teş çalıp, türkü söyleyerek oynuyorlardı. Öğleye kadar Eski Döngeldeki arkadaşlarımdan köyün çevresindeki Adam Kalesi, Direkli Mağara, Zorkun gibi yerlerin adlarını öğrenerek vakit geçirdim.

 Öğle ezanı okundu. İmam ve cemaat namazdan sonra nişan evine geldiler. Bu arada bir toprak evin üzerine kilimler, çullar serildi. Bunların üzerine sofralar açıldı. Sulanmış yufka ekmekler sofralara dağıtıldı. Pilav ve kuru fasulye kazanları damın başına çıkartıldı. Helvalar leğenlerde ezilerek servise hazır hale getirildi. İmamın gelip sofraya oturmasıyla misafirlerin yemekleri ( kuru fasulye, bulgur pilavı ve tahin helvası) sofraya getirildi. Çocuk olduğum halde birer tabak fasulye, pilav ve helvayı tek başıma yedim. Çünkü öğretmenim bana “helvayı çok ye” diye bağırmıştı… Yemekten sonra Kuran okundu, dua edildi, yüzükler takıldı, böylece nişan töreni tamamlanmış oldu. Biz de törenin tamamlanmasından sonra gerisin geriye gittiğimiz yoldan köyümüze döndük. Pazartesi günü öğretmenim “Teyfik ne kadar helva yedin?” diye sordu. Ben de “karnım doyası yedim öğretmenim” dedim. Benim verdiğim cevap nedeniyle öğretmenimin gözlerinin içi gülüyordu. Şimdi ne öğrencisine ne yedin diye soran öğretmen, ne de köyden köye helva yemeye giden öğrenci kaldı.

İlkokul birinci ve ikinci sınıfta okuduğum yıllarda bize her gün birer tane çörek dağıtılır, biz de bu çörekleri afiyetle yerdik. Çörekleri de okulumuzun beşinci sınıfında okuyan kız öğrenciler yaparlardı. Üçüncü sınıfta ise haftada bir gün peynir, bir gün zeytin, bir gün helva, bir gün fındık, bir gün üzüm dağıtılmaya başlandı. Peynir, zeytin ve helvanın dağıtıldığı günler evden okula sulanmış birer tane yufka ekmek götürürdük. Okul Müdürümüz Mehmet Bey ikinci teneffüste sınıfa girer, herkes ekmeğini çıkartsın der, biz ekmeklerimizi çıkartıp sofra bezinin üzerine koydukta sonra, yiyeceklerimizi ekmeğin üzerine bırakırdı. Helvayı kahve fincanı büyüklüğünde bir ölçekle dağıtır, dağıtım sırası bana geldiğinde önce bir ölçek verir, sonra “ senin ki az oldu, herhalde” der, bir ölçek daha verirdi. Bende sesimi çıkartmadan bu helvayı zevkle yerdim. Benim öğretmenim bu durumdan mutlu olurdu. Ben diğer çocuklarda biraz iri yapılı olduğum için, bana bir ölçek fazladan helva verilmesini okul müdürüne öğretmenimin söylediğini düşünüyorum. O yıllar güzeldi,  o günler başka…

Öğretmenim bizi mezun ettikten sonra bir sınıf öğrenci daha okuttu. Okuttuğu öğrencilerden birinin amcası öğretmendi. Öğretmen Remzi Bey bir ziyaret sırasında yeğeni Denizhan’ın başarı durumunu Ömer öğretmenden soruyor. Ömer Bey de” başarılı “diyor. Remzi Bey “Teyfik’i tutar mı?” diyor. Ömer Bey “başarısı tutsa bile, helva yemesi yine Teyfik’i tutmaz” diyerek espriyi patlatıyor. Aradan yarım asra yakın bir zaman geçmesine rağmen bizim yörede iki insanın birbiriyle mukayese edildiği hararetli tartışmalarda “ helva yemesi Teyfik’i tutmaz” esprisi dilden dile söylenir. Ben ise bu sözden hiç gocunmaz, bilakis mutlu olurdum.

Şimdi markete gidiyorum, helvanın en kalitesini, en pahalısını alıyorum ama çocuk iken yediğim helvanın lezzetini bulamıyorum. Ayrıca doktor tahlil yapıyor, hocam şeker sınırda dikkat et diyor, hiçbir tatlıyı doyasıya yiyemiyorum.

Ben eski köyümü istiyorum.

Ben çocukluğumu istiyorum.

En kötü gününüzün helva tadında olmasını diliyorum.



***
KAMALAK KÜTÜĞÜ
Anı Hikâye

Benim çocukluğumda bizim bölgenin çocuklarını ilkokuldan sonra pek okutmazlardı. Okutmazlardı dedimse bizim köyden ortaokula giden öğrencilerin sayısı bir elin parmak sayısını geçmezdi.  Babamın da beni ortaokula göndermeye ne niyeti nede imkânı vardı. Göndereceğim dese bile buna kimse inanmaz, hatta Yahya Mehmet çocuğunu ortaokula gönderecekmiş! Diye, alay edenler bile olabilirdi. Çünkü babam bizim köyün en saf, en gariban insanlarından biriydi. İlkokul öğretmenim Ömer beyin yoğun gayretleri sonucu babam beni ortaokula göndermeye karar verdi. Öğretmenimin benimle ilgili hayali çok büyüktü. Öğretmenim ileride benim subay olmamı, Gürsel Paşa gibi kağnı tekeri kadar şapka takmamı istiyordu. Yanında kalacak bir yakınım olmadığı için şehirde (Kahramanmaraş’ta) okuma şansım yoktu. Bu nedenle babam beni komşu köyümüz Tekir’de bulunan ortaokula kayıt ettirdi. Benim ortaokula kayıt olmam ilkokul arkadaşlarım arsında, hatta bütün köyde büyük yankı uyandırdı.

Ortaokulda okuyacağım Tekir Köyü; buz gibi akan kaynak suları, yaz mevsiminde serin olan havası, coğrafi konumunun güzelliği, kırmızı benekli alabalığı ve kuzu etlerinin lezizliğiyle bölgemizin önemli bir turizm merkezi sayılıyordu. O zamanlar Tekirde şehirlerarası yolcu taşıyan otobüslerin mola verdiği altı adet lokanta, ekmek üreten üç tane fırın, beş tane kasap, dokuz tane bakkal ve değişik alanlarda ticari faaliyet gösteren otuzdan fazla iş yeri bulunuyordu. Ayrıca ortaokul, sağlık ocağı, orman fidanlığı, jandarma karakolu, ptt gibi birçok kamu kurumu vardı. İç Anadolu’yu Akdenize bağlayan karayolunun Tekirden geçmesi nedeniyle her gün yüzlerce otobüs Tekirde mola veriyordu. Günde binlerce insanın yolculuk nedeniyle buraya uğraması Tekiri cazibe merkezi haline getiriyordu. Tekir o günkü şartlarda pek çok ilçeden gelişmiş durumdaydı. Tekirde ortaokulun bulunması hem Tekir, hem de komşu köylerin çocukları için önemi bir avantaj sağlıyordu. Bende Tekir Köyü Ortaokuluna kayıt olarak bu avantajdan yararlanmış oldum.

O sene bizim köyden üçüncü sınıfta üç, ikinci sınıfta iki ve birinci sınıf okuyan bir(ben) kişi olmak üzere toplam altı kişi ortaokula gidecektik. On dört eylül pazartesi günü okullar açılacaktı.  Babam beni ihtiyaçlarımı almak için cumartesi günü şehre götürdü. Belediye çarşısındaki bir mağazadan bana bir takım elbise, iki gömlek, bir kravat ve bir de kundura aldı. Elbiseleri deneme amacıyla giyince bile dünyalar benim olmuştu. O gün benim gibi binlerce öğrenci okul ihtiyacı için mağazalardan alış-veriş yapıyorlardı. Mağazanın tezgâhtarları elbiseleri güzelce paketleyip çantayla elime verdiği halde ben çantaları kucağımda taşıyordum. Şehirdeki işlerimizi bitirince, köy postasına binip akşamüzeri köyümüze döndük.  Elbiseleri annem görsün diye akşam yeniden giyindim. Ben kravatı takınca anamın sevinçten gözlerinden yaş geldi. Babamın da gözlerinin dolduğunu fark ettim. O akşam anam, babam, kardeşlerim ve ben anlayacağınız ailecek hepimiz çok mutlu olduk.  Kunduralarımı toz olmasın diye anamın çehiz sandığına sakladım. Elbiseyi ve gömlekleri mağazadan verilen askıya güzelce yerleştirip itina ile kapının arkasındaki çiviye astım. Üzerine de beyaz bir bez örttüm. Nasıl seviniyordum, dünyalar benim oluyordu. Yatağa yattım,  heyacandan gözlerime uyku girmedi. Bir gün sonra ortaokul üçüncü sınıfta okuyan Mehmet Purtaş’ın yanına gittim. Mehmet Purtaş ortaokulda okuyan bütün arkadaşları köy meydanına topladı. Okulla ilgili neler yapacağımızı biraz konuştuktan sonra, bir gün sonra saat yedide Yarma Durağında bir araya gelip, okula topluca gitmeye karar vererek dağıldık. Ben hemen eve gittim. Akşam yemeğini yedim. Arkadaşla konuştuktan sonra önceki akşama göre heyecanım biraz azalmıştı. Yatağa yattım. Babam beni sabah ezanı okunurken uyandırdı. Annem kahvaltımı hazırladı. Kahvaltımı acelece yapıp güneş doğmadan Yarma Durağına koştum.
Yarma Durağına ilk önce ben varmıştım. Biraz sonra diğer arkadaşlarda geldiler. Asfalttan Tekir istikametine doğru yürümeye başladık. Gittiğimiz yolun sağ tarafı Alaçayır Deresi, sol tarafı Kasımoğlu Tepesiydi. Alaçayır Deresinin etrafı çınar ağaçlarıyla kaplıydı. Dereden akan az miktardaki su yüzümüzü serinletirken, Kasımoğlu Tepesindeki çam ağaçlarının gölgesi içimizi ferahlatıyordu. Yoldan aşağıya, yukarıya doğru giden arabalar sabah sessizliğini ziyadesiyle bozuyordu. Özellikle rampaya yukarı giden yüklü kamyonlar bizimle yürüme yarışına girmişçesine çok yavaş ilerliyorlardı. Biz yolun banketinde hızlıca ilerlerken, yol kenarında karşımıza çıkan küçük kebap lokantalarının o saatteki ıssızlığı dikkatimizi çekiyordu. Alaçayır’a vardığımızda evlerin önündeki elma bahçeleri ve yolun alt tarafında kalan üzüm bağları bölgenin güzelliğine adeta ayrı bir hava katıyordu. Ben daha önce sapa bir yerde olduğu için ortaokul binasını hiç görmemiştim. Ortaokulun üç katlı kocaman bir binasının olacağını tahmin ediyordum. Çünkü Maraş’ta yatılılık sınavına girdiğimiz ortaokulun binası kocamandı. Bana göre Tekirde de öyle devasa bir ortaokul binası olmalıydı. Yolculuğumuz hızlı bir tempoyla devam ederken birden bire Ak Gedik Tepesine çıktığımızı fark ettim. An itibariyle yolun yokuş olan kısmı bitmiş iniş kısmı başlamış oluyordu. Yolun iniş kısmı da beklediğimden kısa sürdü. Rampanın sonuna geldiğimizde Karayolları Binasının önünden sol tarafa dönüp asfalt yoldan ayrılarak tali bir yolla Tekir köyünün içine girmiş olduk. Kimisi çatılı kimisi toprak köy evlerinin arasından bir yay çizerek ilerleyip biraz sonra kubbesi ve minaresi olmayan yeşil boyalı bir camiye ulaştık. Arkadaşlar okula geldik dediler, ben önce inanmadım fakat caminin giriş kapısının sağ tarafındaki küçük odanın kapısındaki müdür levhası gözüme takıldı. Başımı çevirdiğimde caminin sol tarafındaki bahçede bekleyen yirmi kadar öğrenci olduğunu gördüm. Bahçenin sağ üst köşesindeki direkte şanlı bayrağımız nazlı nazlı dalgalanıyordu. Vardığımız yoldan sola dönüp beton merdivenden altı yedi basamak aşağı indiğimizde caminin bodrum katındaki ahşap kapıların üzerindeki sınıf isimlikleri buranın bir okul olduğunu ispat etmeye yetiyordu. Okuyacağımız sınıfın kapısından içeri girdiğimde normal bir sınıfın yarısı kadar olmadığını gördüm. Hayal ettiğim ortaokulla, okuyacağım ortaokul arasında dağlar kadar fark vardı. İlk gün ilk dakika müşahade ettiğim bu manzara karşısında hayali hüsrana uğradım. Yapacak bir şey yoktu, her şart altında burada okumak zorundaydım
Okul Müdürü ve öğretmenler gelen öğrencileri toplayıp, küçük bir açılış töreni yaptılar. Törenden sonra sınıflara girdik. Sınıfta alacağımız ders kitaplarının listesini yazdık, arkadaşlarımızla ve öğretmenlerimizle tanıştık öğle vakti olunca, öğle sonunu beklemeden köyümüze döndük. Sınıfımızdaki arkadaşlarımızın çoğunu önceden tanıyordum, bu nedenle; ilk gün hiç yabancılık çekmedim. Böylece ortaokul hayatına başlamış oldum. Her gün altı kilometre yolu yaya olarak geliyor, yaya olarak gidiyorduk. Yaşantımız zahmeti, günlerimiz mutlu geçiyordu. Öğretmenlerimiz bizim başarılı olmamız için imkânlar dâhilinde her türlü gayreti sarf ediyorlardı.

Güz mevsimi gelmiş, çınar yaprakları gazel olmaya, üzüm bağlardaki son yeşil yapraklarda sararmaya başlamıştı. Koyun Oluğu ve Deli Höbek Tepelerinde yılın ilk karı azda olsa kendini göstermişti. Bu arada köylülerin bir kısmı mahserede pekmez kaynatırken bir kısmı da köye yakın ormanlardan eşek, katır ve beygirlerle kışlık odun getiriyorlardı. Artık Tekir’e kar yağması an meselesiydi. Okulumuzun yakınında bulunan Kadir Alinin değirmenin önü zahirelik buğdaylarla dolup taşıyordu.  Biz okula gitmek için erkenden yola çıktığımız için kabanlarımızı giymeye başlamıştık. Bu arada okulumuzda odun kömür gibi kış tedariklerinin yapıldığı nazarı dikkatimi çekiyordu. Muhtemelen kasım ayının ilk haftası Cuma günüydü. Bayrak Töreninden sonra Müdür Yardımcımız Cemal Çiçek “ ismini okuduğum yirmi öğrenci burada kalsın, diğerleri gidebilir” diye bir duyuru yaptı. İsmini okuduğu öğrencilerden biride bendim. Diğer öğrenciler dağıldı. Biz okulun bahçesinde kaldık. Ben o sırada herhalde bize okulun odununu kırdıracaklar diye düşündüm.
Müdür Yardımcımız Cemal Çiçek hoca bizi bir sınıfta topladı. Bize hitaben” Arkadaşlar beni iyi dinleyin. Pazartesi günü lokantaların oradaki DSİ’nin yaptırdığı havuzun açılışı yapılacak. Havuzun açılışına vali bey ve bütün il protokol üyeleri katılacak. Ayrıca Tekirden ve civar köylerden çok sayıda vatandaşında katılacağı tahmin edilmektedir. Sizlerde bu açılış töreninde İstiklal Marşımızı okuyacaksınız. Bu nedenle hafta sonu makasla tıraşınızı olun, gömleğinizi, pantolonunuzu güzelce ütületin, bizi amirlerimize karşı mahcup etmeyin!” şeklinde hamasi bir konuşma yaptı. Bu konuşmanın akabinden bizde okuldan ayrılarak evimize gittik.

 İstiklal Marşı okuyacak yirmi öğrenci arasına seçildiğim için sevinçten göklere uçacaktım. Gelgelelim evimizde ütü yoktu. Ütü olsa bile anam ütü yapmasını bilmezdi. Ütü konusundaki bu sorunu nasıl çözecektim. Bu sorunu giderme konusunda kara kara düşünmeye başladım. Ütü yaptırmak için cumartesi günü Maraş’a gitsem ütüyü nerde yaptırabilirdim. Ütüyü yaptırsam ne kadar ücret alırlar gibi onlarca soru zihnimi kurcalıyordu. Zihnimi kurcalayan sorulara bir cevap bulamadan biraz sevinçli, biraz hüzünlü vaziyette akşam ezanından önce evimize intikal ettim. Babam kışlada davarlarımızın yanında olduğu için zaten evde yoktu. Anam lisanı halimden benim bir sıkıntımın olduğunu anladı. Akşam yemeğinden sonra anam bana dönerek” oğlum! Arkadaşlarınla kavga mı ettin?  Hocaların mı dövdü? Harçlığın mı yok? “ gibi bana peş peşe onlarca soru sordu. Ben de anama ütü meselesini anlattım. Anam” sıkıntı etme oğlum, ütüyü Hacer ablan yapar” dedi.  Anamdan bu sözü duyduğumda mutluktan dört köşe oldum. Hacer abla; en yakın komşumuzdu. Anamdan farkı yoktu. Eşi Mehmet abi orman bekçisiydi. Yabancı olduklarından dolayı sürekli olarak bizim eve gelir giderlerdi. Hatta evleri ıssız bir yerde olduğu için Mehmet abinin olmadığı geceler bizim evde yatarlardı.
Anam akşamdan pantolonumu, gömleğimi bir leğenin içinde elleriyle yıkayarak dışarı astı. Sabahleyin kuşluk vakti olunca elbiseler kurudu. Pantolonu ve gömleği elime alarak Hacer ablanın evine kadar koştum. Hacer abla ben daha söylemeden vaziyeti anladı. “Hoş geldin oğlum, derslerin nasıl? bir ihtiyacın var mı?” gibi sorular sorarak benimle biraz konuştuktan sonra ütü işine başladı. Önce ranzanın altından ütüyü çıkarttı. Ütünün içine sobadan maşayla aldığı közleri koydu. Ütü ısınca dışarıdan getirdiği ekmek tahtasının üzerine bir çarşaf sererek götürdüğüm elbiseleri dikkatlice ütüledi. Ben Hacer ablanın ütü yaparken her hareketini fotoğraf gibi çekiyordum. Doğrusu o güne kadar ütü yapan bir insan görmemiştim. Ütü denen o sihirli aleti de bir defa bir öğretmenin evinde görmüştüm. Hacer abla ütü işini tamamladı, bana bir miktarda harçlık verip, elbiselerini her hafta ütülerim oğlum diyerek uğurladı. O günkü komşuluklar farklıydı, komşuluk ilişkisi akrabalık ilişkisi gibiydi. O yılları özlüyoruz ama elimize geçmiyor.

Ütü işi tamamlanmış iş tıraş olmaya gelmişti. Elbiseleri eve bıraktıktan sonra tıraş olmak için Bakkal Haydar’ın yanına gittim. Haydar abi hem bakkallık hem de berberlik yapardı. (Berberlik yapardı derken, tıraş makinesi, makas gibi birkaç malzemesi vardı. Amatör olarak bakkalın içindeki boş bir köşede insanları tıraş eder, cüzi miktarda bir tıraş ücreti alırdı. Öyle çıraklıktan yetişmiş usta bir berber değildi. Ama her halükarda köyün berber ihtiyacını karşılamış olurdu.) Haydar abi beni güzelce bir tıraş etti. Böylece törenle ilgili hazırlıkları bitirmiş oldum.

Pazartesi günü elbiselerimi giyerek erkenden okula gittim. Müdür yardımız Cemal beyin nezaretinde küçük bir tören provası yaptıktan sonra açılışın yapılacağı alana doğru hareket ettik. Açılışı yapılacak havuz Tekir’in lokantalarının olduğu mevkii de buluyordu. Tören alanı varıp yerimizi aldık. Bizim vardığımızda binlerce insan tören alanını doldurmuştu. Tekir’in yağız delikanlıları coşkuyla halay çekiyordu. Jandarmalar havadan kuş uçurtmayacak şekilde çok sıkı güvenlik tedbiri almışlardı. Törende kullanılmak üzere şehirden ses ve hoparlör sistemi getirilmişti. Misafirlerin oturması için getirilen deri koltuklar bir nizam dâhilinde dizilmişti. Tekir İlkokulundan görevli bir öğretmen törende sunuculuk yapıyordu. Sunuculuk yapan öğretmenin okuduğu kahramanlık şiirleri halkı coşturuyordu. Bu sırada İl Müdürleri tören alanına gelerek yerlerini almaya başladılar. İl Milli Eğitim Müdürü tören alanındaki yerine oturmadan önce yanımıza gelerek bizleri onurlandırdı. En son önünde bayrak asılı, kırmızı plakalı siyah renkli lüks bir araba tören alanına geldi. Arabanın içinden kimse inmeden program sunucusu öğretmen” Sayın Valimiz teşrif etmişlerdir, hoş geldiniz diyor, saygılar sunuyoruz” şeklinde anons yapmaya başladı. Bu sırada Vali Bey alkışlar arasında arabasından inerek tören alanındaki yerine oturdu.

Vali Bey tören alanındaki yerini aldıktan sonra, program hemen başladı. Sunucunun anonsuyla şehitlerimiz için yapılan saygı duruşundan sonra, biz coşkuyla İstiklal Marşımızı okuduk. Ses sisteminin de güçlü olmasından dolayı sesimizden yerler gökler inledi. Daha sonra köy muhtarı köy halkı adına kısa bir teşekkür konuşması yaptı. Köy muhtarı konuşurken konuşma kürsüsünün biraz yüksek olduğu fark edildi ise de telafisi konusunda bir müdahale yapılamadı. Devlet Su İşleri Bölge Müdürü kürsüye gelerek havuzun genişliği, hacmi, derinliği ve maliyeti konularında teknik bir konuşma yaptı. DSİ Bölge Müdürü uzun boylu olduğu için konuşma kürsüsünün azizliğine uğramadı. Vali Beyin ismi anons edildiği sırada bir vatandaş Turistik lokantasının duvarının dibinde dizili duran kütüklerden yaklaşık elli santim çapında, otuz santim yüksekliğindeki bir kamalak (sedir) kütüğünü kucaklayarak hızlı bir şekilde konuşma kürsüsünün arkasına bıraktı. Vali Bey konuşmasını bu kamalak kütüğünün üzerinden yaptı. Vali Bey havuz, içme suyu, yol ve benzeri hizmetlerin devletin temel görevi olduğunu örnekler vererek edebi bir şekilde ifade etti. Vali Beyin konuşması tören alanında bulunan vatandaşlar tarafında dakikalarca ayakta alkışlandı. Ben bu esnada Vali Beyin karşılanması, oturması, konuşması sırasında görmüş olduğu saygıdan ve özelliklede konuşurken kamalak kütüğü getirilerek gösterilen iltifattan dolayı ileride vali olmaya çoktan karar vermiştim bile. Havuza su akıtacak kanalın savakları protokol üyeleri tarafından yukarı kaldırılarak açıldı ve havuza su akmaya başladı. Böylece açılış programı bitmiş oldu.

Bizde verilen görevi eksiksiz olarak yerine getirmenin sevinciyle Müdür Yardımcımız Cemal Çiçek beyin nezaretinde okulumuza doğru yürümeye başladık. Ben Cemal hocama” hocam inşallah bende ileride bir gün kamalak kütüğüne çakacağım” dedim. Cemal Hoca önce benim ne demek istediğimi pek anlayamadı. Bana dönerek ne demek istediğimi sordu. Bende bizim bölgede sedir ağacına kamalak dendiğini, Vali Beyin üzerine çıktığı odun parçasına da kamalak kütüğü denildiğini izah ettim. Hocam espiriyi anlayınca dakikalarca güldü. Bana da inşallah sende vali olursun temennisinde bulundu. Bu sırada yolculuğumuz bitmiş, okulumuza varmıştık. Okul Müdürümüz Bekir bey göstermiş olduğumuz başarı nedeniyle bizlere birer tane tükenmez kalem hediye ederek ödüllendirdi.

Cumali dayım yaş olarak benden birkaç ay küçük olup, milli güreşçi olduğu için on yedi yaşında Malatya Şeker Kulübün de maaşlı olarak çalışmaya başlamıştı. Bende aynı yıl üniversiteye kayıt olmuştum. Dayım bir telefon görüşmemizde tatilde Malatya’ya gel de sana biraz kıyafet alalım dedi. Bende bunun üzerine yarıyıl tatili başlayınca memlekete gitmeden doğrudan Niğde’den Malatya’ya gittim. Dayım bekar olduğu için şeker fabrikasının pansiyonunda kalıyordu. Beni de kaldığı yerde misafir etti. Sabahleyin kahvaltımızı yaptık. Cemal Çiçek hocamın Malatya İmam Hatip Lisesinde müdür olduğunu duymuştum. Dayımla beraber Cemal Hocayı ziyarete girdik. Özel kalem haber verdi. Cemal hoca bizi içeriye aldı.  Ben Cemal Hocanın mimiklerinden beni hatırlamadığını hissettim. Öpmek için eline sarıldım, elin vermek istemedi. Kendi vermek istemese de elini zorla öptüm. Cemal Hocamın beni tanımaması da normaldi. Ben ortaokulda kısa boylu küçük bir çocuk olduğum halde, ziyarete gittiğimde, bir seksen beş boyunda, doksan kilo ağırlığınca bir gençtim. Cemal Bey mahcup bir vaziyette bana” bey efendi siz kimsiniz “diye sordu. Ben de; Tekir Ortaokulundan Teyfik hocam dedim. Hocam bu sırada gözyaşlarını tutamadı, ayağa kalkarak bana sarıldı. Bende kendine sarıldım. Dakikalarca ağladık. Elimizi, yüzümüzü yıkayıp gözyaşlarımızı sildikten sonra kendisiyle dayımı da tanıştırıp muhabbete başladık.

Cemal hocam bana ne iş yaptığımı sordu. Bende Niğde Eğitimde öğrenci olduğumu söyledim. Cemal hocam” kamalak kütüğüne çıkmasan bile boş ver öğretmen olmayı hak etmişsin “diyerek espriyi patlattı. Bize çay kahve ikram etti. Saatlerce sohbet ettik. Bizi öğle yemeği için evin götürüp misafir etti. Eşi ve çocuklarıyla tanıştırdı. Yemekten sonra bizi gideceğimiz yere  doğru hayır dualarıyla uğurladı.

Aradan kırk yıldan fazla zaman geçmesine rağmen Cemal Hocamla hala yılda birkaç kere görüşürüz. Her görüşmemizde Kamalak kütüğü esprisini hatırlar dakikalarca gülüşürüz.



***
KÜÇÜK KUZU

Çocukluk yıllarım doğduğum köy Döngel’de geçti. Döngel; göklere yükselen karlı dağları, buram buram sümbül kokan yaylaları, balta girmemiş ormanları, buz gibi akan pınarları, milattan on altı bin yıl öncesine ışık tutan tarihi kalıntıları ve burada zikredemediğim birçok farklı güzelliğiyle dünyanın saklı cennetlerinden bir köşedir. O yıllarda köyümüzün halkı hayvancılık, ormancılık ve kısmen de çiftçilikle geçinirdi. Benim ailemin de geçim kaynağı hayvancılıktı.

Ben ise eğitim öğretim döneminde okula gider, yaz tatilinde ise oğlak veya davar güderek yani çobanlık yaparak aile bütçemize katkı sağlardım. Köyümüzün ilkokul binası yetersizdi. Bu nedenle okula öğleye kadar veya öğleden sonra giderdik. Okuldan geldikten sonra çantayı bir köşeye atar, önlüğü bir yere fırlatır, yemek bile yemeden cebimize biraz kuru üzüm veya biraz tahrana koyar hızlıca sokağa koşardık. Sokakta arkadaşlarımızla toplanır mevsimin, iklimin şartlarına göre oyunlar oynardık. Oyun oynadığımızı öğretmenlerin görmemesi için genelde ıssız sokakları, kuytu yerleri seçerdik. Hava yağmurlu ise bir evin sofasının altında gülle oynar, hava güneşli ise Kızılburun Tepesinden aşağıya doğru kağnıya binerdik. Kar yağdığı günlerde ise bazen kızağa biner, bazen de köyün yakınlarında teksaçma tüfeklerle avcılık eğitimi yapardık. Çelik çomak, beş taş, yakan topu, birdirbir, mendil saklambaç günlük olarak oynadığımız rutin oyunlardı. O günler çok güzeldi, her günümüz bayram günü gibi geçerdi.

Köyümüzün akşamları anlatmak için kelimeler kifayetsiz kalır. Yaşamak gerekir desem, artık yaşama şansımızda kalmadı. O zamanlar köyümüzde elektrik, telefon, şebeke suyu gibi hiçbir alt yapı tesisi yoktu. Evlerin ihtiyacı olan su köyün meydan çeşmesinden getirilir, çok acil durumlarda telefon görüşmesi 6 km ilerideki Tekir Jandarma Karakolundan yapılır, aydınlatma işi evlerde bulunan idare veya gaz lambalarıyla sağlanırdı. Lambaya konacak gaz bulunmadığı günlerde çam çırasının ışığında otururduk. Köyümüzde mahallenin adına oba denirdi. Her obanın bir aksakallısı, her aksakallının da bir misafir odası bulunurdu. Misafir odaları yetmiş sekseksen metre kare bu günkü küçük konferans salonu büyüklüğünde yerlerdi. Bir misafir odasında aynı anda seksen doksan kişi ağırlanabilirdi. Bizim obanın aksakallısı dedemin abisi Tatar Kocaydı. Ben ona Tatar Koca yerine dedemin kardeşi olması münasebetiyle sürekli olarak Tatar Emmi derdim.

Hemen hemen her akşam, akşam yemeğinden sonra Tatar Emminin odasına koşardım. Koşardım derken annem, babam ve kardeşlerim topluca giderdik. Tatar Emmi misafir odasının arka tarafında üzeri yün döşek serili bir sedirin üzerinde sırtını halı yastıklara dayayarak otururdu. Odaya gelen misafirler gider önce Tatar Emminin elini öper, sonrada Tatar Emminin gösterdiği yere otururlardı. Misafir odasının içinde kadınları, erkeklerin çocukların oturacağı yer gizli bir kurala göre önceden belliydi. Örneğin ben çocuk olduğum için sürekli giriş kapısının arkasında otururdum. Tatar Emmiyi ayağındaki kalınca kahverengi kumaştan yapılmış şalvarı, yakasız beyaz gömleği, gömleğin üzerindeki siyah cepkeni cepkenin cebinde madalya gibi duran köstekli saati ve başındaki kocaman sarığıyla gördükçe sosyal bilgiler kitabında resimlerini gördüğüm Osmanlı padişahlarının vezirlerine benzetirdim. Akrabam olduğu içinde onunla daima gizli gizli gurur duyardım. Tatar Emminin odası akşam namazından yarım saat sonra ağzına kadar dolardı. Geç kalanlar çoğu zaman oturacak yer bulamazdı. Tatar Emmi bazen Battal Gazi’den,  Hz Ali’den cenkler anlatır, bazen Karacaoğlandan, Dadaloğlundan türküler söyler, kimi zamanda kendinin pehlivanlık, avcılık, seyahat anılarını anlatırdı. Tatar Emmi konuşurken kimsenin ağzından çıt çıkmadığı gibi anlattığı olaylardan etkilenip hıçkırarak ağlayanlar olurdu. Tatar Emmi Battal Gazi’nin cengini anlatırken ben Tatar Emminin Malatya’nın fethinde Battal Gazi’yle birlikte savaştığına inanmıştım. Tabi ki Tatar Emminin odasında her gün sadece kendisi konuşmaz, başka konuşanlar da olurdu. Bu konuşan kişiler genellikle cin, şeytan, peri gibi konularda mahalli masalları anlatılırdı. Arada bir sıra türküsü söylendiği de olurdu. O günkü misafir odaları bu günkü kültür mekezlerinin gördüğü işi fazlasıyla yerine getirirlerdi. 
Bir gün Tanır köyünden gelen yabancı bir adam dedemin babası Tatar Osman’ın gece Döngel Mağaralarından geçerken bir oğlak gördüğünü, oğlağı kucağına alıp severken oğlağın ağzına öykündüğünü, baktığında oğlağın burnunun olmadığını, oğlağın cin olduğunu anlayıp bismillahirrahmanirrahim diyerek taşa çaldığını, oğlağın bir anda ortalıktan kaybolduğunu anlatmıştı. Ben bu olaydan çok korkmuştum. O gece ninemin yanında yatmıştım. Tatar Emminin evinde gelen misafirlere günlük çay, kömbe, tarhana, kuru üzüm gibi yiyecekler ikram edilir, saat on gibi, çağla herkes evine dağıla denir, bir gün sonra toplanmak üzere evlere gidilirdi. Tatar Emminin aile efradı gelinleri, kızları, torunları günlük olarak ağırlanan bu misafirler için öf bile demezlerdi. Misafire hizmet etmekten zevk alırlardı. O günler bereketli günlerdi. O günler hürmetli günlerdi…

Bizim davarlarımız kışın Yeşilgöz yakınlarında kışla adını verdiğimiz barınakta kalırdı. Haziran ayı geldiği zaman da ailemize ait Mağaralı Yaylasına göçerdik. Ortaokul birinci sınıfta okuduğum sene bizimkiler Haziran ayını beklemeden nedense mayıs ayının ortasında erkenden yaylaya göçtü. Ben köyde dedemin yanında kaldım. Ortaokul Tekirde olduğu için her gün arkadaşlarımla Tekire yaya olarak gidip geliyordum. Haziranın ortasında okul bitti, karneleri aldık. Ben zaten yaylaya gitmeyi anneme kardeşlerime kavuşmayı iple çekiyordum. Derslerimde fena sayılmazdı. İngilizceden bütünlemeye kalmıştım. Babamın bu durumu hoş görüyle karşılayacağını tahmin ediyordum.  Neticede öylede oldu. Cumartesi günü babam beni yaylaya götürmeye geldi. Ben sevinçten göklere uçuyordum. Anneme kavuşacaktım, kardeşlerime kavuşacaktım, sümbüle, menekşeye, güle kavuşacaktım…

Babam ile birlikte yolculuk hazırlıklarını yaptık, ikindi namazından az sonra atlara binerek yola koyulduk. Döngel’i Tekir’e bağlayan en kısa patika olması münasebetiyle rotayı Koyun Yolundan çizdik. Köyün çıkışından itibaren yolun etrafı minare yüksekliğindeki çam ağaçlarıyla doluydu. Çam ağaçlarının arasındaki tesbiler çiçek açmış, açan çiçeklerin mis gibi kokusu bizi mest ediyordu. Babamla hem ata binme teknikleri üzerine sohbet ediyorduk, hem de babam bindiğim atın yularını sağlam tutmam hususunda beni ikaz ediyordu. Ayrıca okulda, köyde, yaylada ve her yerde büyüklere karşılı saygılı olmam hususunda bana nasihatte bulunuyordu. Çam ormanlarının arasındaki gittikçe yükselen kıvrım kıvrım yollardan geçerek Dikili Taş’a, oradan da Karga Sekmez tepesine kavuştuk. Karga Sekmez tepesinden kuzeye baktığımda Tekir Köyü bütün ihtişamıyla bir kartpostal gibi görünüyordu. Babam at üzerinde binili olmasının avantacıyla yolun sağında, solunda gördüğümüz veya karşıdan gelen insanları savaş kazanmış bir komutan edasıyla selamlıyordu. Tepeden aşağıya doğru döndüğümüzde atlarımız iyice hızlandı. Arkıtça çayını sığ bir yerinden geçip, Tekir Karakolunun önünde asfalt yola kavuştuk. Tekirdeki lokantaların anons sesleri anlaşılır şekilde duyulmaya başladı. Bir iki dakika sonra bizde Tekirin çarşısı konumundaki lokantalar bölgesine vardık. Atlarımızı bir çınar ağacına bağlayıp Murat Remzi’nin Bakkalından alış veriş yapmaya başladık. Babam evin çay, seker, helva, tuz gibi ihtiyaçlarını aldı. Ben de babama fark ettirmeden cebimdeki en son harçlığımla kardeşlerime hediye olarak bir kilo pijamalı şeker aldım. Aldığımız yiyecekleri atların terkisinde bulunan heybelere doldurup atları bağladığımız yerden çözerek yolumuza revan olduk.

Tekirin çıkışında Yusuf Mehmet’in lokantasının yanından sağ tarafa dönüp Tekir Çayını Muratlar Köprüsünden geçerek Tekir’i Yeşilgöz’e bağlayan stablize yola doğru hızla ilerlemeye başladık. Benim binili olduğum amcamın atı dizginini bıraksam dörtnala kalkacak belki de beni üzerinden gökyüzüne fırlatacak gibi hızlı hareket ediyordu. Gittiğimiz yolun sağ tarafı ardıç ormanlarıyla kaplı Kurubel Dağı, sol tarafı Tekir Suyuydu. Tekir Çayında zıplayan kırmızı benekli alabalıklar, acayip acayip ses çıkaran kurbağalar,  sol tarafta ardıçların içinden uçuşan serçeler, rengâ renk ardıç kuşları, tarlaların kenarındaki kavakların başına yuva yapmış kargalar ilk etapta gözümüze çarpan güzelliklerdi. Kara Ağaç mevkiine vardığımızda ekin tarlalarının alt kısımlarındaki çayırlıklardan tırpanla ot biçen çiftçiler, bor kalmış tarlalarda inek otlatan küçük çocuklar, karşı tarafta fasulye çapalayan kadın işçiler sanki cansız topraklara can veriyorlardı. Saman Taşına ulaşınca vurduk atlarımızı sağ taraftaki hırçın dağlara. Atlarımız ardıç ormanlarının içindeki rampalı virajlı patika yollarda ilerlerken rakım yükseliyor, rakım yükseldikçe ardıç ağaçlarının yerini meşe, şimşir, diken ağaçları alıyordu. Yolun taşlı olması atların yürümesini oldukça zorlaştırıyor, nallardan çıngı çıkıyordu. Ormanların içinden aniden çıkan bir sincap veya tilki yavrusu atlarımızın ürkmesine neden oluyordu. Özellikle benim kilomun hafif olmasından dolayı düşme tehlikesi geçiriyordum. Bu arada atlar acıkmış olmalı ki yolların kenarındaki dağ yoncası, üçgül gibi güzel otlara saldırıyorlardı. Biz böyle meşakkatli bir yolculuktan sonra akşam ezanı vakti Sakız Boynuna intikal etmiş olduk.

Sakız Boynunda Çavuş Hüseyin’in çadırı vardı. Çavuş Hüseyin’in hanımı merhum Zekiye teyze yolumuzu kesti. Bizi akşam yemeğine davet etti. Babam geç kaldığımızı beyan ederek yemek davetini kabul etmedi. Bunun üzerine Zekiye teyze bize birer tas ayran ikram etti. Buz gibi keçi yoğurdundan yapılmış ayranımızı içtikten sonra yolumuza devam ettik. Yükseklik iyice artmış olmalı ki sedir, göknar  gibi yayla ağaçları kendini göstermeye başladı. Arıtaşı’na vardığımızda sağ tarafta ikiz kuleler gibi göklere yükselen Sulu Delik kayası ile Kuzgun Kayası muhafız askerler gibi bütün heybetleriyle Yeşilgözü selamlıyorlardı. Yaylamıza kavuşmak için son dönemece varmıştık. Arıtaşından sonra beş dakika daha ilerleyince çadırımızdan (yurdumuzdan) sesler gelmeye başladı. (Bizim köyde konulup göçülürken çadır kurulan yerlere yurt denir. Bu durum yer isimlerine de yansımış olup köyümüzde Baş Yurt, Faralı Yurt gibi yayla isimleri bulunmaktadır.) Nihayet uzun bir yolculuktan sonra yatsı ezanından önce yurdumuza kavuştuk. Ben hızlıca attan indim. Attan iner inmez iki aydır hasret kaldığım anamın yanına gidip ellerinden doya doya öptüm. Anamın gözyaşları benim gözyaşıma karıştı. Dakikalarca sevinç gözyaşları döktük. Kardeşlerim Adem ve Rıdvan’la defalarca kucaklaşarak hasret giderdik. Kardeşlerime  Tekir’den aldığım şekerleri ikram ettim. Akşam yemeğimizi yedik, çayımızı içtik ve ben çok yorgun olduğumdan oturduğum yerde uyumuşum.

Sabahleyin  gün doğmadan evvel uyandım. Cıvıl cıvıl kuş seslerinin eşliğinde çevreyi dolaştım. Derin esiklerin içine dolan kar kütleleri halen erimemiş, pınarlardan akan suları oluklar almıyordu. Kar altından yeni yeni çıkan sümbüllerin, çiğdemlerin, papatyaların, menekşelerin kokusu metrelerce öteden duyuluyordu. Sabah kahvaltısı için bizim çadıra elli adım mesafede bulunan amcamın çadırına gittim. Amcamın hanımı Arzu yengemin elini öptüm, amcamın çocuklarıyla kucaklaştık, sarıldık, birlikte kahvaltı yaptık.  Misafir olduğum için o gün bana hiçbir iş yaptırmadılar. Amcamın oğlu İsmail oğlak gütmeye, babam davar gütmeye gitmişti. Kuşluk vakti oğlaklar davarlar geldi; sütler sağıldı, yayıklar yayıldı; sabah seansında yapılacak işler tamamlandı. Kardeşlerim ve amcamın çocuklarıyla çelik çomak, çor gibi oyunları doyasıya oynayarak hoşça vakit geçirdik. Mutlulukta zirveye ulaştığım ilk gün birden akşam oluvermişti. Akşam erkenden uyudum. Çünkü sabahleyin davar gütmeye gidecektim.

Sabah erkenden uyandım. Davarı Keş Dağı istikametine hareket ettirdim. Sürümüzde üç yüzden fazla keçi vardı. Keçilerin boğazındaki takırdak, tıkırdak, tokurdakzil gibi çeşitli ebatlarda ve her biri ayrı ayrı sesler çıkaran çanlar tan vaktinin sessizliğine ayrı bir hava katıyordu. Ben sürünün peşi sıra gidiyorum. Davalarımız çakşır, kenger, üçgül, çiriş, beze gibi adını sayamadığım binlerce otsu bitkinin en tazelerini yiyerek menziline doğru ilerliyordu. Kar suyu akan derelerden, keklik öten tepelerden, sümbül kokan koyaklardan geçerek Aşağı Keş Dağının düzlüğüne ulaştık. Keçilerimiz ipi kopmuş bir tesbihin taneleri gibi Keş Dağının yöreblerine dağılarak yayılmaya başladı. Ben de yüksek tepelerde kaval çalan çobanların müziğini dinledim. Kara Yakup Pınarının ardıç oluğundan buz gibi akan sulardan üç avuç  içtim. Güneş vurup kayaların gölgesi kısalmaya başlayınca davarları geldiğimiz yöne çevirip yurdumuza doğru ilerlemeye başladım. Gelip geçtiğimiz dağlarda, tepelerde, derelerde gördüğümüz çiçeklerin, ağaçların, kuşların, hayvanların birçoğunun isimlerini dahi bilmiyordum. Örneğin ardıç ağacının kara ardıç, boz ardıç, yapışık ardıç, diken ardıcı gibi onlarca çeşidi bulunmaktaydı. Bana göre Keş Dağı Yaylası bitki çeşidi bakımından ülkemizin en zengin bölgelerinden biridir. Davarları karnı iyice doydu kuşluk vakti yurdumuza ulaştık. Keçilerin sütü sağıldı. Oğlaklar emzirildi. Davarlar çadırımızın arka tarafındaki yalçın kayaların gölgelerine yatarak dinlenmeye çekildi. Bende yemeğimi yedim. Çadırımızın yanındaki meşe ağacının başındaki köşkte uyudum. Uyandığım zaman yayla havasının serinliğiyle vücudum dinlenmiş çelik gibi olmuştum.

Öğleden sonra güneşin etkisi biraz azalıp kayaların gölgesi iki katına çıkınca davarı bu defa  Yoncalı tarafına yürüttüm. Sürümüz Oynaklı, Derin Çukur, Çatal İnlik, Ali Babanın Başı ve Sakız Taşından geçip Hamit İşliği tarafına doğru ilerliyordu. İlerlerken de hem şimşir, meşe, ardıç, sedir, köknar, diken gibi orman ağaçlarının engin dallarından yiyorlar hem de ormanların arasındaki yeşil otlardan da iştahla yayılıyorlardı. Bulunduğumuz bölge oldukça ıssız ve yüzey şekilleri bakımından tehlikeliydi. Buralarda ayı kurt gibi vahşi hayvanların yaşadığını önceden biliyordum. Bu vahşi hayvanların benden korkup kaçması için hey, hey,hey! diye sesler çıkartıyordum. Yürürken çukur yerler yerine tepelerden geçmeye gayret ediyordum. Silah taşıyacak yaşta olmadığım için elimde nacak adını verdiğimiz küçük bir balta, cebimde siyah saplı bir bıçak vardı. Balta ve bıçaktan bir nebze olsun cesaret alıyordum. Fırsat buldukça da akşam anama götürmek için mezdeği sakızı ve dağ çayı topluyordum.

Davarımız Hamit İşliğine varmadan Ali Babanın Başı dediğimiz yerde me, me, me, diye bir kuzu sesi duydum. Duyduğum sesten birden bire irkildim. İlk önce sesin gaipten geldiğini düşündüm. Olduğumuz yerin sarp kayalıklarla çevrili ve arazi yapısının engebeli olması nedeniyle buraya kuzu koyun gibi hayvanların gelme ihtimali yoktu. Sesi defalarca dinledim, ses gerçek bir kuzu sesiydi. Fakat kuzunun nerede olduğunu da görünmüyordu. Bu arada aklıma Tatar Emminin odasında duyduğum insanlara oğlak sıfatında görünen cinin hikâyesi geldi. Korkumdan elim ayağım titremeye başladı, ne yapacağımı şaşırdım. Fatiha, İhlas ve bildiğim diğer surelerini okudum. Kuzunun sesi yine kesilmiyordu. Başka çarem kalmamıştı. Cesaretimi iyice topladım. Duyduğum ses cin sesiyle bile sesin geldiği yöne gitmeye, vaziyetin ne olduğunu görmeye karar verdim. Karşıma cin çıkacak olsa baltayla vurup öldürecektim. Bulunduğum yerden baltanın sapını iki elimle tutup sesin geldiği yöne doğru koşmaya başladım. Bir de ne göreyim küçücük bir kuzu, tarhana kazanı büyüklüğünde bir metre derinliğinde taştan bir kuyunun içine düşmüş dışarı çıkamıyor, benim sesimi duyduğu için beni buradan kurtar dercesin meliyordu.  Açlıktan, susuzluktan ölmek üzere olan kuzuyu kucağıma aldım. Bu esnada yüreğimdeki korkunun yerini sevinç almıştı. Yünleri dökülmeye başlamış, ağzı tamamen yara olmuş, kaburgaları birbirine geçmiş vaziyette perişan halde ölmek üzere olan kuzunun canını ne yapıp yapıp kurtarmalıydım. Davarı oradan derhal geri çevirdim. Kuzuyu kucağıma aldım iki kilometre ilerideki Oynaklı Pınarına koşarak götürdüm. Küçücük kuzu pınarın teknesinden o kadar çok su içti ki, o küçücük hayvanın içtiği suyun miktarına kim olsa şaşar kalırdı.. Kuzu suyu içince gözü birazcık açıldı. Hayvancağız belki de bir haftadan fazla susuz kalmıştı kim bilir. İnsanın bile yürümekte zorlandığı Ali Babanın Başı dediğimiz bölgeye bu kuzunun tek başına gelmesini hafızam kabul etmekte zorlanıyordu. Bu haleti ruhiye içinde akşam namazı vakti yurdumuza dönmüş oldum. O serin yayla havasına rağmen sırtımdan soğuk terler akıyordu.

Kucağımda kuzuyla çadırlara varınca herkesi bir merak sardı. Bizim komşu obalarda koyun sürüsü yoktu. Ben o kuzuyu nereden getirmiş olabilirdim. Bu ara babam köyden yaylaya yenice gelmişti. Yaşadığım kuzu hadisesini babama bütün ayrıntılarıyla anlattım. Babam da bana “oğlum korkacak bir şey yok. Bu kuzu muhtemelen yaylaya göçmeyen köyde oturan koyunculardan birinindir Muhtemelen bu kuzu Gâvurun Harman Yeri tarafında sürüyü kaybetmiş, Ali Babanın Başına gelince de ileri gidememiş azmış hayvancagız. İyi ki ayıya kurda denk gelmemiş, hayırlı bir mal imiş de sana denk gelmiş” dedi. Annem de kuzunun ağzındaki yaraları tuzlu çökelek suyu ile temizledi. Kuzuya bizim davarların hastalıklarında kullandığımız çeşitli ilaçlar verdi. Kardeşim Adem de topladığı yeşil otları kuzuya vererek kuzunun karnını doyurdu ve kuzuyu oğlak ağılının içine bıraktı.  Kuzu sabahleyin bizim oğlaklarla birlikte otlamaya gitmiş. Annem kuzuya ilaç vermeye devam etti. Küçük kuzu üç dört gün içerisinde toparlandı, iyice canı üstüne geldi. Bu arada babam günlük veya iki günde bir Döngel’e gidip geliyordu. Köye giderken  Muratlar- Kocalar obasında koyunculuk yapan ailelere bulduğum kuzuyu haber vermiş.( Muratlar- Kocalar obası Tekir köyü ile bitişik nizamda olmasına rağmen bizim köye yani Döngel’e bağlıydı. Çünkü buradaki insanlar oturdukları yere Döngel’den göç etmişler, bu nedenle koyunları kuzuları Döngel Köyünün yaylalarında otlardı. Muratlar-Kocalar obasındaki bazı insanlar Tekirde bakkallık, kasaplık ve fırıncılık gibi alanlarda esnaflık yaparlardı. Ben de Tekir Ortaokulunda okuduğum için esnaflık yapan köylülerimizi yakından tanırdım. Muratlar-Kocalar obasından Tekirde kasaplık yapan Güllü Ağa (Mehmet Çaka) isimli beyaz sakallı güler yüzlü bir amca vardı. Güllü Ağanın sürekli bir sürü kuzusu olurdu. Güllü amca kasap dükkânında sürekli kuzu eti satardı. Tekirin kuzu eti yurt genelinde meşhurdur.) Babamın verdiği haber üzerine benim bulduğum kuzunun Güllü Ağanın on beş gün önce bir kuzusu kayıp olduğundan, Güllü Ağanın kayıp kuzusu olduğu tahmin ediliyor.

Bir gün babam Döngel’den yaylaya giderken Tekir’de alış-veriş yapmak için duruyor. Güllü amca da babama bulduğumuz kuzuyu soruyor. Babam da kuzunun özelliklerini Güllü amcaya anlatıyor. Güllü amca babama kuzunun kendinin olduğunu söylüyor.  Ayrıca Güllü amca babama Allah sizden razı olsun. Kuzu haramı zade bir insanın eline geçse, ya satardı, ya da keser yerdi. İyi ki sizin gibi haramı helalı bilen bir insanın eline geçmiş diyerek dua ediyor. Benim ayakkabı numaramı soruyor, ben yarın kuzuyu almak için sizin yaylaya bir adam gönderirim diyor, babam da tamam Güllü ede diyor ve ayrılıyorlar. Babam da alış-verişi tamamladıktan sonra yoluna devam ederek yaylaya gidiyor. Babam akşam yaylaya gelince bize kuzunun Güllü Ağanın olduğunu ve sabahleyin birinin gelip götüreceğini söyledi.

Ben sabahleyin gün ışımadan davar gütmeye gitmiştim. Güllü Ağanın oğlu Mehmet bizim yaylaya çıkmış, gelirken de bana hediye olarak 37 numara içi astarlı bir Ermenek ayakkabı getirmiş, bulduğum küçük kuzuyu almış götürmüş. Ailecek küçük kuzuya alıştığımız için, gidişine günlerce üzüldük. Ben Güllü amcanın hediye olarak gönderdiği Ermenek ayakkabıyı bir sezon gururla giydim. O günden sonra ne zaman küçük bir kuzu görsem, bu olayla birlikte içi astarlı Ermenek ayakkabıyı hatırlarım, yüreğim burkulur gözlerimden yaş gelir.



***
ONBİR AYIN SULTANI

Gelişini on bir aydır bekledik
Hoş geldin sen on bir ayın Sultanı
Hasretine her gün hasret ekledik
Hoş geldin sen on bir ayın Sultanı

Zincirlere vurdun büyük şeytanı
Refaha kavuştu yurdun dört yanı
Bereketin mest ediyor insanı
Hoş geldin sen on bir ayın Sultanı

İftar vakti şenleniyor sofralar
Aydınlattı karanlığı mahyalar
Sen gelince bizim oldu dünyalar
Hoş geldin sen on bir ayın Sultanı

Sevincinden ağlamıyor bebekler
Yeryüzüne indi bütün melekler
Kabul oldu ettiğimiz dilekler
Hoş geldin sen on bir ayın Sultanı

Sen gelince serinledi havalar
Semaya yükseldi bütün salalar
Def oldu başımdan gitti belalar
Hoş geldin sen on bir ayın Sultanı

Kadın erkek teravihe geldiler
Müslümanlar mutluluğa erdiler
Zenginler fakire zekât verdiler
Hoş geldin sen on bir ayın Sultanı

Birçok hikmetlerin gelmez hatıra
Teyfiki her gece kalkar sahura
İfadem bu kadar bakma kusura
Hoş geldin sen on bir ayın Sultanı


***
ERCİŞ'Lİ GÜZEL

Ben Erciş elinde bir güzel gördüm
Sırmadır saçları kömürdür gözü
O güzel yüzünden deliye döndüm
Dudakları karanfil gülüne benzer

Salına salına geçtim önünden
Bir of çektim başka ne gelir elden
Mevlam esirgesin nazardan dilden
Yürüyüşü sallanan selviye benzer

Uzaktan baktım ben incecik beli
Ürperdi rüzgârda saçının teli
İncidir dişleri şekerdir dili
Yanakları Şirvan balına benzer

Erciş’in başkadır baharı yazı
Bir çiçek demeti gelini kızı
Bir daha görmedim o güzel kızı
Gözleri var ceylan gözüne benzer

Didindim çalıştım kükredim coştum
Güzeller peşinde dağları aştım
Teyfikiyem gardaş yok oldu aklım
Öyle uzunki boyu Elife benzer


***
DUA

Bölmek istiyorlar güzel vatanı
Bu güzel vatanı böldürme Ya Rab
Haçlı zihniyeti tekrar hortluyor
Ecnebiyi bize güldürme Ya Rab

Dalgalansın kalelerin burcunda
Bizleri bayraksız bırakma Ya Rab
İslam vardır bu milletin harcında
Bizleri Kuransız bırakma Ya Rab

Okunsun ezanlar minarelerden
Bizlere çan sesi dinletme Ya Rab
Bu toprakta şühedanın kanı var
Vatanı düşmana çiğnetme Ya Rab

Hain olanları helak et gitsin
Allah diyenleri şehit et Ya Rab
Vatan için savaşan tüm güçlerimize
Cennete girmeyi nasip et Ya Rab

Anadolu İslam’ın son kalesidir
Lütfeyle bu kale düşmesin Ya Rab
Her karış toprakta şehit kanı var
Kafirin eline geçmesin Ya Rab

Bin yıllık kardeştir Türkler ve Kürtler
Kardeşi kardeşe vurdurma Ya Rab
Aramızda on binlerce fitne var
Şeytanın şerrine uydurma Ya Rab

Bu bebek katili tüm canileri
Toprak et taş et yaşatma Ya Rab
Gitsin ülkemizden it sürüleri
Huzursuz günleri uzatma Ya Rab

Şehit verdik Dağlıca’da Iğdır’da
Bu son olsun başka gösterme Ya Rab
Kahraman Mehmetçik verdi cevabı
Rüzgârı tersinden estirme Ya Rab

Kıyamete kadar kalsın ayakta
Bu kutsal vatanı devirme Ya Rab
Şair Teyfikiyem aciz bir kulum
Duamı kabul et çevirme Ya Rab


***
SULTANIM

Ayırmazdım gözlerimi gözünden
Haz duyardım dinledikçe sözünden
Ayrı düştük bir zalımın yüzünden
Kavuşmamız zora düştü Sultanım

Akşamları hayalinle yatardım
Sabah kalkar yollarına bakardım
Kahve içer falımıza bakardım
Yollarımız ayrı düştü Sultanım

Gün boyunca ayrılmazdım başından
Sen kalkınca tel arardım saçından
Sen bilmezsin neler geçti başımdan
Umudumuz suya düştü Sultanım

Hasta idim gözlerinin rengine
Eş sayardım ben hep seni kendime
Nasıl düştüm o hainin fendine
Başım birden dara düştü Sultanım

Çok az şahit tarih böyle aşklara
Aşkın ile yem atardım kuşlara
Adını yazardım beyaz taşlara
Hülyalarım boşa düştü Sultanım

Toprak sürülmezmiş gelmezse tava
Benim bahtım zaten doğuştan kara
Gönül bu aşktan alınca yara
Ayaklarım yola düştü sultanım

Bana mesken artık dağların başı
Sel olup akıyor gözümün yaşı
Baharda yaşadım en ağır kışı
Hayallerim buza düştü Sultanım

Alamadım bu dünyanın tadını
Aşk koymuşlar ızdırabın adını
Unutmuşsun belki benim adımı
Şair Teyfik kora düştü sultanım




***
ANNECİĞİM

Sıkıntın var belli senin yüzünden
Geliver yanıma çök anneciğim
Anlat da derdine derman bulayım
Yanağımdan usulca öp anneciğim

Aç mısın susuz mu yoksa hastamı
Çocuklar mı bozdu ya da kafanı
Sebep bensem söyle bana hatamı
Şöyle bir derinden gül anneciğim

Sen muhtaç etmedin bizi ellere
Yetmez mi otuz yıl çektiğin çile
Benden istediğin canımsa bile
Vermeye razıyım bil anneciğim

Emzirdin bizlere helal sütünü
Kalkıp geceleri örttün üstümü
Bizler için siper ettin göğsünü
Bizde vefasızlık yok anneciğim


Anlatmazsan üzülürüm derinden
Yok olur Teyfiki bu kederinden
Ne gelirse yapacağım elimden
Yeterki göz yaşın sil annecğim

***
KEŞ DAĞI




















Helikopter geçer iken üstünden
Geçirmedin engel oldun Keş Dağı
Muhsin Başkanımı aldın elimden
Haritadan sildim seni Keş Dağı

Çok severdim sevmediğim yer oldun
Muhsin Başkanıma sebep sen oldun

Alpereni boynu bükük bıraktın
Altı canı saatlerce arattın
Furkan’ı da öksüz yetim bıraktın
Haritadan sildim seni Keş Dağı

Çok severdim sevmediğim yer oldun
Muhsin Başkanıma sebep sen oldun

Bundan sora senin semtinden geçmem
Abıhayat hayat olsan suyundan içmem
Havan şifam olsa yaylana göçmem
Haritadan sildim seni Keş Dağı

Çok severdim sevmediğim yer oldun
Muhsin Başkanıma sebep sen oldun

Sulağından nane yarpuz toplamam
Çiğdemini sümbülünü koklamam
Koyağında geyik keklik avlamam
Haritadan sildim seni Keş Dağı

Çok severdim sevmediğim yer oldun
Muhsin Başkanıma sebep sen oldun
           
Her yıl seni ziyarete giderdim
Kimi görsem iklimini överdim
Âşıktım ben seni nasıl severdim
Haritadan sildim seni Keş Dağı

Çok severdim sevmediğim yer oldun
Muhsin Başkanıma sebep sen oldun
           
Kanlı Çukur Kara Yakup tepende
Dört mevsim kar olur senin zirvende
Nefret uyandırdın inan ki bende
Haritadan sildim seni Keş Dağı

Çok severdim sevmediğim yer oldun
Muhsin Başkanıma sebep sen oldun

Bu belayı başımıza getirdin
Teyfikinin hayalini bitirdin
Bilmem kine daha neler götürdün
Haritadan sildim seni Keş Dağı

Çok severdim sevmediğim yer oldun
Açıldı aramız bana el oldun




***
AĞAÇ SEVGİSİ



Ağaçtandır evimizin çatısı
Ağaçtandır penceresi kapısı
Ağaçtandır pek çok sanat yapısı
Ağaçları koruyalım arkadaş

Ağaçtandır kar kürünen kürekler
Ağaçtandır pekmez konan külekler
Ağaçtandır madendeki direkler
Ağaçları koruyalım arkadaş

Ağaçtandır çizdiğimiz cetveller
Ağaçtandır iletkiler pergeller
Ağaçtandır yazdığımız defterler
Ağaçları koruyalım arkadaş

Ağaç bize tohum verir dal verir
Ağaç bize elma armut nar verir
Ağaç bize çiçeğinden bal verir
Ağaçları koruyalım arkadaş

Ağaçlarla güzel göller denizler
Ağaç bizim havamızı temizler
Ağaca muhtacız her zaman bizler
Ağaçları koruyalım arkadaş

Ağaçların orman olur harmanı
Ağaç için Fatih yazdı fermanı
Ağaçtadır birçok derdin dermanı
Ağaçları koruyalım arkadaş

Yanan ağaçları kökten sökelim
Yerlerine yeni fidan dikelim
Fidanları evlat gibi sevelim
Ağaçları koruyalım arkadaş

Şair Teyfik ağaçların aşığı
Ustalar şimşirden yapar kaşığı
Ağaçtandır bebeklerin beşiği
Ağaçları koruyalım arkadaş



***
ADIYAMAN

Ben seni bu kadar bilmezdim ezel
Yaşantın mutfağın kendine özel
Tarihin coğrafyan her şeyin güzel
Saklı bir cennetsin sen Adıyaman

Unutamam orda geçen günleri
Çok kokladım bahçendeki gülleri
Harikadır Gölbaşının gölleri
Turizm kentisin bil Adıyaman

Çelikhanın tütününden çok içtim
Yüzer adasıyla karşıya geçtim
Nemruta çıkınca kendimden geçtim
Dünyada emsalin yok Adıyaman

Çaylarında köprüler var tahtadan
Menzile giderken geçtim Kahtadan
Sondajların çalışıyor durmadan
Petrol senden çıkar ey Adıyaman

Ormanlarda ince kalın dalın var
Sinciğinde kara kovan balın var
Gergerinde el dokuma halın var
Motifin güzeldir can Adıyaman

Besnindedir eğitimin bayramı
Bütün dünya üzümüyün hayranı
İnsanların cömert sever ikramı
Misafirperversin duy Adıyaman

Ayarını güzel yapar ustalar
Çiğ köfteyle şifa bulur hastalar
İlkbaharda yeşillenir tarlalar
Çiftçiyi o zaman gör Adıyaman

Taşıdın Samsatı başka yerlere
Tut pekmezin destan olmuş dillere
Gençlerin gidiyor gurbet ellere
İşsizliğe çare bul Adıyaman

Türkülerin tüm dünyada söylenir
Güzellerin halay çeker eğlenir
Müzikli gecen var harfane denir
Bir kültür şehrisin gül Adıyaman

Kalem alır haritanı çizerim
Cenderede Karakuşta gezerim
Barajını Nissibiden geçerim
Bir de feribotun var Adıyaman

Şair Teyfikiyem sen beni anla
Benim saydıklarım denizde damla
Şükrettin her zaman gerçek imanla
Kadim bir bölgesin yar Adıyaman

           

***
KUŞLAR ÂLEMİ

Kimi yuva yapar kimisi yapmaz
Kimi kanat çırpar kimisi uçmaz
Biri birisinin hatırın yıkmaz
Dünyası farklıdır bütün kuşların

Kara kartal hiç bırakmaz avını
Karakarga sallar kavak dalını
Şahin kerkeneze satar çalımı
Rüyası farklıdır bütün kuşların

Leylek yavrusunu atar yuvadan
Karabatak martı hiç çıkmaz sudan
Ebabil kuşundan bahseder Kuran
Deryası farklıdır bütün kuşların

Bülbül bağda öter keklik dağlarda
Turna sevilmiştir bütün çağlarda
Hüküm sürer kuzgun sarp kayalarda
Sevdası farklıdır bütün kuşların

Taklit eder papağanlar insanı
Serçenin tavustan hafiftir canı
Kuş mudur böcek mi bilmedim arı
Hülyası farklıdır bütün kuşların

Güvercin evcildir yarasa âma
Kuşların sesiyle güzeldir doğa
Ardıçkuşu meydan okur soğuğa
Doğası farklıdır bütün kuşların

Teyfikiyem kanat takıp uçamam
Yarış yapsak kuşlar gibi koşamam
Ben kuş olsam bir kafeste yaşamam
Leylası farklıdır bütün kuşların


***
CEYHAN NEHRİ

Elbistan’dan doğar güneye akar
Kömürü Hurmanı içine katar
Nice canlar alır ocaklar yıkar
Cela’da daralır yolu Ceyhan’ın

Vadilerden geçer dağları aşar
Yazın çok azalır baharda coşar
Ovaya indikçe yolunu şaşar
Engizek Kısıkta fonu Ceyhan’ın

Alabalık sazan içinde yaşar
Göç vakti leylekler üstünden uçar
Avcılar oltayla yanına koşar
Karasu batıda kolu Ceyhan’ın

Tekir Fırnız Menzelette birleşir
Onu zapt etmesi artık güçleşir
Suyuna muhtaçtır beş altı şehir
Çözülmez nisanda donu Ceyhan’ın
  
Her zaman dumandır Düldül’ün başı
Su ile dönüyor değirmen taşı
Dökülür içine gözümün yaşı
Sabun Düziçi’nde pulu Ceyhan’ın

Yapıldı önüne barajlar bentler
Artık su akarken bakmıyor Türkler
Onunla çalışır devasa HES’ler
Enerji üretmek zoru Ceyhan’ın

Bir yay gibi kıvrım kıvrım dolanır
Yağmur yağar bazen suyu bulanır
Çukurova Ceyhan ile sulanır
Yaptığı görevler dolu Ceyhan’ın

Sel gelirse yıkılıyor köprüsü
Dilden dile söyleniyor türküsü
Memlekete hizmet etmek ülküsü
Bölgede büyüktür rolü Ceyhan’ın

Bu vatanı baştan sona gezdim ben
Hilaf değil gerçekleri yazdım ben
Teyfikiyem göllerinde yüzdüm ben

Karataş Adana sonu Ceyhan’ın

***
AFRİN DESTANI











Reis ordumuza verince emir
Bahar seli gibi coştu Mehmetçik
Süngüyü silahın ucuna takıp
Afrin cephesine koştu Mehmetçik

Yetmiş iki uçak kaldırdı yerden
Ağaçlar söküldü sanki kökünden
Gökyüzü gürledi bomba sesinden
Düşmanı siperde vurdu Mehmetçik

Tank top mermisiyle titredi yerler
Bir günde işgalden kurtuldu köyler
Burseya dağından kaçtı hainler
Her tepeye bayrak dikti Mehmetçik

Düşmanın lazerle inine girdi
Beş yüz kelle aldı üç şehit verdi
Siyonist dünyaya göz dağı verdi
Ölüme giderken güldü Mehmetçik

Yedi düvel baktı kaldı uzaktan
Korkmadı bombalı on bin tuzaktan
Çok dualar aldı Müslüman halktan
Mazlum gönüllere girdi Mehmetçik

Gülüp oynayarak sefere gitti
Kızıl Elma ülkümüzü yeşertti
PYD’yi tek hamlede tuş etti
Tarihe adını yazdı Mehmetçik

Amerika panikledi çark etti
Bu savaşta gücümüzü fark etti
Bu milletin dostluğunu kaybetti
Asırlık oyunu bozdu Mehmetçik

Teyfiki yakından etti temaşa
Tarih tanık değil böyle savaşa
Topraksız yerlerde düşmanı taşa
Kendi elleriyle gömdü Mehmetçik

                                       
***
CANANIM














Nereden başlasam neleri yazsam
Buna karar vermek zordur Cananım
Senden ayrılalı gülmedi yüzüm
Sevdanın acısı zordur Cananım

Tahmin etsen seni nasıl özledim
Aşkımızı yad ellerden gizledim
Gelir diye yollarını gözledim
Sevenlerin gözü kördür Cananım

Saz çalarak türküleri söylerdin
Cilvelenir garip gölüm eğlerdin
Hedefin büyüktü neler yeğlerdin
Seven sevdiğine kuldur Cananım

Sende buldum ben yaşamın tadını
Kazıdım kalbime güzel adını
Felek kara yazmış alın yazımı
Seninle sayfamız mordur Cananım

Kader bizi bu sevdaya zorladı
Kavuşmak istedik nasip olmadı
Zaman çok daraldı sabrım kalmadı
Sensiz geçen her gün puldur Cananım

Son mektupta geliyorum yazmıştın
Merak etme seviyorum yazmıştın
Zarf içinde birde resim salmıştın
Gel artık acımı durdur Cananım

Yıllar oldu bekliyorum kapıda
Kayıdım yok bir sen varsın tapuda
Geç kalırsan koyulduğum tabuda
Akan göz yaşını doldur Cananım

Teyfikiyem budur işin özeti
Ferhat gitti bana verdi nöbeti
Tek başıma içsem ecel şerbeti
Buda senin için züldür Cananım



***
SILA ÖZLEMİ

Gurbet elde sılam düşse aklıma 
Doğduğum yöreye gidesim gelir 
Tahtalı Köprünün üstünden geçip 
Eyerli bir ata binesim gelir

Gençliğimde çok hoş geçti günlerim 
Düştüm yollarına gurbet ellerin 
Çadır kurup konduğumuz yerlerin 
Şimdiki halini göresim gelir

Yaylaya çıkmaya tutmazsa dizim 
Gözde yaşamaya alırım izin 
Dertlere devadır suyumuz bizim 
Yeşilgöze girip yüzesim gelir

Viran mıdır şimdi Ekşilik bağı 
Yaylanın hasıdır Mağralı dağı 
Önüme katarak üç yüz oğlağı 
Keçedam yerinde güdesim gelir

Sakızboynu Suludelik ücesi 
Serin olur Oynaklının gecesi 
Çıkmış ise Akpınarın bezesi 
Ekmeğin içine düresim gelir

Acep ne yapıyor eski hocalar 
Nereye göçüyor şimdi Kocalar 
Tütüyorsa Keşdağında bacalar 
Dedemin damına giresim gelir

İnleri dağdadır ayının kurdun 
Rüzgarı bol olur Faralı Yurdun 
Haberiniz var mı ne halde 
Zorhun Tansırın suyundan içesim gelir

Deli Höbek yüksek dumandır başı 
Çıkması çok zordur sert olur taşı 
Başyurtta sel olur gözümün yaşı 
Aşağı Yaylada gezesim gelir

Teyfiki yeter uzatma sözü 
Bizim coğrafyanın güzeldir güzü 
Kısıkta dinleyip o Kara Gözü 
Karnım doyasıya gülesim gelir


***
DÖNGEL'İN

Etrafını sarmış dumanlı dağlar
Mağranın içinde suları çağlar
Kızı gelin olur anası ağlar
Ilgıt ılgıt eser yeli Döngelin

Kış mevsimi metrelerce kar yağar
Yağmur dolu ilkbaharda bol yağar
Güneş vurur üzerine nur doğar
Her mevsim tehlike seli Döngelin

Delikli Kayadan şahini uçar
Çakran yaylasında bozkurtu yaşar
Kuzusu meleşir oğlağı koşar
Bazı insanları deli Döngelin

Bahçesinde hurma ayva nar olur
On iki ay yükseğinde kar olur
Saygı vardır insanında ar olur
Kahramanmaraştır ili Döngelin

Oluklardan akar soğuktur suyu
Zengindir kültürü güzeldir huyu
Türkmen asıllıdır Oğuzdur boyu
Öz ve öz Türkçedir dili Döngelin

Suyu boldur iri olur söğüdü
Torunu dededen alır öğüdü
Meydanlarda güreş tutar yiğidi
Çelikten güçlüdür beli Döngelin

Yol için deldiler hartlaplı dağı
Viran olmuş gitmiş dedemin bağı
Sevilir bölgede kaymağı yağı
Saklı bir cennettir yeri Döngelin

Direklide arkeologlar çalışır
Tarihimiz dünya ile yarışır
Küs olanlar üç gün sonra barışır
Teyfiki tomurcuk gülü Döngelin



***
EMMOLU


Sünger bilmem yünden olur döşeğim 
İki öküzüm var birde eşşeğim 
Yoktur Haktan benim başka isteğim 
Eker biçer geçinirim emmoğlu

Sürerim ben öküzlerle tarlamı 
Yağmur yağar büyük olur harmanı 
Kesilmezse dizlerimin dermanı 
Eker biçer geçinirim emmoğlu

Ekinimi tırpan ile biçerim 
Yaz gelirse yaylalara göçerim 
Bazlama yer karlı ayran içerim 
Eker biçer geçinirim emmoglu

Kaynatırım bulgur olur buğdayım 
Hasat vakti üzüm için bağdayım 
Güz gelirse odun için dağdayım 
Eker biçer geçirim emmoğlu

Yaba ile savururum samanı 
Elimle yaparım kara sabanı 
Eksik olmaz bacamızın dumanı 
Eker biçer geçinirim emmoğlu

Kar yağarsa dağlar taşlar don olur 
Odun yanar ateşimiz kor olur 
Ambarlarda zahiremiz bol olur 
Eker biçer geçinirim emmoğlu

Bekçi olsam mermi koymaz sıkarım 
Muhtar olsam kul hakkından korkarım 
Esnaf olsam zararına satarım 
Eker biçer geçinirim emmoğlu

Teyfikiyem çok özgürüm köyümde 
Hiçbir engel yoktur benim önümde 
Çok şükürler huzurluyum evimde 
Eker biçer geçinirim emmoğlu


***
ESKİ GÜNLER GÜZELDİ

Köyümde horozlar erken öterdi 
Ezan vakti tüm bacalar tüterdi 
Kuzine sobada kömbe pişerdi 
Kahvaltımız şimdikinden güzeldi.

Oğlaklar keçiler giderdi dağa 
Gençler dağılırdı bahçeye bağa 
Buram buram çiçek kokardı doğa 
İklimimiz şimdikinden güzeldi

Kabarcık üzümü tatlıydı baldan 
Tepelerdik suyu akardı saldan 
Mahsereye odun taşırdık dağdan 
Pekmezimiz şimdikinden güzeldi

Çıra çıkartırdık çamın kökünden 
Çiğ köfte yapardık keklik etinden 
Teleme çalardık keçi sütünden 
Yoğurdumuz şimdikinden güzeldi

Düğünleri size nasıl anlatsam 
Bir teklif gelse de bayraktar olsam 
Çalsa davul tepsi ile oynasam 
Bayramımız şimdikinden güzeldi

Çiçeklerden bal yapardı arılar 
Masal anlatırdı yaşlı karılar 
Canlandı gözümde eski anılar 
Yaşantımız şimdikinden güzeldi

Yaz gelirse yaylalara göçerdik 
Kar altından akan sudan içerdik 
Yeşil saman için kenger biçerdik 
Güllerimiz şimdikinden güzeldi

Çok temiz ve saftı duygularımız 
Dert yoktu kaçmazdı uykularımız 
Gülerdi oynardı çocuklarımız 
Komşuluklar şimdikinden güzeldi

Tarhanayı dal üstüne sererdik 
Ceviz ile yemesini severdik 
Araba yerine ata binerdik 
Yolculuklar şimdikinden güzeldi

Kader beni gurbet ele yolladı 
Dönemedim yollarımı bağladı 
Eşim dostum arkam sıra ağladı 
Hasretlikler şimdikinden güzeldi

Yeter Şair Teyfik anlatma yeter 
Kafesin içinde bülbül mü öter 
Köydeki günlerin gözünde tüter  
Eski günler şimdikinden güzeldi 


***
DOKTOR BEY















Vurulunca bir güzelin saçına
Kan karıştı gözlerimin yaşına
Teşhis koyup ilaç yazma boşuna
Benim yaram aşk yarası doktor bey

Endoskopi yapma temizdir içim
Canımı sıkmaktan çürüdü dişim
Söyleme kimseye duymasın eşim
Benim yaram aşk yarası doktor bey

Tansiyonum yüksek çıkar ölçtürme
Efor yapıp bana ömür biçtirme
Sual sorup dertlerimi deştirme
Benim yaram aşk yarası doktor bey

Film çekip de bende kusur arama
Hiçbir merhem derman olmaz yarama
İnsan için söylemesi zor ama
Benim yaram aşk yarası doktor bey

İğne vurup acıtma hiç canımı
Bir şey çıkmaz tahlil etme kanımı
Yaşamayan bilmez benim halımı
Benim yaram aşk yarası doktor bey

Baksın diye başka hekim getirme
Kanser deyip umudumu bitirme
Yeter artık ileriye götürme
Benim yaram aşk yarası doktor bey

Taburcu et beni burada yatırma
Serum takıp sıkıntımı artırma
Uzatıp süreyi şevkimi kırma
Benim yaram aşk yarası doktor bey

Teyfikiyem başım sığmaz emara
Bir hemşire giriş yaptı damara
Tespit etmez baktığınız kamera
Benim yaram aşk yarası doktor bey
Tıp ilminde yok çaresi doktor bey




***
YAZIKLAR OLSUN















Gönülden bağlıyım yüce kurana
Doğmadan kavuştum gerçek imana
Layık olamazsam Alparslan Hana
Doğduğum anaya yazıklar olsun

Bayraktar olmuşuz İslam dinine
Adalet götürdük küffar eline
Söven olur ise benim dinime
Ağzını kırmazsam yazıklar olsun

Aciz bir insanım çoktur kusurum
Hazreti Muhammet (sav) benim resulüm
Onun aşkı ile coşmazsa ruhum
Kalbime gönlüme yazıklar olsun

Aşığım ben bayrağımın rengine
Bu cihanda rastlamadım dengine
Taşırım başımda koymam engine
Yere düşürürsem yazıklar olsun

Ben bir kölesiyim güzel vatanın
Hakkı ödeşilmez şehit yatanın
Hain olup ülkemizi satanın
Boynunu vurmazsam yazıklar olsun

Mayam asil sağlam benim temelim
Hür doğmuşum hür yaşamak emelim
Kızıl elma mefkuresi hayalim
Engel olanlara yazıklar olsun

Döngelliyim dünya tanır köyümü
Teyfikiyem kabul etmem zulümü
Bu cennet vatan için göze ölümü
Almadıysam bana yazıklar olsun



***
ZALIM FELEK















Üş yaşında peltek ettin dilimi
On yerinden kırdın benim belimi
On beşinde terk ettirdin elimi
Zalim Felek söyle bana hatamı
Yeter artık bırak benim yakamı

Çoban ettin Keş Dağına gönderdin
Yere atıp topaç gibi dönderdin
Mutluluk istedim hep cefa verdin
Zalim Felek söyle bana hatamı
Yeter artık bırak benim yakamı


Sevdiğim güzeli benden ayırdın
Her yarışta rakibimi kayırdın
Öne geçsem bacağımdan sarıldın
Zalim Felek söyle bana hatamı
Yeter artık bırak benim yakamı

Ben makam beklerken rütbe söktürdün
Ceza verip gözyaşımı döktürdün
Yad ellerde bana boyun büktürdün
Zalim Felek söyle bana hatamı
Yeter artık bırak benim yakamı

Genç yaşımda ak düşürdün saçıma
Akla gelmez dertler açtın başıma
Ben pişirdim sen su kattın aşıma
Zalim Felek söyle bana hatamı
Yeter artık bırak benim yakamı

Teyfikiyem böyle imiş kaderim
Ömür biter bitmez benim kederim
Rabbim için her günümü severim
Zalim Felek söyle bana hatamı
Yeter artık bırak benim yakamı





***
BEN BİR SUYUM











Ben bir suyum, yer altında yaşarım.
Bazen kükrer, yer üstüne çıkarım.
Dağı, taşı, etrafımı yıkarım.
Susuz derelerde, sel olurum ben!

Bulut olur, gökyüzüne çıkarım.
Yağmur olur, yeryüzüne yağarım,
Nehir olur, denizlere dolarım.
Soğuk havalarda, kar olurum ben!

Bazen dağ başında, dertli pınarım.
En yakın dostuyum, ulu çınarın.
Can damarıyım, tüm canlıların.
Cansız kalanlara, can olurum ben!

Eve girer, musluklardan akarım.
Kirlenirsem, mazgalları tıkarım.
Enerjiyim; lambaları yakarım.
Karanlık geceye, nur olurum ben!

Sığ olan yerimde, insanlar yüzer.
Derin yerlerimde, balıklar gezer.
Kaynaktan içersen, tadım çok güzel.
Gemiye, sandala yol olurum ben!

Ben bir lütfuyum, Yüce Mevla’nın.
Üçte ikisiyim, yalan dünyanın.
İçinde olurum, pek çok rüyanın,
Sohbet meclisinde, çay olurum ben!

Yağmurum, doluyum bazen de karım.
Tüm işlerin temelinde, ben varım,
Kâinatı temizlerim, yıkarım.
Kurak tarlalarda, gül olurum ben!

Şair Teyfik beni, anlattı biraz.
Bunaltır dünyayı, bensiz geçen yaz.
Muhannet olmadım, hiç etmedim naz,
İsteyen herkese, yar olurum ben!


***
BİZİM ELLER GÜZELDİR















Konya’mız da çok geniştir yazımız 
Sivas ellerinde çalar sazımız
Horon teper Trabzon’da kızımız

Anadolu tüm dünyada özeldir 
Bizim eller birbirinden güzeldir

Çok güzeldir Rize’de ki çayımız 
Anzerdedir derde deva balımız 
Erzurumlu meşhur Teyo dayımız

Anadolu tüm dünyada özeldir 
Bizim eller birbirinden güzeldir

Tarih kokar İstanbul’un dört yanı 
Doğuya gidince unutma Van’ı 
Mardin Midyat mest ediyor insanı

Anadolu tüm dünyada özeldir
Bizim eller birbirinden güzeldir

Muğla bizim Egedeki incimiz 
İzmir’dedir Efes Antik Kentimiz 
Zeybek oynar Aydındaki gencimiz

Anadolu tüm dünyada özeldir
Bizim eller birbirinden güzeldir

Kahramandır Ankara’nın Kazan’ı
Ünlüdür Maraş’ın şiir yazanı
Neşet Ertaş Kırşehir’in ozanı

Anadolu tüm dünyada özeldir
Bizim eller birbirinden güzeldir

Ceyhan taşar Adana’yı sel alır
Balıklı Göl Urfa’mızda yer alır
Gelip geçen Isparta’dan gül alır

Anadolu tüm dünyada özeldir 
Bizim eller birbirinden güzeldir

Teyfikiyem Düzce en son ilimiz 
Karamanlı Mehmet Beydir pirimiz
Kütahya’da nakış nakış çinimiz

Anadolu tüm dünyada özeldir 
Bizim eller birbirinden güzeldir 



***
AN GELİR













Devlet Başkanı dense; hatırıma han gelir.
Alparslan, Yavuz … gibi, nice yiğit can gelir.
Musul, Kerkük, Telafer yanarken alev alev,
Kan akan gözlerimin, güleceği an gelir!

Bu milletin özünde, ilk sırada şan gelir
Erbil’e savaş açsak; öncelikle Van gelir.
Sabır taşı çatlarsa, kimse engel olamaz.
Barzani’nin boynuna, ip takacak an gelir!

Türk ordusu Kerkük’e bir gün ansızın gelir.
Tanka, topa gerek yok, süngü takarak gelir.
Habur’dan başlayarak, her kalenin burcuna,
Ay yıldızlı bayrağı, astığımız an gelir!

İslamın şartı beştir, ilk önce iman gelir.
Türklükten   bahsedilse; aklıma Turan gelir.
Şair Teyfik diyorki; Musul, Kerkük elini,
Sınırımız içine, kattığımız an gelir!
















***
VIZ GELİR

Bizim elde yazdan sonra kış gelir
Bahar görmek bizim için düş gelir
Ben düşmanla savaşırken cephede
Zaman zaman dosttan bana taş gelir

Sayı saysam dörtten sonra beş gelir
Mahsereye şaplak kazan teş gelir
Ailenin üç öğesi var ama
Bana sorsan aklıma ilk eş gelir

Ava gitsek bazen elim boş gelir
Yem atarsam evsinime kuş gelir
Yakınlardan zurna sesi güzeldir
Davul sesi uzaklardan hoş gelir

Tut ağacı tomruk gider saz gelir
Tavuk versen kimi zaman kaz gelir
Bol gününde dostlarını unutma
Dar gününde sitem dolu söz gelir

Koşu yapsak dere tepe düz gelir
Yaz biterse mevsimlerden güz gelir
Ben Rabbimden bir istesem ne zaman
Haktan bana en azından yüz gelir

Kura çeksek bazen bana boş gelir
Yıkılırsan yere önce döş gelir
Bir pehlivan rakibini yenerse
Önce düdük çalar sonra tuş gelir

Teyfikiyem ne söylesem az gelir
Gökyüzünden yağmur gelir buz gelir
Türk Milleti birliğini korursa
Bütün dünya düşman olsa vız gelir
           
                      

***
MARAŞ'IM










Nereden başlasam neyini yazsam
Karar veremedim şimdi Maraş'ım
Tarih, tarım, orman, kültür, su desem
Farklı güzellikler sende Maraş’ım

Bir orduyu birkaç ayda var ettin
Bu dünyayı Fransıza dar ettin
Şehrini kurtarıp Antebe gittin
Tüm vatanın gözü sende Maraş'ım

Her karış toprakta vardır şehidin
Kahraman şehirsin dünya şahidin
Şeyh Adilde yatar Abdal Halil’in
Yiğitlerin sözü sende Maraş'ım

Nasıl anlatayım Sütçü İmam’ı
Mal oldu tarihe bayrak olayı
Sen Meclisten aldın bu madalyayı
İstiklalin özü sende Maraş'ım

Bırakıp tarihi geçelim güne
Elbistan şekerle kavuştu üne
Şimdi Nurhak benzer gonca bir güle
Semahların sazı sende Maraş'ım

Çağlayancerit’in meşhur cevizi
Bastıkla sucukla cezp eder bizi
Bir gün Binboğa’ya çıkartsam sizi
Yaylaların düzü sende Maraş'ım

Yedi uyurların sağlam imanı
Afşin’de termiğin tüter dumanı
Gel de gör Göksun’u hasat zamanı
Elmaların tadı sende Maraş'ım

Ağaç oyar sandık yapar ustalar
İçmelerde şifa bulur hastalar
Ozanların dertli dertli saz çalar
Şairlerin hası sende Maraş'ım

Aksu Ceyhan’ın büyük bir kolu
Türkoğlu’ndan geçer Adana yolu
Pazarcık ovan var biberle dolu
Dondurmanın şahı sende Maraş'ım

Andırının leziz olur kirazı
Meryemçil’in çok sert olur ayazı
Direkli Mağrada yaptılar kazı
Tarihlerin kökü sende Maraş'ım

Berit dağlarına çıkılmaz kardan
Bertiz’de üzümün farkı yok baldan
Barajlar görürsün geçersen Sır'dan
Uludaz’ın başı sende Maraş'ım

Sanayi kentisin dönen çarkın var
Töresine bağlı seçkin halkın var
Yavşan Yaylası’nda milli parkın var
Döngel Mağaraları sende Maraş'ım

Yeter Şair Teyfik anlatma yeter
Günlerce anlatsan Maraş mı biter
İki bin yirmi üçte olursun lider
Bu sevdanın közü sende Maraş'ım

5/3/2016 



1 yorum: