Fakirden Hazret’e / Hasan Can BİTTİ



Dost, seninle büyüdük biz
Birlikte gittik onca yolu
Sual ettik büyüklerden
Diz dize belledik onca mevzuyu

Az mı kalayladın bizleri
Az mı besledin yüreklerimizi
-Eğri kaç karış, doğruya ne kadar var?-
Yaşamak denen şu sürünmek zilletinden
Birlikte almadık mı boyumuzun ölçüsünü?

Bir yanımda bağlamam, bir yanımda çantam
Bir yanın güler, bir yanın ağlar
Yılkı atı misali koştuğum bir kış gecesi var
Kadıköy haramzadelerinin içinde
Peki ya bunu hatırladın mı?

Gırtlağımıza kadar necise boğulduk
Sonra tozun toprağın bahanesiyle gül bahçesine girdik ya...
O zaman, af buyur bunca yılın hatrına:
Yazın sıtmalar, kışın terlemeler,
Zindanlara hapsettiğin gönlüne bunca işkencen yetmedi mi?
Fakir çalıp söylemekten usandı da
Sen canından usanmadın mı?
Çocukluğun eczacı köşelerinde çürüdü hadi
Gençliğine inadın ne?
Bir gün dayanalım kapısına:
-Yetime bunca zulüm reva mı, 
      çoluğundan 
            çocuğundan bulasın 
                    ocağı batasıca!-  diyelim amma
Zalimde merhamet ne gezer
Bunun ettiğini Züleyha Yusuf’a etmedi
Deme ki onlar kavuştu
Sen Yusuf olursun da, o Züleyha olabilir mi?
Amma içini ferah tut
Elbet kurur bir gün bu soykaların soyu
Varsın olsun, bu da böyle olsun
Baş koyacağın yer ela gözlününki değil de ananın dizi olsun.


***
GİDELİM














Ey can!
Sen ki
Gidişi ömür,
Dönüşü saniye süren;
Bilinmez diyarların,
Görülmemiş güzelliklerin;
Eşsiz yaratıklarla 
Ve
Türlü viranelerle örülmüş
Başısın.

Ne yiğitler
Ne erkekler
Susayanlar 
Bağrı yananlar
Dillerini yuttular
Bildiklerini unuttular
Kafalarını taştan taşa 
Vurdular.
Biri evvelinde Sultan'dı
Ahirinde yük çeken bir uyuz eşek
Öteki zaten miskindi 
Tasası tek,
Gelse de yesek.
Bir ömür feda etti kimi
Yarımdan bir kolum,
Kırık da olsa bacağım olsun
Maviden bir lambam da oldu mu
Düşe kalka gideriz, dedi.
Kimi de yolun başında,
Denizin en dalgasız yerinde
Henüz deldirmişken gemiyi
Bir sigara yaktı ve
Ayak ayak üstüne attı
Şöylece gerindi ve
Yoldaşım var benim
Olmayanlar düşünsün,
Dedi.
Dümeni yoldaşa devretti.
Kimi de vakaydı,
Umutsuzundan,
Olmazından
İmkansızından...
Iraklardan geldi haberi
Allah'ın emri
Peygamber'in kavliyle demiş
Belkıs'ı Süleyman'a istemiş...

Aldık, kabul ettik.
Pişsin hele komşuda
Bize de düşer dedik.

Ey can!
Korkma
Bu yol öyle bir yol ki,
Düşmanı nispetinden,
Cananın
İlkin yorduğu
Cefa sunduğu 
Ve yerden yere vurduğu
Veya
En güzel tarafından,
Çiçek bahçesi misali
Cennetlerin cenneti 
Rengarenk lütfunu
Safasını sunduğu
Güle hasret bülbül misali
Figan eden
Seher vakitlerinde
Öyle dostları var ki
Aşk ehli...

Yılları dem eden...
Asırları gün eden...
Yolları gül eden...
Mordan turuncuya
Öyle güzel
Öyle naif
Öyle candan...

Haydi gel
Gözsüz görelim
Dilsiz söyleyelim
Kulaksız işitelim
Akılsız sevelim
Hesapsız gidelim
Yana yakıla isteyelim
Ağıtlar yakalım
Feryatlar edelim
İlimsiz bilelim
Hem
İlim dediğin nedir ki?
Sen hiç gördün mü 
Katrandan kaba
Yağ ile bal konulduğunu
Ey can!
Gördün mü ki hiç
Merkebe yakut vurulduğunu?

Senden geçelim.
Serden geçelim.
Vardan geçelim.
Candan geçelim.
Gidelim.
Cananı razı edelim.

Canan
Nazar eyler mi
Razı olmadığı gönle?




***
HAZRET'İN ÇANTASI



Saat öğleden sonra bire geliyordu. Yine bir telefon oyununa dadanmış, vaktimi para saçarcasına harcıyor iken birden gelen ileti irkilmeme sebep oldu. Zaten o an anlamalıydım Hazretin sırf beni, ya da nicelerini, yatağından koparabilmek adına bir işler çevireceğini. Efendim neymiş, Ayasofya'da kitap sohbeti varmış. Ee? Sonuna doğru gelin de çay içelim. Hani başkası dese, ağzına b.... babıcınan vur lakin Hazret bu, zemheride üstümüze alev topu falan düşer suphanallah... Yataktan kopmak için bu teklifi de fırsat bilip bir hışımla hazırlandım ve hemen yola koyuldum. Yol uzundu evet ama krizleri fırsata çevirip şiirler okuyordum yollarda:

     "Ay ceylan!
     Boynumda bir vebaldir çağın insanı,
     Kirlerinden oluşmuş zamanın lisanı."

 Sultanahmet'e geldiğimde ikindin vakti henüz girmişti. Firuz Ağa Camiinde namazımı eda edip Ayasofya’nın mescidisin geçerken bir yandan da etrafı seyre koyulmuştum. Burası hafta sonları çok kalabalıktır. Ondan dolayı polisler geniş önlem alırlar. Çevikler, siviller, yunuslar... Her yandalar. Hele bir de şu yeşil bereliler yok mu, şeytan diyo bırak Hukuk Fakültesini Polis Özel Harekâta git, daha olmadı subaylığa git, bunca yıl okudun da ne oldu? Senin elin kalem tutana kadar ülke elden gidecek... Ama adı üstünde işte, şeytan... Hem bizde nerde o yürek, mücahitlik bu, kolay mı o kadar? 

Düşüncelere dalmış yürüyorken Ayasofya'nın mescidine varmıştım. Bir süre sonra Ensar çıkmıştı mescitten. Yanıma gelip de hâl hatır sorduktan hemen sonra Ahmet ve Hazret belirmişlerdi karşımızda. Tabi her zamanki gibi kalabalık etrafı. Sonra bir ara sıyrıldı ve Ensar ile beni de grubun(un) içine dahil etti. Beraber adımlayıp bir çaycıya varmıştık ve orda bir müddet vakit geçirdikten sonra gruptan ayrıldık. Buradan sonraki ilk durağımız, Ahmet kardeşimizin açlığından ötürü, kuru fasulyeci olmuştu. Hep beraber yemeklerimizi yedikten sonra akşam namazı için Süleymaniye Camii'ne geçmiştik. Her toplanmamızda tecrübe ettiğimiz üzere, yine kahkahalardan bin bir zorlukla sıyrılıp sonunda namaza durabilmiştik. Namaz bitimi cami çıkışına yönelmişken bizim buralardan olmadığını gayet belli eden birini gözüme çarptı. Kıyamda ellerini bağlamadan, sesli biçimde okuyordu sureleri ve dahası oturduğu zaman da sol ayağını kırıp sağ ayağını ileri uzatarak oturuyor ve o şekilde de secdeye varıyordu. Ayağında bir rahatsızlık olduğundan ötürü o şekilde oturuyor gibi görünmüyordu. Secdede alnını koyduğu yerde ise ne olduğunu tam kestiremediğim bir cisim mevcuttu. Sonrasında öğrendim ki Hz. Hüseyin Efendimiz'in kabrinden alınma bir toprak parçasıymış o cisim (buralarda fikir dünyamızı kimin aydınlattığını söylememize gerek yok sanırım). Tahminen şii idi kendisi. Çok ama çok şaşırmıştım.

Cami çıkışı Lalezar'a geçmiştik. Hani şu upuzun güzelim bayrakların olduğu, türkülerin çalınıp nargilelerin tüttürüldüğü çay bahçesi. Zar zor bir yer bulup oturduk. Baktık hasbihal edemiyoruz, açtık bir siyaset konusu, o parti senin, şu parti benim derken birden yağmur bastırdı ve alelacele kalkmak zorunda kaldık. Bir yandan koşturup öte yandan nereye gitsek, nerede otursak diye tartışıyorken ilerde güzel bir mekân olduğunu ve tecrübe ettiği üzere de çok iyi "çikolatalarının" olduğunu buyurdu Hazret.

Resmen tatlıcıya götürüyordu bizleri.

Oysa Ahmet Ağabey duysa, ne derdi?

Yoksa gurbetteyiz, talebeyiz diye torpil mi geçilmişti bizlere?


Biz de can havliyle düşünmeye bile fırsatımız kalmadan kabul ettik ki zaten kendimizi mekânın önünde bulmuştuk. Nasıl bir vecd haliydi, nasıl bir tatlı açlığıydı ki bu memleketinde dahi evinin yolunu karıştıran, on defa geçtiği yolu on birinci defada bile bulamayan birisi o kadar karışık bir bölgede, hepsi birbirinin aynı olan mekânların içinden Süleymaniye Çikolatacısı'nı şıp diye buluyordu? Hani şair diyor ya, hah işte öyle:

  "Anlamak yok çocuğum, anlar gibi olmak var;
   Akıl için son tavır, saçlarını yolmak var." 

Mekâna kendimizi bir hışımla atıp üst kata doğru yönelmiştik. Fakat mekânın havasından mıdır, suyundan mıdır bilinmez, bir anda kimyası değişmişti bizimkilerin. Hele Hazret'i görseniz... Yıllardır modernlikle, sosyete kılıklılıkla, konformist bir yaşamın aşinası olmakla itham etmiş olduğu fakirin karşısında adeta bir "salon beyefendisi" kesilmişti. Hani bu gömleğin yakalarından içeri saten fular takar, bir de ayak ayak üstüne atıp da bilhassa kıyafetleriyle uyumlu olması için özenle seçilmiş piposunu tüttürürler ya, işte onlar gibi.

Şaşkınlığımı bir an evvel dile getirme güdüsü bir yana; yağmurdan dolayı ıslanması muhtemel kitaplarımı düşünürken çantamı Lalezarda unuttuğum gerçeğiyle yüzleşmiştim. Hazretin hırkasını kapmamla birlikte ( "bir lokma, bir hırka" güzel sözdeki o "hırka" bu "hırka" oluyor. Yahut " bir çay, bir hırka" mı demeliydik?) koşar adımlarla mekândan çıkıp lalezara yönelmiştim. Çantamı sağlam bulmuş olmanın mutluluğu ile birlikte mekâna geri gelmiştim ki, arkadaşların aralarında gayet hararetli biçimde bir şeylerin döndüğünü hissettim. Bana iki seçenekten söz ediyorlardı ama öylesine bir sunuma hazırlanıyorlardı ki, sanırsınız ülkece bir tehdit altındayız da savunma savaşı mı yapsak, taarruz mu etsek bunu istişare edecek gibiydiler. Sonra fark ettim, meğerse "sıcak çikolata mı istesek, yoksa bir porsiyon çikolata söyleyip yanında çay mı içsek" diye tartışıyorlarmış.

Ah Ahmet Ağabey, ah.

Görsen şu fakirin halini, vursan dizlerine de "Vayh edem" desen...

Mevzu bu şekilde sürüp giderken garson siparişleri almak için yanımıza gelmişti. Konunun muhtevasını tam olarak kavrayamamış olmalıyım ki: " bir çay ve bir sıcak çikolata alayım" dememle birlikte bizim masada kahkaha tufanı kopmuştu. Tartışmanın neden bu kadar hararetli olduğunu o anda anlamıştım. Meğer ikisi de içecekmiş.

Kalkma zamanı gelmişti. Genelde bir yere oturulduğunda farklı veya acil durum olmadıkça çok zor kalkılır. Bundan ötürü zengin kalkışı yapmak âdettendir bizde.

Dışarı çıktığımızda yağmur hafiflemişti. Ensar'ı yolcu etmek üzere Vezneciler durağına doğru adımlıyorduk ki yine bir istişare konusu zuhur etmişti: Metroya mı binsek yoksa Eminönü'ne kadar yürüsek mi? Hazret Eminönü'ne yürümek konusunda on beş dakika kadar ısrarcı olmuştu. Bu havada yürümenin sonucunda envaı çeşit hastalığa tutulmamızın işten bile olmadığının altını defalarca kere çizmeme rağmen Hazreti ve Ahmet’imi bir türlü ikna edememiştim. Ensar'la ayrıldıktan sonra Süleymaniye'nin arka sokaklarından kol kola girip aşağı doğru adımlarken geleceğe dair, hani planlar demeyelim de hayaller kuruyorduk: Şöyle olsak, çocuklarımız böyle olsa, şu mesleği icra etsek... Dudaklarımızdan dökülen kelimeler yağmur damlalarına karışırken bir yandan da "ileride bugünleri yad edebilir miyiz acaba, kim bilir kimimiz nerde, ne yapıyor oluruz?" diye düşünmeden de edemiyordum. Bu sokakların, bu karanlığın öyle de pis bir huyu vardır zaten; insanı bulunduğu andan koparıp hayatına dair tahliller yapmaya iter...

Anılar, hayaller, geçmiş, gelecek derken sonunda Sirkeci'ye ulaşmıştık. Ne de çabuk bitmişti yol. Hangi ara yola çıkmış da hangi ara inmiştik Eminönü'ne. 
Şimdi gelgelelim kalemi elimize almamıza sebep olan, akıllara durgunluk veren ilginç hadiseye...  Kadıköy’e indikten sonra ayrılık vakti gelmesi sebebiyle vedalaşıp Maltepe'ye doğru yola revan olmuştum. Maltepe'de indikten sonra telefonuma gelen ileti ile birlikte şaşkınlık ve dehşet içerisinde: " nasıl yani?" diye yoğun bir sorgulama haline girdim.

Hazret, çantasını Süleymaniye Çikolatacısı’nda unutmuştu!

Soruların hepsi ardı arkasına sıralanıyor, yüzüm şekilden şekle giriyor, işin içindense bir türlü çıkamıyordum. Olayın şokundan sıyrıldıkça parçalar yavaş yavaş aklıma geliyordu. 

Acaba bizi o çikolatacıya götürmesinin sebebi de mi o çantaydı? 

Bir anda yağmurun bastırması, oraya alelacele gitmemiz, vecd halinde kendini kaybetmişçesine bir anda bizi oraya sokması bundan ötürü müydü yani? 

Evinin yolunu bulamayan birisiydi ama o.  

"Yok canım, o kadar da abartmayın, neticede basit bir çanta." dediğinizi duyar gibiyim. 

Dostlar, gönüldaşlar, dildaşlar... Bu Hazret ki, doğrularınızı yanlış, ıraklarınızı yakın eder; sizi ayak bileğinizden tuttuğu gibi ters çevirip yere mıhlar. Üstelik bunları da saat başı sarf ettiği iki kelimeden birini sizlere duyurmadan yapar. Hani sanmayın ki onca yol tepilmesine, onca saat geçmesine ve kıta değiştirilmesine rağmen o çanta orada amaçsızcasına unutuldu... Peki, neden? Ya dalgınlığına gelmiştir ya alelacele kalktık diye unutmuştur yahut bir cins-i latif gözlerini kamaştırmıştır da (!) ondan öyle olmuştur yani. Vereceği cevaplara aşina olmamızdan mütevellit, biz kendi cevaplarımızla amel ettik. Gelin, bu sorunun gerçek cevabını öğrenebilmek adına, yazımızı okumuş olan herkes bu soruyu Hazret'e yöneltsin. Yöneltsin, ki belki bir gün cevap alırız, düşünceler diner, akıllar tatmin olur.  





***
GÜN BATIMI KIZILLIĞI


Alışkanlıktan da öte adeta günün o saati için hazırlanır, çayını demler, sigarasını sarar ve o gün batımı kızıllığının gelmesi için beklemeye koyulurdu. Aylardan mayıs olması hasebiyle "dizlerim üşür mü?" diye düşünmesine gerek kalmadan geçecekti camın kenarına. Mevcut yaşı itibariyle bu bile ona büyük bir keyif vermekteydi.
       
Gene oradaydı, her gün okuldan bir kavgayla gelen çocuk; Ali beyin oğlu Burak. Asla yerinde duramayan bir çocuktu o. Arada müziğin sesini fazla kaçırdığından uyutmaz insanları ama gençtir deyip pek ses de çıkarılmazdı. İşte, şu taraftaki Ayşe Hanım, manavdan almış olduğu sebzelerle birlikte apartmana doğru geliyor. Çok takdir ettiği bir kadındır Ayşe. İnsanlar öz evlatlarına bile tahammül edemiyorken o bir başka evin çocuklarıyla ilgilenir ve günün bu saatlerinde de evine erken girebilmek adına hızlıca yürürdü. Bu acele ve vakur adımların sahibi asil anneyi gördükçe de hatıralara dalardı: “Ne kadar da çok benziyor rahmetlinin gençliğine” diye düşünürken yüzünde beliren o acı tebessümle birlikte gamzeleri de belirginleşirdi. 

Kaç yıl olmuştu, kaç bayram geçmişti onsuz? 

Hafızası mı zayıflıyordu yoksa vakit mi çok hızlı geçiyordu, pek umurunda da değildi aslında. 

Torunu aklına geldi bir an için. Onun vefat ettiği günün akşamına doğmuştu. 

Demek on iki yıl olmuş. 

Hanımının hasretinin üstüne bir de torunun hasreti eklenmişti şimdi. Sessiz, sakin, uysal ama inatçı bir çocuktu bıdık baba. Adeta dayısının çocukluğu gibiydi, hık demiş burnundan düşmüş derler ya, öyleydi işte.

Oğlu küçüktü o zamanlar, henüz ilkokula başladığı zamanlardı. Memlekete gidiyorlarken dağın başında arabanın lastiği patlamıştı da ne çok ağlamıştı çocukcağız korkudan. Hanımla çocuğu sakinleştirdikten sonra bagaja doğru yöneldiğinde yedek lastiğin de patlak olduğunu anımsamasıyla birlikte sesli bir şekilde gülüvermişti. Bu dikkatsizliği yüzünden de yiyecek olduğu fırça farz olmuştu ya, o da ayrı mesele. Oğlunun yorgun düşüp annesinin kucağında uyuya kalmasıyla birlikte yardımın gelmesine de en az dört saat olduğunu fırsat bilip gönlünü aldıktan sonra hanımıyla uzunca sohbet etmişlerdi o gece. 

Rahmetliyle sohbet etmek en büyük zevkiydi ve bu sebepten ötürü ne çalışırken ne de emekliye ayrıldıktan sonra evlerinde asla televizyon bulunmamıştı. Zaten, bilhassa gençliklerinde, çocuklardan fırsat kaldıkça karşılıklı iki bardak çayı bile zor içerlerken bir de televizyona tahammül edemezlerdi. 

Derken bir anda bir ses, ezan sesi duymaya başladı... 

Meğer hava kararmış, insanlar evlerine çekilmiş, tükenmiş olan çay ve sigarası yine ağzında o acı tadı bırakmıştı.



***
BİR SEVDA VİRANESİ














Bir sevda viranesidir bendeki
Yanmış bir gönlün usanmış bir canın
Yürümeye dermanı kalmamış ayakların
Bağrışmaları, çığlıkları, çaresizlikleridir.

Bir sevda viranesidir bendeki
Beni bana satıp, kendi köşesine kaçan
Her ne yaptıysa güya iyiliğime yapan
Bir kara gözlünün harabesidir bendeki

Bir sevda viranedir bendeki
Aha oldu aha olacak derken
Beni de kendi bataklığına çeken
Bir vefasız güzelin masalıdır bendeki

Ve sonunda gördüm ki divane gönlümün
Gereksiz hayaliymiş bendeki

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder