BİR HÜKÜMLÜNÜN KOĞUŞUNDAN ÇIKAN GAZETE VE DERGİ KÜPÜRLERİNE DAİR / Samet YURTTAŞ

 


Siz iyi bilirsiniz,

Bahçe avlusunda duvar diplerine oturarak

Slogan atmayı.

Ve çoğu zaman sürünerek direnmeyi.

Kapı kilitlerine çomak sokarak

Devlete çomak soktuğunu sanan siz

Elbet iyi bilirsiniz,

Attığınız sloganların yersizliğini.


Siz iyi bilirsiniz,

Kapıları tekmeleyerek 

Vermiş olduğunuz rahatsızlıkla övünmeyi.

Ve imzadan imtina etmeyi bir hak sayarak

Bütün kararlarımızı reddetmeyi

İyi bilirsiniz.

Biz elbet iyi biliriz, 

Yasaklı bir yayının siz de bıraktığı yan etkiyi.


Siz iyi bilirsiniz 

Savunduğunuz halkın parasını

Muslukları açarak tüketmeyi.

Boş zamanlarınızda 

Kitapların kapaklarını ve içeriğini değiştirerek

Kararlarımızı cımbızla deşmeyi,

İyi bilirsiniz.

Biz elbet iyi biliriz 

Sakladığınız gazete ve dergi küpürlerini.


Siz iyi bilirsiniz 

Son gün yazdığınız itiraz dilekçesinde

Marksizmi emperyalizmi kapitalizmi ilgi tutmayı

Ve haksızlığınızın üzerini grevlerle süslemeyi,

İyi bilirsiniz.

Biz elbet iyi biliriz 

Açlık orucunda yediğiniz yemekleri.



YEDİ YILDA, AYNI YOLDA, ÜÇ TRAFİK KAZASI/ Teyfik KARADAŞ


Yedi yıl boyunca, aynı yolda, geçirdiğim üç trafik kazasını anlatmadan önce trafik ve trafik kazası kavramlarını açıklamanın yararlı olacağını düşündüğümden, konuya bu kavramları açıklayarak başlamak istiyorum. İnsanların, hayvanların, müteharrik makinaların ve lastik tekerlekli traktörlerin kara yolu üzerindeki hal ve hareketlerine trafik denir. Bir karayolu taşıtının diğer bir taşıta, yayaya, hayvana, ağaca veya herhangi başka bir nesneye çarpması sonucu meydana gelen kazaya da trafik kazası denir. Trafik kazaları sonucu yaralanma, maddi zarar ve ölüm meydana gelebilir. Trafik kazaları genellikle yaralanma, ölüm ya da maddi hasarla sonuçlanır.

Trafik kazalarının oluşmasında aracın tasarımı, sürüş hızı, yol tasarımı, yolun çevresi, sürücünün sürüş yeteneği, alkol veya madde kullanımı ve sürücünün tavrı (dikkatsiz sürüş, yol yarışı) gibi risk faktörleri etkili olabilir. Ben sahabeler diyarı Adıyaman ilimizin, şirin Gölbaşı ilçesinin, Belören kasabasında bulunan Belören İlköğretim okulunda yedi yıl, yedi gün öğretmen olarak görev yaptım. Öğretmen olarak görev yaptığım yedi senelik süre içeresinde Belören-Gölbaşı Karayolunda üç kere trafik kazası geçirdim. Yaşadığım trafik kazalarını sizlere anlatmak istiyorum ama mevzunun daha iyi anlaşılması için Belören-Gölbaşı Karayolunun vaziyetinin bilinmesinin faydalı olacağı kanaatindeyim.

 Belören Kasabası Gölbaşı ilçesine bağlayan karayolu yirmi iki kilometre uzunluğundadır. Bu uzaklığın yedi kilometresi Belören’i Gölbaşı-Pazarcık karayoluna bağlayan mesafe, on beş kilometresi ise Pazarcık-Gölbaşı karayoluna ait mesafedir. Pazarcık-Gölbaşı karayolundaki on beş kilometrelik mesafede herhangi bir sorun yoktur. Pazarcık-Gölbaşı karayolu bölünmüş bir karayolu olup, standardı Türkiye ortalamasının üzerindedir. Belören’den başlayıp Pazarcık-Gölbaşı karayoluna kadar devam eden yedi kilometrelik karayolu ise çok virajlı, engebeli, dar ve tehlikelidir. Yedi kilometrelik bu kısacık yolda üç adet dere, dört adet tepe, sekiz adet viraj, bir adet heyelan bölgesi mevcut olup, yol oldukça dar ve bakımsızdır. Acemi bir sürücünün bu yolda kaza yapmadan seyahat etmesi oldukça zordur. Bu yolu kaza yapmadan bitiren sürücü adayına sınav yapmadan ehliyet vermenin haksızlık olmayacağını düşünüyorum. Bu yolda dik bir rampadan tepeye çıktıktan hemen sonra inişin bir virajla başlaması karşıdan gelen bir otomobille sizi karşı karşıya getirebilir. Bu yolda özellikle gece seyahat ederken kurt, tilki, tavşan gibi yaban hayvanları önünüze çıkarak kaza yapmanıza sebep olabilir. Ben bir gün akşam üzeri arabamla Belören’den Gölbaşına giderken yolun kenarında yirmi kadar kurt gördüm. Traktörle köye giden bir vatandaşı durdurdum. Yirmi kadar kurdun Hacı Eyüpoğlu’nun bahçesinin altına doğru gittiğini söyledim. Söylediğim vatandaş Belören’de halka haber vermiş ama vatandaşlar hayvanlarının yanına gelinceye kadar kurtlar Ali Rıza Yıldırım’ın koyunlarının yirmi kadarını öldürmüş. Belören-Gölbaşı karayolu hem standardının düşük olması hem coğrafi yapısının sıkıntılı olması hem de evcil ve vahşi hayvanların geçiş güzergâhında bulunması nedeniyle trafik kazasının sıkça yaşandığı bir yoldur.  Belören- Gölbaşı karayolunda gelip geçen araç sayısı çok fazla olmadığı halde; her yıl hasarlı, yaralanmalı, ölümlü onlarca trafik kazasının meydana geldiğine tanıklık etmiş bir insanım. Kendimde bir zat bu yolda üç kez trafik kazası yaşadım. Yaşadığım bu trafik kazaları sizlere sırasıyla anlatmak istiyorum.

Birinci Kaza: Belören İlköğretim Okulunda göreve başladığım seneydi (1994). Gölbaşında çalışan memurların maaşları mutemetlerin yerine, bankaların önüne konan ve adına ATM denen bir cihazdan ödenmeye başlamıştı. Maaş günü geldi mi ben dahil, okuldaki bütün öğretmenleri tatlı bir heyecan sarardı. Bankamatik kartını ATM ye sokup, şifremizi yazarak para çekmek çok hoşumuza giderdi. Okuldaki öğretmenler bankamatik kartını başka bir arkadaşına verip maaşını çektirme şansları olduğu halde, bankamatikten para çekme heyecanını yaşamak için doğrudan kendiler giderlerdi ilçeye. Hatta bu heyecanı yaşamak için karı koca öğretmen olan arkadaşlar bile bankamatik kartlarını eşlerine vermezlerdi. Arabası olmayan olanın arabasına biner maaş çekmeye topluca giderdik Herkes ATM den para çekerken birbirini bir kameraman edasıyla takip ederdi. Ayın on beşinden sonraki birkaç gün öğretmenler odasında ATM den para çekerken yaşanan olaylarla ilgili kritikler yapılırdı. ATM den para çekmeyi beceremeyen, hata yapan arkadaşlara gülünür, alay edilirdi. Hele Fen Bilgisi Öğretmeni Hilmi Yıldırım’ın Antep ağzıyla ATM yi anlatırken “yorum parayı aldı önüme attı” demesi bütün öğretmenleri kahkaha tufanına boğardı.

Kasım ayının on beşiydi. Ders bittikten sonra lojmana gelip üzerlerimizi değiştirdik. Takım elbiselerimizi çıkartıp, günlük kıyafetlerimizi giydik. Gölbaşına gidip ATM den maaşlarımızı çekmek ve aylık alışverişimizi yapmak için Adnan beyin STW Toros marka otomobiline kendisi, eşi, çocukları, ben, Uğur Bey, Ahmet Tuğlu ve Fatma teyze olmak üzere toplam sekiz kişi bindik. Arabayla Belören’ den Gölbaşı istikametine doğru hareket ettik.  Hareket ettiğimiz anda yavaş yavaş yağmur yağmaya başladı. Adnan Bey arabayı yağan yağmurun etkisiyle kaydırmamak için yolda çok düşük bir süratle ilerliyordu. Keslan Gölü deresindeki virajı yavaşça geçtik. Yazı Bağdan ilerleyip, Sarıkaya deresine indik. Sarıkaya Deresinden sonra Tilki Kalesi rampasına tırmandık. Tilki Kalesinin rampasını sorunsuz bir şekilde bitirip tepeye ulaştık. O ana kadar yolculuğumuz oldukça rahat, muhabbetimiz güzeldi.

Tilki Kalesinin öbür yüzüne doğru inerken yolun önce küçük bir tepeye çıkıp, sonra inişe döndüğü çok tehlikeli bir kör noktası var ya, olanlar orda oldu işte. Adnan Bey arabayla yolun sağ tarafına doğru normal bir hızla iniyordu. Tam o küçük tepeyi çıktığında yolun ortasından rampaya doğru tırmanan başka bir otomobille karşı karşıya geldi. İki otomobil arasındaki mesafe yirmi metre yoktu. Arabaların kafa kafaya çarpışması an meselesiydi. Arabaların kafa kafaya çarpışması durumunda, biz yolun uçurum tarafında olduğumuz için zarar görme ihtimalimiz diğer arabaya göre daha yüksekti. Çünkü diğer otomobil yolun dağdan tarafındaydı. Adnan Bey o anda önemli bir refleks göstererek arabayı yolun sağ tarafındaki uçuruma çevirdi. Araba yoldan çıktıktan sonra hedefine kilitlenmiş bir şahin kuşu gibi on beş yirmi metre kadar havada uçtuktan sonra tekerlerinin üzerine tekrar yere çakıldı. Araba havada uçarken gür bir sesle şahadet getirdiğimi dün gibi hatırlıyorum. O beş on saliselik zaman diliminde bütün hayat hikayem gözümün önünden bir film şeridi gibi gelip, geçti. Oracıkta ömrümün sona ereceğini, öleceğimi düşündüm. Ben öldükten sonra anamın memleketten kaza yerine gelerek dizlerine vurarak benim için ağıtlar yakacağını hayal ettim. Araba yere düştükten sonra, sağ olduğuma halde sağ olduğuma inanamıyordum. Arkadaşlara baktım. Onlarda sağdılar ama korkudan kimsenin gıkı çıkmıyordu. Arabadan ilk önce can havliyle ben indim. Kapıları açtım. Ben kapıları açtıktan sonra diğer arkadaşlarda indiler. Herkes korkudan şok olmuştu. Arabadan inenlerde arabanın etrafındaki taşların üzerine oturarak kara kara düşünmeye başladılar. Yaşadığım şoku atlatmak için önce kendi elimle yüzüme kuvvetli bir tokat attım. Sonra deredeki gazellerin altından akan yağmur suyu ile yüzümü güzelce yıkadım. Arabanın bu kazadan takla atmadan kurtulması Allah’ın bir mucizesiydi. Arabanın sadece yere hızlıca düşmesinin etkisiyle ön iki tekerinin havası inmişti. Arabada başka bir hasar, bir çizik dahi yoktu. Yolculardan hiç kimsenin burnu bile kanamamıştı. Ben yaşadığım şoku atlatıp peşimizden gelen arkadaşlara haber vermek için alel acele yola çıktım. Bizim kaza yaptığımız yer uçurumun dibinde kaldığı için kod farkı nedeniyle yoldan geçen arabadaki yolcular tarafından görülmüyordu. Yola çıkıp olay yerine baktığımda hayretler içinde kaldım. Araba yarım metre aşağıdan veya yarım metre yukarıdan yoldan çıksa kesin olarak takla atarmış. Takla atması durumunda ise içimizden bazıları yaralanır veya ölürdü. Çünkü araba yarım metre aşağıdan veya yarım metre yukarıdan yoldan çıksa üç metre yüksekliğinde kaya dan aşağı düşerdi. Adnan Bey Allah’ın da yardımıyla iki kaya arsındaki toprak yerden arabayı yoldan dışarı atmış. Havanın yağmurlu olması nedeniyle araba asfalttan çıkınca tekerlekler on santim kadar çamura batmış. Tekerlekler çamura batınca arabanın hızı düşmüş. Yoldan çıktığımız yerin uçurum kısmında da büyük taşlar ve ağaçlar olmayınca araba herhangi bir engele çarpmadan tekerleklerinin üzerine yere düşmüş. Yüce Mevla’m arabanın içinde bulunan iki sabinin veya ağzı dualı bir arkadaşımızın veya birimizin verdiği küçük bir sadakanın hürmetine bizi büyük bir beladan korumuştu. Kendisine binlerce kez şükürler olsun.

Ben yolda beklerken beş altı dakika sonra öğretmen arkadaşımız Ahmet Umutlu geldi. Onu durdurdum Arabasındaki stepneyi çıkarttık. Havası inen tekerin birinin yerine arabanın kendi stepnesini, diğerinin yerine Ahmet beyin arabasının stepnesini taktık. Biz teker sökme-takma işliyle uğraşırken Gölbaşı Kaymakamı Turan Bey imdadımıza Hızır gibi yetişti. Kazada yaralanma ve hasar olmadığına sevindi. Telsizle anons ederek kazayı ilçedeki yetkili kurumlara acil koduyla bildirdi. Aradan beş dakika geçmeden bölgede başka bir görev için bulunan TEK arıza aracı yanımıza, yani olay yerine intikal etti. TEK arıza aracında bulunan işçiler ilk önce arabada bulunan uzunca bir çelik halatın bir ucunu bizim araca, bir ucunu kendi kamyonetlerine bağladılar. Kendi araçlarında bulunan hidrolik sistem vasıtasıyla bizim aracın ön tarafını havaya kaldırdılar. Böylelikle bizim arabayı düştüğü yerden zarar vermeden itinalı bir şekilde yola çıkarttılar. Bizde hiçbir şey olmamış gibi yolumuza devam ederek Gölbaşı’na gittik. ATM den maşımızı çekip, alışverişimizi yaptıktan sonra selametle evimize döndük. Ahmet Tuğlu o yıl yeni evlenmişti. Kazayı değerlendirirken “ölseydik insanlar yeni evliymiş diye en çok bana ağlarlardı” dedi. Okulun bütün öğretmenleri öğretim yılı boyunca Ahmet Tuğlu’nun bu esprisine güldüler.

İkinci Kaza: Eşimin düğün takılarını satıp 1997 yılının şubat ayında 1982 model Murat 131 marka bir otomobil aldım. Ehliyetim vardı ama o güne kadar elim direksiyona hiç değmemişti. Araba kullanmasını da hiç bilmiyordum. Araba aldıktan bir hafta sonra arkadaşların yardımıyla kasaba içerisinde otomobil kullanacak kadar şoförlük öğrendim. Bu arada Sağlık Ocağının bahçesindeki bir ağaca ve bizim okulun girişindeki ihata kapısına çarpmam sonucu meydana gelen iki küçük trafik kazasını hafif maddi hasarlarla atlatmış oldum. İkinci hafta yanımda bulunacak olan bir usta sürücü nezaretinde ilçeye gidip gelmeye başladım. Bir ay sonra memlekete (Kahramanmaraş) arabayla tek başıma gittim geldim. Arabayla Kahramanmaraş’a yalnız gidip gelince şoförlük konusunda kendime olan öz güvenim oldukça arttı. Yeni araba almanın ve kullanmanın hevesiyle Şanlıurfa, Gaziantep gibi komşu illeri ziyaret etmeye başladım. Komsu illere de gidip gelirken en ufak bir tehlike yaşamadım.  Dördüncü ayın sonunda arabayla istediğim yere istediğim zaman herhangi bir tedirginlik yaşamadan gidip gelecek seviyeye ulaştım. Şoförlük konusunda tecrübem arttıkça da çocuklar gibi mutlu oluyor ve içten içe seviniyordum.

O tarihlerde Belören İlköğretim Okulunda Müdür Yardımcısı olarak görev yaptığım için okulun mutemetlik hizmetlerini de ifa ediyordum. Mali yıl sonu olmasından dolayı 29 Aralık 1997 tarihinde öğretmenlerin ek ders ücretlerini çekmek için arabama binerek Belören’den Gölbaşı’na gittim. Ben Belören’den Gölbaşı’na giderken hava çok soğuktu ama ortalıkta kar kış yoktu. Yağmur, kar, dolu yağmıyordu. Gölbaşı’na vardım. Mal Müdürlüğünde evrakları incelettim. Banka çekini aldım. Ziraat Bankasından parayı çektim. Günaydın Camiinde öğle namazımı kıldım. Kardeşler Lokantasında karnımı doyurdum. O zamanlar Gölbaşı’n da haftada bir yayınlanan Gölkent isimli bir mahalli gazete vardı. Bende o gazetede köşe yazarlığı yapıyordum. Gazetenin sahibi Abuzer abi aynı zamanda fotoğrafçılık yapıyordu. Haftalık yazımı vermem için Abuzer abinin iş yerine gittim. Abuzer abinin fotoğrafçı dükkanında çay içerken Kenan isimi bir arkadaşla tanıştım.

Kenan bana kendisini tanıtırken Belören’den Selim Doğan’ın yeğeni olduğunu, Mersin’de yaşadığını anlattı. Mersin’e modern bir fotoğraf stüdyosu kurmak istediğini ve bu konuyla ilgili istişarelerde bulunmak için Belören’e gideceğini, benim arabamla Belören’e gidip gidemeyeceğini sordu. Ben de yalnızım birlikte gidelim dedim. Bu arada Gölbaşı’n da hafiften kar yağmaya başladı. Çayımız biter bitmez Kenan ile yola koyulduk. Gölbaşı’nı çıkınca karın şiddeti artmaya başladı. Ben önüm sıra giden bir otobüsün izinden yoluma devam etti. Belören yol ayırımına vardığımızda karın kalınlığı on beş santimi çoktan geçmişti. Yol ayırımında bekleyen yetmiş seksen yaşlarında iki yaşlı teyze vardı. Teyzeler Çelik Gölü kıyılarından birer torba ıspatan, yarpuz gibi yeşillik toplamışlardı. Teyzeler bana el kaldırmadılar. Ben teyzeler kar altında üşümesinler diye Allah rızası için yanlarına durdum. Kendimi tanıttım. Teyzeleri arabaya bindirdim. Torbalarını arabanın bagajına koydum. Belören istikametine doğru benden önce giden bir minibüsün izi sıra yola revan oldum. Daha önce karda hiç araba kullanmamıştım ve arabamdaki tekerleklerde kabaktı. Tecrübesizlik işte. Yol çatından hareket ettikten beş yüz metre sonraki ilk virajda araba kaymaya başladı ve kontrolü elimden tamamen çıktı. Direksiyonu tuttum. Yolun sağ tarafındaki bir tarlaya kayarak iniyorduk. Arabanın sağ ön tekeri tarlanın kenarındaki at başı büyüklüğündeki bir taşa çarpınca ağır çekimde sırt üstü takla attık.

Arabadan ilk önce ben indim. Arka cam kırılmadan yerinden çıkmış. Teyzelerde arka camın çıktığı yerden inmişler. Baktım ki Kenan’da nerden çıktıysa arabadan sağlam şekilde inmiş. Yarabbi çok şükür dedim. Kimseye bir şey olmamıştı. Bu arada araba çalışıyor, arabanın dört tekeri de avare kasnak gibi havada boş vaziyette dönüyordu. Arkamız sıra gelen bir minibüs yanımızda durdu. Minibüsten inen yolcular bize yardım etmek için koştular. Yolculardan biri kontağını çıkartarak arabayı durdurdu. Gel gelelim teyzelere. Teyzelerden biri bana “oğlum bir şeyin var mı?” diye sordu. Ben ise “yok teyze” dedim. Ben de “teyze sizin bir şeyin var mı?” diye sordum. Teyzelerde bana “yok oğlum” dediler. Teyzenin biri bana “oğlum o zaman pancarlarımızı ver de biz gidelim” dedi. Araba sırt üstü yattığı için ben bagaj kapağını açar açmaz teyzelerin torbalarıyla birlikte stepne, kriko, bijon anahtarı gibi bütün alet ve eda vatlarda yere döküldü. Minibüsün yolcuları arabayı ters çevirdiler. Teyzeler ve Kenan’da o minibüse binerek Belören’e gittiler. Bu sırada Belören’de çalışıp ta Gölbaşı’n da oturan öğretmen arkadaşlarımda kaza yaptığım yere geldiler. Bana yardımcı olmaya ve teselli etmeye başladılar. Pehlivan Hoca kaza yapmış diye duyulunca Belören halkından yetmiş seksen kişi traktörlerine zincir bağlayarak kaza geçirdiğim yere intikal ettiler. Ben bu arada kazanın şokuyla bazen ağlıyor bazen gülüyordum. Kimseye bir şey olmadı diye sevinirken, hurdaya dönen arabam için üzülüyordum.  Çünkü o benim ilk arabam, ilk göz ağrımdı. Belören halkından Allah razı olsun. Kar yağan o soğuk havada beni yalnız bırakmadılar. Arabayı durakta bulunan bir evin yanına yittiler. Üstünü bir naylonla örttüler. Arabanın içinde bulunan ruhsat, ehliyet, kontak gibi önemli eşyaları bir poşete koyarak bana teslim ettiler. Beni bir arabaya bindirerek Belören’e götürdüler.

Benim kaza yaptığım sırada gelen minibüsün yolcularından manav Yaşar Tahta abi, arabanın sağlam olarak çıkan arka camını kırılmasın diye almış bizim eve götürmüş. Büyük kızım Damla Nur yeni doğduğu için kayın validemde bizim evdeydi. Yaşar Amca her ne kadar bende bir şey olmadığını söylemişse de benim hanım inanmamış. Ben varıncaya kadar ağlamış. Beni sağlam olarak karşısında görünce nasıl sevindiğini, mutlu olduğunu anlatamam. Arabaya aldığım ve birlikte kaza yaptığımız teyzelerin iki sininde kalp hastası olduğunu, Kenan’ın ise başka sorunlarının bulunduğunu kaza yaptıktan sonra öğrendim. Bu insanlardan biri bu kazada ölseydi ben ne yapardım. Ömür boyu vicdan azabından kurtulamazdım herhalde. Yüce Mevla’m beni hem büyük bir kazadan hem de büyük bir beladan kurtarmıştı. Kendisine binlerce kez Hamdi senalar olsun.

Üçüncü Kaza: Eşimin tayinin çıkması nedeniyle bin dokuz yüz doksan dokuz senesini kasım ayında Belören’den Gölbaşı’na taşındık. Benim görev yerim Belören’de olduğu için ben günlük olarak Gölbaşı’n dan Belören’e gidip gelmeye başladım. Gidip gelme işinde bir hafta benim arabamı, bir hafta Okul Müdürüm Ali Kaya’nın arabasını, bir hafta can dostum, yakın arkadaşım sağlık ocağı tabibimiz Dr. Ömer Sezer’in arabasını kullanıyorduk. Mesailerimiz uyuşmadığı için arabamıza başka memurları almıyorduk. Özellikle Müdür Bey mesaiye çok riayet ederdi. Günlük olarak ilçeden saat yedi buçukta hareket eder saat sekizde okulda olurdu. Ders saat sekiz otuzda başladığı için o yarım saatlik sürede okuldaki denetimlerini eksiksiz olarak yapardı. Mahiyetindeki çalışanları uyarırken bile kalplerini kırmazdı. Hem nezaketli hem de disiplinli bir insandı.

Dr. Ömer Sezer Beye gelince hem çalışkan hem de mütevazi bir insandı. Sağlık Ocağına gelen bütün hastaları titiz bir şekilde muayene eder, fakir olanların ilacını bile verirdi. Geçmişte yaşadığı bazı önemli sorulardan sonra tıp fakültesi kazanıp doktor olmasını; Allah’ın kendisine verdiği bir lütuf olarak kabul eder, bu yüzden insanlara hizmet ederek Mevla’sına şükrederdi. 

Dr. Ömer Bey, Okul Müdürü Ali Bey ve ben birbirimize gözle görülmeyen bir gönül bağıyla sıkı sıkıya bağlıydık. Üçümüz bir arada kardeş gibi yaşardık. Görev yerlerimize birlikte gider, birlikte gelirdik. Birlikte yer birlikte içerdik. Özellikle Ali Bey ve ben aynı renk kumaştan elbise diktirir giyerdik. Bütün Belören Kasabasını bütün Gölbaşı halkı bize gıpta ile bakardı.

İki bin yılın aralık ayının son günleriydi. Oruç tutuyorduk. Tahmin ediyorum Ramazan Bayramı’na bir hafta kalmıştı. Sahuru yiyerek yattığım için o gün sabah namazına kalkamamıştım. Saatin zilinin çalmasıyla birlikte saat yedide uyandım. Okulda sabah namazını eda etmek niyetiyle abdest aldım. Elbisemi giydim. Evden acele bir şekilde saat yedi buçuk olmadan çıktım. Müdür Bey arabasıyla benim oturduğum binanın önüne gelmiş beni bekliyordu. Doktor Ömer’de arabadaydı. Bende selam vererek arabaya bindim. Arka koltuğa oturdum. Aheste aheste yola revan olduk.

Arabamız Belören istikametine doğru yavaş, yavaş ilerlerken bizde İstanbul’da iki polisimizin şehit olması nedeniyle yürüyüş yapan çevik kuvvet polislerin eylemini tartışıyorduk. Havada yağış yok, yolculuk için elverişli bir gündü. Tartışmamız bitmeden ana yol bitmiş, Ali Bey Belören yoluna dönmüştü bile. Belören yolunun dar ve virajlı olması nedeniyle Ali Bey hızını iyice düşürmüş, bu arda Belören’in göründüğü Tilki Kalesine çıkmıştık. Arabamız Tiki kalesinden Çınarlı Dereye doğru uzanan rampadan aşağı doğru yavaş yavaş inerken bir sıkıntısı yoktu. Dereye varmamıza kırk elli metre kala bir minibüsle karşılaştık.  Minibüse yol vermek için yavaşlamak maksadıyla Müdür Bey frene basınca kıyamet koptu. Çınarlı Dereyi geçtikten sonraki rampada araba sağ tarafa gitmek istiyor, Ali Bey arabayı sol tarafa çevirmek istiyordu. Araba ile Ali Bey arasındaki savaş kaç saniye sürdü bilmiyorum ama sonunda Ali Bey galip geldi. Araba var gücüyle yolun sol tarafındaki yara çarptı. Yara çarptıktan sonrada yolun üstünde dağdan kopmuş bir kaya parçası gibi takla atmaya başladı. Bizde arabanın içinde takla atıyorduk. Bu süreçte benim bütün hayatım film şeridi gibi gözümün önünden geçti. O anda ben ölüyorum, üç yaşında olan biricik kızım Damla öksüz kalıyordu. Ona çok üzüldüm. Araba üç takla attıktan sonra kendiliğinden durdu. Araba sağ tarafa gitseydi en az yüz takla atar, bizim cesetlerimiz bile bulunmazdı. Araba durunca kendimi kontrol ettim. Başımdan kan fışkırıyor ama yaşıyordum. Arkadaşlara sordum. Nasılsınız diye. Müdür Bey iyiyim ama beni öldüreceksiniz üzerimden inin dedi. Arabadan önce ben çıktım. Sonra doktoru çıkarttım. Sonra Ali Bey’i çıkarttık. Kaza anında en alta Ali Bey, üzerine Dr. Ömer Bey, en üstede ben düşmüşüm. Kimsede ciddi bir yara yoktu. Sadece arka cam patladığı için benim kafam arkadan yaralanmış kan akıyordu. Doktor Ömer Bey başıma tampon yapıp kravatla bağlayarak kanamayı durdurdu. Biz neden kaza yapmıştık. Araba neden yoldan çıkmıştı. Onu düşünürken birde baktım arabanın sağ arka tekeri hiç yerinde yok. Akis demiri kırılmış sağ arka teker yuvarlanarak beş büz metre aşağıya doğru gitmiş. Arabanın direksiyonunu ön tekerleklere bağlayan demirler Ali beyin asılması sonucu ölü yılan gibi büküm, büküm bükülmüştü. Allah muhafaza arabayı güçsüz, cılız bir insan kullansa, araba sağ tarafa gider yaşama şansımız kalmazdı. Ben kaza anındaki çaresizliğimizi görünce Müdür Beye sarılarak dakikalarca ağladım.

Biz kaza yaptıktan beş dakika kadar sonra Gedikli ve Yukarı Nasırlı köylerinden ilçeye giden iki minibüs geldi. Minibüsteki yolcular arabayı yolun şarampolüne yittiler. Yoldan geçen bir taksiyi durdurup bizi sağlık ocağına gönderdiler. Can kaybımızın olmadığına üçümüz birden seviniyorduk. Dört beş takla attıktan sonra param parça olmuş, hurdaya dönmüş arabanın içinden üçümüzün birden sağ çıkması rabbimin bir takdiri ilahisiydi. Arabanın vaziyetini görenler bizim arabadan sapa sağlam çıktığımıza inanmıyorlardı. Eğer birimiz bu kazada hayatını kaybetseydi, diğer iki kişi için fani dünyada yaşamasının hiçbir manası kalmazdı. Ömer Bey sağlık ocağına giderken bana “hocam bulantın yoksa senin başına burada dikiş atalım, hastaneye gitmene gerek yok dedi. Bende bulantım yok dedim. Acı haber tez duyulur diye boşa söylememiş atalarımız. Biz sağlık ocağına vardıktan kısa bir süre içinde sağlık ocağına yüzlerce insan geldi. Ortalık ana baba gününe döndü. Bu arada sağlık ocağının sekreteri Şeref Bey gitti berber Davut’tan bir tıraş makinesi getirdi. İşi de biraz şakaya getirerek saçımı sıfır numaraya kesti. Sağlık ocağının hemşiresi Medine Hanım ise önce başımdaki yaranın içindeki cam kırıklarını temizledi, sonrada yarayı dikti. Daha sonrada başımdaki yaranın enfeksiyon kapmaması için doktorun söylediği iğneleri yaparak tedavimi tamamladı. Allah hepsinden de razı olsun. Tedavim tamamlanınca beni bir arabayla Gölbaşı’na gönderdiler.

Gölbaşı’ndaki evime vardığımda eşimi evde görünce bir hoş oldum. Eşimin o saatte iş yerinde olması gerekiyordu. Belören Sağlık Ocağındaki bir arkadaş benim kaza yaptığımı ve Gölbaşı’na gittiğimi haber vermiş. Eşimde apar topar eve gelmiş. Ben eve girip boy aynasında kendime baktığımda ceketimdeki kanı, başımdaki sargıyı görünce birdenbire hüzünlendim. Gözlerimden yaş geldi. İğne vurulduğu için orucum bozulmuştu zaten. Bende altı ay önce sigarayı bırakmıştım. Bu üzüntülü haleti ruhiye içinde sigara içmeye yeniden başladım. Bir hafta boyunca geçmiş olsun diye gelen misafirleri ağırladık. Bir hafta sonra arkadaşlarla hayvan pazarına gidip birer tane kurbanlık alıp kestirerek ihtiyaç sahiplerine dağıttık. Bir sadaka bin belayı def eder. Birimizin bir iyiliği karşı geldi de biz bu kadar ciddi bir kazayı burnumuz bile kanamadan atlattık. Rabbime sosuz şükürler olsun.

Yukarıda anlatmaya çalıştığım üzere aynı yolda üç kere trafik kazası geçirdim. Üçü nüde Rabbimin yardımıyla burnum bile kanamadan hafif şekilde atlattım. Demek ki benim bu dünyada yiyecek ekmeğim, içecek suyum bitmemiş. Rabbimin bana verdiği nefes tükenmemiş. Eğer ölseydim kemiklerim çürür, mezarımın üstünde yeşil otlar biterdi. Anamın benim için söylediği ağıtlar “Celal Oğlan Türküsü” gibi dilden dile söylenir dururdu belki de. Geçirdiğim son kazanın bile üzerinden çeyrek asır geçtiği halde bu fani dünyada bir günahkâr kul olarak yaşamaya devam ediyorum.

Sizlere tavsiyem odur ki “trafik kurallarına uyalım, uymayanları uyaralım.” Trafik kazasında bos yere yaralanarak, vefat ederek arkamızda gözü yaşlı anneler, babalar, kardeşler, eşler ve çocuklar bırakmayalım. Araba kullanırken bütün trafik kuralların eksiksiz yerine getirelim, sonrada kendimizi Yüce Mevla’ya tevekkül edelim. Tedbir olmadan tevekkül olmaz diyor, hepinize de kazasız belasız yarınlar diliyorum.

MÜNACAAT /Ferhat ALTUN

 



gel ve beni kurtar bu kuyudan 

sultan olmak değil niyetim 

yeter ki kurtulayım

dünümden, bugünümden, yarınımdan


sana isyan etmiyorum 

yolumun üstündeki kuyuyu ben görmedim 

ayağım burkuldu 

ben düştüm 

sen gelmelisin

çünkü beni yürümeye layık sen gördün

ayağımı burkan yolu sen yaptın


gel ve beni kurtar bu kuyudan 

sultan olmak değil niyetim 

yeter ki kurtulayım

dünümden, bugünümden, yarınımdan


alaaddin bir kuş tüyü olmak isterdi

mustafa bir gök sarnıcı

ömer bir dinamit

ben hiç


gel ve kurtar beni kuyudan

ses de istemiyorum 

su da

sana isyan değil niyetim

yeter ki kurtulayım 

dünümden, bugünümden, yarınımdan


ŞİFA NİYETİNE / Nurcihan KIZMAZ













Gözlerinin yeşilinden ek ömür bahçeme

Kök salayım huzura dallanıp budaklanayım,

Merhem ol, ilaç ol şifa ol gönlüme

Kabuk kabuk dökülsün yaralarım.,


Gülüşünü serpiştir gecelerime yıldız yıldız,

Sabahım ol, güneşim ol

Hatırına yağsın bahar yağmurları,

Umut tohumları ekilsin toprağın en derinlerine,

Kuşlar konsun  gökkuşağının her rengine,


Yazamadığım şiirim ol; gırtlağımda düğüm düğüm,

Kafiyem ol mahlasım ol

Sinemde büyüttüğüm,

Canımdan can,

Kanımdan kan,

Ömrümden ömür verdiğim


Dengem ol mizanın sağ kefesinde,

Değilmi ki herşey dengi dengine

GURBETTEKİ DOSTTAN BİR HÜZÜNKÂRIN ÖMÜR SAYFALARINA/Samet YURTTAŞ

Selâmûn Aleküm,

Öncelikle deprem afetinde kaybettiğimiz ağabeylerime ve kardeşlerime Allah'tan Rahmet diliyorum. Makamları Âli olsun inşallah. 

Her ne kadar Maraşlı olmasam da Maraşla kütük ya da nüfus bağım olmasa da 2022 yılında 40 günlük Kahramanmaraş ziyaretimde Maraşla aramda hiç kopmayacak bir gönül bağı oluşmuştur. Bu ziyaretim sırasında çok kıymetli Yoldaki Kalemler'in dostlarıyla, ağabeylerle, hocalarımla tanışma fırsatım oldu. Ahmet Doğan İlbey ağabeyin muhabbetiyle, hüznüyle demlenmek nasip oldu. Hasan Ejderha hocamın sıcak, samimi ve dostane sarılmasıyla kendimi evimde gibi  hissettim. Mehmet Yaşar Ağabeyin hatipliğiyle yön verdiği  şiirlerinde kendimi buldum. Rektörlüğün damında ahir dağının hikayesini anlatırken sarıp ikram ettiği tütünün tadını hiç bir tütünde bulamadım. Tütün mü ballıydı yoksa muhabbet mi ballıydı hala düşünüp dururum. 

Ferhat Ağca'nın tebessümü ve güler yüzü maraşın kendisini hatırlatmıştır bana. Gülünce Maraş gibi gülerdi. 

Enver Çapar ağabeyin derin düşünüşlerini dalıp gitmelerini merak etmişimdir hep.

Bunun gibi daha bir çok sayabileceğim güzel hatıralarım, dostlarım oldu ve gönül bağı kurdum Maraşla. Yaşadığımız deprem afeti nedeniyle ara verilen yoldaki kalemlerin tekrardan başlaması aktif olması beni de çok mutlu etmiştir. Okuduğum her metin maraş'la olan gönül bağımı tazelemekte ve dostlarımdan iz taşımaktadır. Bu nedenle yoldaki kalemler dostlarına teşekkürlerimi sunuyorum. Edirne'den Maraş'a selam olsun, Yoldaki kalemler'e selam olsun.

Selam, muhabbet ve dua ile...

Allah'a emanet olunuz...

Ağzı süt kokan maraşın dağlarından

Türküler söylerdik şehri kuşatan

Sen susmayı tercih ederdin Ahmet abi

Ferhatın konuşurdu senin lisanından 

Biz susardık şiir konuşurdu 

Bir hüzünkârın ömür sayfalarından


O zamanlar kavis çizerekten

Meclisimize gelenler kuştu.

Biz bilirdik ki  

Konuşan Mevlana, Hacı Bektaş, Yunustu...

Biz susardık onlar konuşurdu.

Serin ve berrak dağ suları akardı

Gözlerimizden göğsümüze doğru.


Bismillah diyerek girdiğin dükkanda 

Hep aynı köşeye otururdun

Şehre hüzün otururdu Ahmet abi

Biz hüznünle yeşeren 

Bin dallı çınarın gölgesinde otururduk

Biz susardık sen konuşurdun

Sanki bin dallı çınar konuşurdu


Gece ağarınca 

Gurbet kokulu mendilini çıkarırdın

Biz susardık sen konuşurdun

Yüreğinden mendiline damlayan kan konuşurdu

Şimdi mendilindeki kandan 

Gül bahçesi devşiriyor zaman

Senin sesinle demlenen dostların

Her iç çekişte tütün sarıyor sil baştan


HİKÂYE MALZEMESİ DÜKKÂNI : DAYIMIN KIZININ BAYRAM ŞEKERLERİ /Hasan KEKLİKCİ

        -Vaay! Hoş geldin dayı.

-Hay sağ olasın aslan dayım.

-Ya Hu yapma şunu, sen benim dayımsın. Hatta sizin orada tanıdığım kim varsa hepsi benim dayım değil mi? Kaldı ki bu dayı lafını bizlere belleten de yine sensin, canını sevdiğim dayım. Gel hele gel, yorulmuşa benziyorsun. 

-Hiç sorma dayı Adana’dan geliyorum.

-Ohoo, Adana sana ayakyolu gibi gelir, yormaz seni Adana’ya gidip gelmek.

-Adana’ya Kayseri’den gittim. Kayseri’ye de bizim oradan gitmiştim.

-Desene sabahtan beri yoldasın. Çayın demli olduysa biraz su çekeyim. Hayırdır patronu mu gezdiriyorsun?

-Yok, eline sağlık çayın demi güzel olmuş. Ha, onu Kayseri’ye havaalanına bıraktım. Adana’dan da birini alıp buraya getirdim. 

-Allah yardımcın olsun dayı, bu iş böyle. Koltuğunuzun altına bir ekmek sokuyorlar ama burnunuzdan da getiriyorlar. Kayseri, Adana deyince şimdi aklıma geldi, senin Oğuzeli’ne bir büyük adam götürmen vardı zamanın behrinde, nasıl olduydu o iş?

-Aboov hiç sorma o işi! Nasıl bir işti o öyle? Kiş kiş, Allah bir daha göstermesin. Adam bizi yiyecekti! Gene bir gün bizim orada büyük bir toplantı vardı. Memlekette insan kalmamış hepsi oraya gelmişti dayı. Bir bayram sonrasıydı. Biz bir gün evvelden parkın içini masa sandalye ile donatmıştık. Hani bizim şu Yukarıköylü yarım akıllı var ya, onun aklına uyup bir masa da kendimize hazırlamıştık. İşin sonunda, koşturmaktan ne masa, ne yemek göremedik tabii de. Çünkü bizim ekip, hem millete hizmet ediyor, hem konuşmaları dinliyor ve hem de en çok alkışı çalıyor. Emir öyle geldi çünkü. 

Öğleden sonraydı; güneş, günün en yüksek yerine çıkmanın yorgunluğunu üzerinden atmış, yavaş yavaş ikindiye doğru süzülüyordu. Parkın ağaçları güneşe uymuş, gölgelerini sere serpe uzatmaya başlamışlardı. Küçük ağaçların gölgeleri her geçen dakika büyük ağaçların gölgelerinin altında kayboluyordu. Parkın aşağısındaki ovada bulunan kavak ağaçları; yukarıdaki parkta elinde mikrofon,  memleketi kendisi kurtarmış gibi konuşmalar yapan büyük siyasetçilere, onların altındaki az büyük siyasetçilere ve onların da altında bulunan ama memleketi bırak, dünyayı kurtarmış siyasetçilere; bütün bu konuşan insanlar var ya, işte onları, o bulundukları yerlere taşımış olan, onların orada kalmalarının kendilerinin elinde olduğunu iddia eden çeşit çeşit, cins cins koltuk sahiplerine; kürsüdeki konuşmacıyla beşinci dakikada göz temasını kaybeden, atılan nutukların bir kelimesini bile anlamadıkları her hallerinden belli olan, “Şu iş bitse de bir an önce yemeğimizi yiyip evimizin yolunu tutsak.” diye birbirine dert yanan sıradan insanlara; karşı tepedeki kamalak ağacının tepesinde öten alakargaya kendilerini gösterebilmek için yükseliyor, en ufak bir rüzgârda sağa sola yatıp duruyorlardı. Parkta yerlere dökülen ekmek kırıntılarını kapabilmek için karıncalar sineklerle, eşekarıları, kızılarılarla yarışa girmişlerdi sanki. Dört gözlü köpük tabaklardaki yemeğini bitiren ve üstüne iki dilim de baklava götüren bizim memleketin insanları; mideleri dolu, elleri, gönülleri boş olarak parkı terk etmeye başlamışlardı. Ellerinin, gönüllerinin boş olması; bunca atıp tutmanın ardından “Filan adam da şunu dedi.” diyecek, çayhanede, kahvehanede ballandıra ballandıra bu toplantıyı kaçıranlara anlatacak bir laf duyamadan gitmeleriydi. 

Haklıydı da insanlar. Mikrofonu her eline alan, “Sayın liderimizin dediği gibi. Sayın liderimiz şunu dedi.” gibi laflarla başlıyor, arada, dünyada hiç duymadığımız kelimelerle bir kısım laflar ediyor, ardından da sayın liderimizin sözüyle bitiriyorum, diyerek insanlardan zorla alkış alıyor. Hele bir kısım insanlar çıkıyorlar ki konuşmaya; kürsüye varıncaya kadar ne konuşacaklarını bilmiyorlar, kürsüden indikten sonra da sorsan ne konuştuklarını bilmezler. Hey bre Müslüman, sen ne oluyorsun sen? Sen kimsin? Yok mu kendine ait bir çift sözün, bir söz üretecek beynin? Bir ayağın şu garip milletin omuzlarında, bir ayağını da uzatmışsın Ankara’ya! Ha şunu da yüzlerine vurmak gerekir; laf Ankara’dan, hizmet bizden, masraf patrondan. İhale!.. İhale, beyefendinin dokuzuncu göbekten hısımına! 

İhale bende kalmış olmalı ki patron çağırıyor, dediler. Koştum. “Beyefendiyi bilmem nereye bırak gel.” dedi. Az sonra siyah arabanın sağ arka kapısını sağ elimle açtım, sol elimi kapının üst kısmına tutarak beyefendiyi arabaya bindirdim. Aracın arkasından dolaşarak hızlıca şoför koltuğuna oturdum. Makam şoförü makam koltuğuna benzer; gözsüz, kulaksız, elsiz, dilsiz olur. “Git” gider. “Gel” gelir. Gidip geldiği aracın içinde dünyalar kurulur, dünyalar yıkılır o hiç birini görmez, hiçbir şey duymaz. Fakat şu kadarını söylemekte de bir beis olmasa gerek; adam aracın içine girdi oturdu, ara sıra birilerini aradı, ara sıra da kendisini arayanlara cevap verdi. Rahmetli babam bazen birinin bir lafını verirdi çevresindeki böbürlenenlere, kendini beğenenlere. Derdi ki “Uyku her ikisini de alıp gidince, taht üzerindeki padişahın ovadaki Kürt’ten ne farkı kalır.” Büyük bir âlimin lafıymış bu. Adını da derdi adamın, Şeyh Sadi mi, Sadi Şirazi miydi işte. Zaman zaman bedenini uykuya teslim etti, bizim ağır yolcu. Zaman zaman uykuyu içinde hapsetti. Uyanmak zorunda kaldığında homurdandı. Yani, aynı senin benim gibi uyudu, uyandı. Ne zaman ki havaalanını gördü işte o anda çıldırdı! Bambaşka bir şey oldu. Ne senin benim gibi ne, ne bileyim başka biri gibi çıldırdı! Tarifi imkânsız. Anlatmaya dil dönmez. Anlatılsa havsala almaz. Adam kendini yırtıyor, her yırtığından bir bağırık, bir çığlık çıkartıyor. Arabanın tekerleklerini yerden kesiyor! Nefesi yanardağ lavı gibi arabanın içine yayılıyor, soluk alamaz oluyorum. Sağa çektim durdum! Dörtlüleri yaktım! Çıktım dışarı! 

Bugün bayramın, Ramazan bayramının üçüncü günü. Bir haftadır eve gece gidip, sabahın köründe işe geliyorum. Bayram öncesi işyerinde bayram hazırlıkları, bayramda ağanın misafirlerine hizmet, bayram sonrası da aha hâlim, aha kılığım! Ayda yılda bir gördüğüm bir adam. Dünyanın fırçasını helkeyle başımdan aşağıya boşalttı. Suçum ne bilmiyorum. Adam sade bağırıyor. Bana ne dendiyse ben onu yaptım. Emir kulu emre kulluk eder, kula kulluk yok kitapta. Bayramın üçüncü günü olmuş. Çocuklarımın bayramlık elbiselerini sırtlarında göremedim henüz. O elbiseleri de hanım tek başına almıştı. Dün akıl edip yastıklarının altına bayram harçlığı koydum. Gece hanım dert yandı, kızım yastığının altındaki parayı almamış. “Ben” demiş, “babamın elini öpüp kendinden almak istiyorum parayı.” Her gittiği komşudan benim için de şeker toplamış. Ben bayram harçlığını verdiğimde, kendi de bana topladığı şekerleri verecekmiş. Elimi öpecekmiş, şekerleri verdikten sonra, kendisini öptüğümde, kendi de beni yanağımdan öpecekmiş. Bu kız çocukları da yaman oluyor. Beni öpünceye kadar ninesinin, ellerine yaktığı kınasını benden saklayacakmış. Kınalı ellerini öpermişim, yüzüme sürermişim. Ninelerin yaktığı kınalar şifa olurmuş insana. Oğlanların işi iş; birer tane patlak tabanca almışlar, kalan paralarını da mantara verip bitirmişler o günden. Diziyırtığın Abidin söyledi; dün, anam onun anasına dert yanmış, senin oğlanla bizim oğlan bayramı seyranı unutuklar, demiş. Abidin’in anası da tasdik etmiş, dünyaya tapık ahretliğim bunlar, demiş. Ah zavallı anacığım... Allah izin verirse kınaların solmadan öpeceğim elini.

Mırtıkçı damına konup havalanan pahalı kuşlar gibi havaalanına inen ve kalkan uçaklara dalıp gitmişim. Biri iniyor, birazdan acayip bir gürültüyle diğeri kalkıyor. Havaalanın bulunduğu ovaya akşamın loşluğu çökerken, yükselen uçaklar güneşin son ışıklarıyla parlıyor. Havalanan her uçaktan sonra, ağıllarının kapısı açılmış koyun sürüsü gibi çeşit çeşit araçlar otoparktan dışarı akışıyorlar. Analarını bulmaya çalışan kuzular misali birbirlerinin önüne geçmeye çalışarak zar zor ilerliyorlar bir müddet. Ana yolu buldular mı Allah ne verdiyse basıyorlar gaza. Nihayet arabanın içinden beklediğim ses arka camdan geldi. Aşina olduğum bir ses bu. Genelde sağ elin işaret parmağı dokunduğu camdan çıkartır bu sesi. Bu ses aynı zamanda arabanın içerisindeki insanın ruh halini de açığa çıkartır. Eğer ses cama inip kalkan bir yumruktan çıkıyorsa dinlen, dinlen kaç o arabadan. Bereket versin, duyduğum sesi sağ elin işaret parmağı çıkartıyor. Hiçbir şey olmamış gibi geçip koltuğuma oturdum. Sara nöbeti sonrası ortalığa yayılmış hava benzeri bir hâl vardı aracın içinde. Nispeten sakin bir ses, sol tarafımızdan havalanan uçağa hitap ediyormuş gibi bir üslûpla Şakirpaşa’ya gidiyoruz, dedi.    

Buradan Şakirpaşa iki saat. Buraya iki saatte geldik. Şakirpaşa’dan ev iki saat. Hepsi altı saat. Ne var ki bu kadarcık yol gitmede. Ama iş öyle değil; insanın sade gövdesine çarpmıyor kötülük ve insan yüreğinden alıyor esas yarayı. Şakirpaşa’ya kadar olan yol, Oğuzeli’ne kadar olan yol gibi geçti. Kapıyı açmaya yetişemedim. Adam kapıyı benden önce açtı. Şakirpaşa’nın, büyük adamların girip çıktığı kapısına doğru yürüyüp gitti. Ben bir ay kadar sonra öğrendim başıma gelenleri. Adam bize en yakın havaalanından, Erkenez’den binecekmiş uçağa. Bana başka bir yer tarif edilmiş. 

-Diline sağlık dayı. Bu arada aklıma geldi, şu senin büyük adam arabaya bindiğinde dilinin ucuyla da olsa senin bayramını kutlayıp, hâlini hatırını sorduktan sonra, nereye gideceğini söylemedi mi?

-Dayımın da dediğine bakın hele. Hey yavrum hey!...



___________________________________________________________________________________

NOT: Satılan, anlatılan ve yazılan hikâyeler tamamen hayal ürünüdür. Hiçbir kişi veya kurumla alâkası yoktur. Hiçbir hayvana zarar verilmemiştir.

MARDİNLİ İBRAHİM'İN KABE'YE ŞÖYLE BİR BAKTIĞIDIR/Ferhat ALTUN









hacca gidene hacı

umreye gidene mutemir diyorlar ibrahim

hani sen gönlündeki kızın

babasını hoş etmek için 

süryani yumurtasını taşa çalmıştın

gidip sürmüştün yüzünü hacerü'l-esvede

bir kuş gibi

gönlünde  yuva etmişti aşkı peygamberin


"bu bir kuş ki

çiçek açar konduğu yerde

hele bir açsın kanatlarını

rüzgar sümbülteber taşıyan bir çocuk gibi gelir 

bir kuş ki 

bahar getirir gönlüme bile"


bir ibrahim put kırdı

birisi dikti putu 

sen ne yaptın ibrahim?

gittin, taşı öptün

gönlün yumuşadı.


BİR GÖNÜL DOSTUNA MEKTUP / Durdu GÜNEŞ


Ah Ahmed’im sana mektup mu yoksa dua niyetinde dileklerimi mi yazacağımı bilemedim. İnsan gurbetten sılaya, sıladan gurbete mektup yazar. Mektup hayattaki ayrılıkların köprüsü, bu dünyadan göçenlere köprü ise iyi hatıralar ve dualarla yad etmektir. Ben ise arada kaldım. Çünkü öbür dünyayı bilmiyorum ama inanıyorum. Senin vefat ettiğini ise biliyorum ama inanamıyorum. Bu nedenle yazdıklarım hem mektup hem de hatıralarla, dualarımdır. 

Ayrılıkların ardından insan hatıralara tutunarak bir şeyler söyler ya. Ben de masama Bahattin Karakoç’un Firavun Mezarlığı dediği Mehmet Gülebenzer’in stüdyosunda birlikte çekildiğimiz bir fotoğrafı koydum. Fotoğraf uzun süre masamda kaldı. Seninle beraberdim, yine eskisi gibi sessiz sohbet ediyordum. Ama yazı yazıp mektuba dönüştüremedim. Aslında görüntüler de yazılar da hakikatin bir gölgesi ama kendisi değildi. Tam yazıya dökülemiyordu duygular.  Sonra fotoğrafı kaybettim. Masamda yoktu. Aradım bulmadım. Acaba saf sevgi, saf dostluk duyguları aramızdaki bağda fani şekilleri kaldırmak mı istemişti.

Seninle ilk defa İstiklal Gazetesinde karşılamıştık. İlk tanışmamızı tam hatırlamıyorum. Çünkü yüz yüze geldiğimiz anda daha önce tanışıyor ama yeni karşılaşmamışım gibi gelmişti bana. Karşılıklı sevgiyle dolan bir kalbe bir başlangıç tarihi koymak mümkün olmuyor. Şimdi yazarken bunu fark ettim. 

K. Maraş’ta görev yaparken sık sık İstiklal Gazetesi bürosuyla Ali Saim Emirmahmutoğlu’nun çıkardığı Turizm Gazetesi bürosunda bir araya gelirdik. Sen, ben ve Hasan Ejderha’dan oluşan üç edebiyat sevdalısı dost sonradan, “dükkân” adı altında genişledi, gelişti ve “yeni güzel adam”ların yetişmesine vesile oldu.  “Dükkân” birbirini seven insanların, birbirlerine gönüllerini rahatlıkla açtıkları bir mekandı. “Dükkânın özel bir dili oluşmuştu. Bu dili ancak “dükkân ehli” olanlar bilirdi.  Görevim gereği Kahramanmaraş’tan ayrılmama rağmen her zaman kendimi “dükkân ehli”nden biri olarak hissettim. 

Ahmed’im bir araya geldiğimizde sen beni dinlemeye çalışırdın.  Ben de seni dinlemeye çalışırdım. Ama fazla konuşmamız olmazdı. Sanki birbirimize bilgi aktarımı değil, sevgi aktarımı olurdu. Kalpler birbirine çok yakınsa konuşma ihtiyacı kalmıyor gibi. Bilgi hep kelimelere ihtiyaç duyar da sevgi kelimelere pek ihtiyaç duymuyor. Sevgi anlatılan, aktarılan bir şeyden ziyade hissettirilen bir şey. Hatta kelimeye dökülürse derinliğini kaybeden bir şey. Herhalde ondan olsa gerek ki seninle bir arada olmak yeterdi. Konuşmak tali bir şeydi. 

Sen dostluğa, erdeme, fikre, türküye, yazıya önem veren biriydin. İnsanca yaşamak, yazılarınla bir anlam üretmek ve anlamlı sosyal bağlar kurmak için hep gayret ettin. Bu uğurda elinden gelenin en iyisini yapmaya çalıştın. Anlamlı bir hayatın, anlamlı yazıların ve anlamlı dostların oldu hep.

Sen yazılarında doğru bildiklerini anlattın. Duygu olarak yazılarında hüzün çok öne çıkıyordu. Hatta ilk kitabın “Bir Hüzünkârın Tahrir Defteri” ismiyle çıkmıştı. İnanan bir insana en çok hüznü yakıştırıyordun. Ben ise yazılarımda hayat sevincini besleyen düşünmeyi ve mizahı önceliyordum. İkimizin de üslubu birbirinden farklı idi. Fakat aramızdaki sevgi bağı, her iki üslubu da sevimli kılıyordu.

Bir keresinde Ankara’dan subay arkadaşım Bekir Bey’le dükkâna gelmiştik. Bekir Bey bana, “Ankara’dan dostlara ne gider diye düşündüm. Sonra aklıma gömlek geldi. Arkadaşlara gömlek aldım.” Demişti. Gömlekleri mahcup bir izah sıkıntısıyla dükkânda vermişti. Bekir Bey de derviş meşrep biriydi. Sonradan senin de sevdiğin kişilere gömlek aldığını öğrendim. Acaba derviş meşrep insanlar arasında gömlek bir sevgi dili miydi?

Yine bir gün Ankara’dan gelmiştim. Dükkânda sohbet ederken, düşünce olarak dükkân ehlinden uzaklaştığımı hissettim. Eski dostluğumuzdaki düşünce dünyamız farklılaşmıştı. Benim düşüncelerimde daha fazla seküler bir alan, dükkân ehlinde ise daha fazla dini alan yer alıyordu. Bu durumu muhasebe etmemle birlikte sevgimde bir eksilme olmadı. O zaman şunu düşündüm. İnsanın iç dünyasında sevgi bilgiden daha önemli ve güçlüymüş.

6 Şubat depremi sonrası yaşananları hala kavramış değilim. Seninle vedalaşmadığım için henüz bu dünyadan gittiğini düşünemiyorum. Zihnimde, gönlümde yaşadıklarımız, düşündüklerimiz, hissettiklerimiz varlığını devam ettiriyor. Gerçek mezar birbirine seven insanların kalbi değil midir? Yunus Emre’nin “Ölürse tenler ölür, canlar ölesi değil” dediği bu olsa gerek. Neticede hepimiz ebediyet yolcusuyuz. Ara durakların ne önemi olabilir ki…Ebediyet yolculuğunda yine hepimiz bir araya gelmeyecek miyiz?

Ah kardeşim, Ahmed’im, bu aşamada yazmak da konuşmak da gereksiz bir gevezelik gibi geliyor. Seninle bir araya geldiğimde sessiz de konuşabiliyorduk ne de olsa. Bir gün gelip Kapıçam mezarlığında sohbete kaldığım yerden devam edeceğim. Ruhun şadolsun. 


MASİVA BİR TEVEKKÜL /Ahmet Özmen KILIÇ



Çok uzun bir zamandan geliyorum,

Yaşım çocuk,

Zamanım genç,

Önümden ihtiyar bir hayatla akıp geçiyorum.


Önce hayat arasında aşk molası veriyorum,

Bütün genç duygularımı ihtiyar hayata yüklüyorum.

Sonra aşk arasında hayat molasına çıkıyorum,

Çocuk başımla genç zamana tutunuyorum.


Bazen sıska vücudumla saklanıyorum,

Kendime güvenli bir erkete arıyorum.

Kimsenin beni görmediğini sanıyorum,

Rüya içinde rüyadan uyanıyorum.


Bir hayal alemine düşüyorum,

Yavaş yavaş büyüdüğümü görüyorum.

Her gece ölüm kabusuyla irkiliyorum,

Yine bir sabah güneşinde doğuyorum.


Çok uzun bir zamandan geliyorum,

Yaşım çocuk,

Zamanım genç,

Önümden ihtiyar bir hayatla akıp geçiyorum.



25.01.2022


KARPUZ / Teyfik KARADAŞ


Dünyaya gözlerimi açıp; insanları ve çevreyi tanımaya başladığım andan itibaren, ilk hatırladığım insanlardan birincisi anamsa, ikincisi dedemdir. Dedem uzun boylu, geniş omuzlu, çakır gözlü, çatık kaşlı ve iri-yarı bir insandı. Ağırlığı ise yüz yirmi beş, yüz otuz kilo civarındaydı. İri çenesinin üzerine doğru uzanan ipeksi beyaz sakalları ile nurani siması, dedemi köyümüzde yaşayan diğer insanlardan ayıran en belirgin, en ayırt edici özellikleri arasında yer alırdı. Ayağına giydiği tabanı traktör tekerinden, üzeri hakiki gönden yapılmış köşker işi yemeni, beline bağladığı beş altı gözlü adına kubur denen meşin çanta, başına takmış olduğu fes dedemin fiziksel görüntüsündeki heybetini bir kat daha artırırdı. Giymiş olduğu Frenk ipi kumaştan dikilmiş Maraş şalvarı ile Suriye’den gelme parlak ceket dedemin dış görünümüne ayrı bir hava katardı. Dedem fiziki yapısı ve giymiş olduğu kıyafetleriyle birlikte bir bütün olarak değerlendirildiğinde kendisine münhasır otantik bir insandı. Dedemin eviyle bizim evimiz arasında sadece beş altı metre genişliğinde bir sokak vardı. Dedem aynı zamanda bizim en yakın komşumuzdu.

Ben ise o zamanlar çok yaramaz, çok şımarık bir çocuktum. Evde, sokakta, okulda ve bulunduğum her ortamda sürekli olarak yaramazlık yapardım. Yaramazlık yaptığımda ise anam bana kızar, bağırır, çağırır bazen de döverdi. Babam köyümüze on kilometre mesafedeki kışlakta hayvanlarımıza baktığı için çoğu zaman evde bulunmazdı. Ben de anam bana kızmaya başladı mı fırsat bulabilirsem koşaraktan canımı dedemin evine atardım. Dedemin evinde amcamın çocuklarıyla oynar, yemeğimi yer annemin öfkesi geçtiği zaman yeniden evimize gelirdim. Dedemde nenemde beni çok severlerdi. Dedem anama kızmasın diye, anamın bana kızdığını dedeme hiç söylemezdim. O günün şartlarında köyümüzde elektrik, su ve yol gibi alt yapı hizmetlerinin olmadığı halde günlerimiz huzurlu ve mutlu geçerdi.

Un, bulgur, peynir, yağ gibi gıda maddelerini kendimiz üretir, kendimiz yerdik. Yufka ekmek, turşu, tere yağlı bulgur pilavı gibi yüzde yüz organik doğal ürünlerle beslenirdik. Bu nedenle insanlar o yıllarda pek hastalanmazdı. Hastalananlarda genel olarak doğal yöntemlerle tedavi edilirdi. Başı ağrıyan insanlara nazar muskası takılır, yarası olanlara köyde kadınlar tarafından içine çeşitli şifalı bitkiler katılarak imal edilmiş merhemler sürülürdü. İnsanlar doğal ortamı içinde yaşar giderlerdi.

Dedem çiftçilikle uğraşırdı. Geçimini çiftçilikle sağlardı. Evinde biri beyaz, diğeri kırmızı renkli iki tane öküzü vardı. Tarlaları bu öküzleri koştuğu kara sabanla sürerdi. Dedem öküzlere ve ata doğrudan kendi bakar, kimseye güvenmezdi. İneklere, danalara ve diğer hayvanlara genellikle nenem bakardı. Dedem senenin yarısını köyümüzün batı kısmında çam ormanlarını içinde yer alan Kasımoğlu mevkiindeki tarlasında geçirirdi. Kasım oğlundaki tarlasında buğday, arpa ve nohut gibi kaliteli tahıl ürünleri üretir, ürettiği ürünleri de yüksek fiyata satarak bol para kazanırdı. Dedem tarlaya giderken amcamın, halamın çocuklarından birini veya beni yanı sıra götürürdü. Dedem tarlada çalışırken biz hem inekleri otlatır hem de kabaktan yapılmış sürahi ile pınardan dedeme su getirirdik. Dedem   torunlarının kendisinin suyunu getirmesinden, hizmetinde bulunmasından çok mutlu olurdu. Tabii ki kendisine yapılan hizmetler karşılıksız bırakmazdı. Akşam tarladan eve dönerken kuburundan para kesesini çıkartır, kendisiyle tarlaya giden torununa o günkü çalışmasına karşılık olarak hatırı sayılır miktarda para verirdi. Bizde dedemden aldığımız parayla hemen Muzaffer’in bakkalına koşardık. Bakkaldan sucuk, lokum, şeker veya bisküvi gibi yiyecekler alır, aldığımız yiyecekleri küçük kardeşlerimizle birlikte güzelce yerdik. Dedem yanı sıra en çok beni götürmeyi isterdi. Çalışırken verdiği istirahat saatlerinde bana güreş tutmayı, ata binmeyi ve silah sıkmayı öğretirdi. Bende dedemin benimle ilgilenmesinde ve vermiş olduğu eğitim ve taktiklerden fevkalade memnun olurdum.

Dedem Kasım oğlundaki tarlasının yarısı eker, yarısını nadasa bırakırdı. Nadasa kalan tarlaya bazen karpuz, bazen nohut ekerdi. Ekmiş olduğu karpuzu parayla satmaz, tarla komşularına, hayvan otlatan çobanlara ve yöre halkına hayrına dağıtırdı. Arazinin olduğu yere kamyon, traktör gibi araçlar gitmediği için tarladan elde edilen arpa, buğday nohut gibi bütün ürünler köye eşek, katır gibi yük hayvanlarıyla nakledilirdi. O zaman çiftçilik yapmak çok zor, çok meşakkatiydi. 

Güz mevsimi gelmiş, son bahar yağmurları tarları ekilecek kıvama getirmişti. Dedem tarlaların nemi kurumdan buğday ekmek için her gün kasım oğluna gidip geliyordu. Biz okula gittiğimiz için yanında nenem gidiyordu. Cuma akşamından bana cumartesi günü kendiyle birlikte kasım oğluna gidip gidemeyeceğimi sordu. Bende giderim dede, ödevleri mide pazar günü yaparım dedim. Dedemin benden giderim cevabını duyunca nasıl sevindiğini, nasıl mutlu olduğunu kelimelerle anlatamam. Mutluluktan gözlerinden akan yaşlar, mübarek sakallarına akarak ıslattı desem mü bağla olmaz. Dedemle tarlaya gitmek için sabahleyin erkenden kalktım. Dedemin evine vardım.

Dedem tarlaya gitmeden önce hazırlıkları yaptı. Tohum olarak kullanacağı buğdayın içine kırmızı bir toz kattı karıştırdı. Bana karıştırdığı tozun kör ilacı olduğunu söyledi. Öğle yemeği olarak yiyeceğimiz azığı heybeye koydu. Sabah kahvaltımızı birlikte yaptık. O gün ekilecek tohumu ata yükleyip, heybeyi semerin arka kaşına astıktan sonra inekleri ve öküzleri önümüze alıp yavaş adımlarla tarlanın yoluna koyulduk. Köyümüzün batısında Kahramanmaraş-Kayseri karayoluna paralel olarak akan Ala çayır deresinin suyunu ayakkabılarımızı çıkartarak geçtik. Derenin yakınlarındaki köyümüzün mezarlığında yatan yakınlarımızın ruhlarına Fatihalar okuduk. Kahramanmaraş-Kayseri karayolunu karşıdan karşıya geçerken aşağıdan ve yukarıdan araç gelmediği için hayvanlarımızı sorunsuz bir şekilde karşı tarafa geçirdik. Katran çukurunun rampasına milli bir atlet edasıyla tırmandık.  Öküzler ve inekler gittiğimiz patika yola alışkın oldukları için bizim hiçbir müdahalemiz olmadan menzile doğru ilerliyorlardı. Katran Çukuruna doğru bir yay gibi kıvrılarak ilerleyen patika yoldan yeşil çam ormanlarının arasında koşan sincapları görüp ve değişik makamlarda öten binlerce kuşun seslerini dinleyerek sırtımız terlemeden zirveye çıktık. Dağın tam tepesinde bulunan Katran Çukurundan doğuya doğru baktığımda bizim köyün bütün evleri adeta ayağımın altında kalmış gibi gözüküyordu. Köyden daha doğudaki deli höbek tepesinin başındaki yangın kulesi bütün ihtişamıyla, hakimiyet bende dercesine yöredeki dağlara, ovalara meydan okuyordu. Katran Çukurundan etrafı kısaca temaşa ettikten sonra, tepenin batı yüzüne aşıp üç beş dakika daha yürüyerek Kasımoğlu mevkiindeki tarlamıza vardık.

Dedem tarlaya varmaz atın üzerindeki bütün yükleri koca çamın gölgesine indirdi. Azığımızın bulunduğu heybeyi Koca Çamın alt dalına astı. Tohumluk buğday dolu çuvalları tarlanın üst kısmına taşıdı. Tohumluk buğdayları önüne bağladığı önlüğün içine azar azar doldurarak tarlaya serpti. Dedem tohumları serptikçe sığırcık sürüleri tarlaya konup buğdayları yemeye başladı. Ben teneke çalarak kovalamak istedim ama dedem buna izin vermedi. Dedem bana” Oğlum! Bu buğdayların bir kısmı da kuşların hakkı. Onlar azını yer, çoğu yine bize kalır” dedi. (Bugüne dönüp baktığımda kuşların hakkını düşünen insan kaldı mı? Bilemiyorum.) Elime bir sukabağı vererek beni Kasımoğlu Pınarına suya gönderdi. Ben pınara varmadan Zeynep Hüseyin’in bağından biraz mahra başı üzümü başakladım. Üzümleri Kasımoğlu pınarının buz gibi suyu ile yıkayarak bir kısmını güzelce yedim. Bir kısmını ise sukabağına doldurduğum su ile birlikte dedeme götürdüm. Dedem götürdüğüm suyun yarısını bir nefeste içti. Sukabağının içinde kalan su ziyan olmasın diye, sukabağının armut ağacının çotuğuna koydu. Ben ise tarlanın kuzeyindeki yüksek bir kayanın başına çıkarak merada yayılan ineklerimizi kontrol etim. İnekler güz yağmurları yağdıktan sonra karaçalıların arasından çıkan yeşil otları kıtlıktan çıkmışçasına başını kaldırmadan yiyorlardı. Durumun berkemal olduğunu görünce yeniden dedemin yanına geldim.

Geldiğimde dedem tohumları serpme işini bitirmiş, dinlemek için tarlanın başında oturuyordu. Ben varınca dedem öküzleri kulaklarından tutarak tarlanın başındaki kara sabanın yanına getirdi. Önce onların başını okşadı. Sonra daha uysal yapılı beyaz öküzü boyunduruğun altına soktu. Samı ipini bağladı. Beyaz öküzden sonra kırmızı öküzü boyunduruğun altına sokup samı ipini bağladı. Saban okunu boyunduruğa monte etti. Sabanın ucunda demiri mesesin ucuyla temizledi. Hazırlıklar tamamlandıktan sonra bismillah diyerek başladı tarlayı sürmeye. Dedem saban demirini toprağa batırıyor, öküzler ilerledikçe toprak heyelan olmuşçasına ortadan ikiye ayrılıyordu. Evleğin başına vardıkça dedem öküzleri durduruyor, bir macun gibi saban demirine yapışan çamurları meses ile temizliyordu. Toprağın içindeki taşlar saban demirine takıldıkça öküzlerin aşırı şekilde zorlandığını görmek beni derinden üzüyordu ama yapacak başka bir şeyde olmadığını biliyordum. Ben o haleti ruhiye içinde hem dedemin tarlayı nasıl sürdüğünü temaşa ediyor, hem de çevreyi tanımaya çalışıyordum. 

Tarladaki birdenbire Arı Taşı Tepesindeki meşe ormanlarının içinden gelen çan sesleriyle bozuldu. Zaman geçtikçe çan sesleri artmaya başladı. Çan seslerinin yoğunluğundan olduğumuz yerin yakınlarında büyük bir keçi sürüsünün olduğunu tahmin ettim. Biraz sonra köpek sesleri duyulmaya başladı. Bu arada keçi sürünün ucu Töme Hasan’ın Arı Taşındaki tarlasından gözüktü. Bizim köyde o kadar kalabalık keçi sürüsü yoktu. Muhtemelen bu sürü Binboğa yaylasından Çukurova’ya doğru göç eden Yörüklere aitti. Keçi sürüsünün içinden çıkan iki tane boynu tasmalı çoban köpeği bizim olduğumuz yere yaklaşık üç yüz metre mesafedeki meşe ormanının içine doğru koşmaya başladı. Aynı anda meşe ormanının içinden çıkan bir kurt koşarak bizim yan tarafımızdan geçip güney taraftaki Süsü deresi tarafına doğru gidip, bir dakika gibi kısa bir süre içinde gözden kayboldu. Ben kurdu görünce korkumdan dedeme nasıl sarıldığımı anlatamam.  Bu sırada bizim ineklerde kurttan irkilip, böğürmeye başladı. Köpeklerde kurdun peşi sıra koştular. Bir dakika sonra köpeklerde gözükmez oldular. Dedem “Bu kurt burada yatıyormuş. İyi ki bizim ineklere saldırmamış” dedi ve işini yapmaya devam etti. On dakika kadar sonra köpekler ağızları kan içinde ve yorgun vaziyette kehleyerek yanımızdan geçip sürünün olduğu tara doğru gittiler. Dedem yine “Adamların köpekleri yiğitmiş, kurdu öldürmüşler” dedi. Aradan yarım asır zaman geçtiği halde o iki köpeğin kurdu ne şekilde ve nerede öldürdüklerini merak ederim.

Köpekler yanımızdan geçip gittikten sonra, ben hızlıca üzerimdeki korkuyu atıp dedeme su getirmeye gittim. Ben su kabağına tas ile su doldururken dedemin “Teyfik oğlum yetiş” diye bağırdığını duydum. Hızlıca suyu doldurdum. Koşar adımlarla dedemin yanına doğru yürümeye başladım. Birde ne göreyim tarlanın ortasında futbol topundan büyükçe bir karpuz tarlanın ortasında yatıyor. O sene dedem o tarlaya karpuz ekmişti. Bir tanesi karpuzu bağından koparmadan toprağa gömmüş. Karpuz toprağın içinde büyümüş. Ben su getirmek için pınara gidince karpuz saban demirine takılarak topraktan dışarı çıkmış. Dedemde sevincini paylaşmak için “Teyfik oğlum yetiş” diye bana seslenmiş. Ben karpuzun yanına vardım. Karpuzu taşımaya gücüm yetmedi. Dedem geldi, kapuzu azık heybemizin asılı olduğu Koca Çamın dibine götürdü. Karpuzun üzerindeki çamurları bez ile silip, su ile yıkayarak temizledi. “Bugünde Allah rızkımızı toprağın içinden verdi” dedi. Tekrar öküzlerin yanına gidip tarlayı sürmeye devam etti. Bende inekleri serin yerde yatsınlar diye armut ağacının dibine getirdim.

Çamların gölgesi kısalıp güneş tepemize gelince dedem” öğle oldu oğlum Teyfik git su getir de azığımızı yiyelim” diye bağırdı. Ben hem dedemin abdest ıbrığını, hem de su kabağını alarak pınara gittim. İkisinde doldurup azık yiyeceğimiz yer olan Koca Çamın dibine döndüm. Dedemde tarla sürmeyi bırakıp öküzlerin yemini vererek yanıma geldi. Dışı mavi olmakla birlikte ateş isiyle siyahlaşmış çaydanlıkla su kaynatıp güzelce bir çay demledi. Sonra karpuzun dörtte birini kesip bir tepsini içine dilimledi. Heybeyi çamdan indirip azığımızı çıkarttı. Öğle yemeğimizi afiyetle yedik. Yediğimiz karpuz buz dolabının buzluğundan çıkmış kadar soğuk, şeker şerbeti kadar lezzetliydi. Yemekten sonra içtiğimiz çayı nasıl anlatsam bilemiyorum ama sizin anladığınızı tahmin ediyorum.

Yemekten sonra dedem abdestini aldı. Öğle namazını kıldı. Ellerini semaya kaldırıp Yaradan’a sıtkı bütün bir imanla duasını ederek ibadetini tamladı. Bir saat kadar uyudu. Uyandıktan sonra çalışmaya kaldığı yerden devam etti. Dağların gölgesi uzadı. Güneş deli Höbek tepesinden aşmak üzereyken akşam vakti yaklaştığı için işi bırakıp köye döndük.

Dedem o gün bana yirmi lira harçlık ile artan karpuzun yarısını verdi. Anam elimde kapuzla eve girince şaşırdı bir hoş oldu. Çünkü o mevsimde bizim köyde karpuz bulunmazdı. Yaşadığımız olayı anneme anlattım. Annem çok mutlu oldu. Annem karpuzu kardeşlerime, bana ve kendine dilim dilim eşit miktarda dağıttı. O gün evimizde birer dilim karpuz yediğimiz için bayram günü gibi sevindik. Şimdi yılın her günü karpuz yeme imkânımız olduğu halde mutlu olamıyoruz. Sahip olduğumuz nimetler için şükretmiyoruz. Bu nedenle de başımızdan felaket eksik olmuyor.                                                             

Peygamber Efendimiz Hz Muhammed (sav) bir hadis şeriflerinde “Kime bir nimet verilir ve o da o nimeti dile getirirse, onun şükrünü yerine getirmiş olur. Eğer onu gizlerse, nimete nankörlük etmiş olur” buyurmuşlardır.

Bende o gün Yüce Allah’ın bize vermiş olduğu bu güzel nimeti bugün dile getirmeye çalıştım. Yüce Mevla’m sizlere de bol ve güzel nimetler versin inşallah.

Az rızık için çalışana da Rabbim bol rızık verebilir. Onun için rızkımız için çalışalım. Hayırlı işlerde birbirimizle yarışalım.


ALİ DOST / Hacı Ahmet ERALP


-Gül Yeter ana Yaklaşık 15 senedir evladı Muhammed Ali Yıldırım( Mamoş)’a her ulaşamayışındaki bu süreler genelde 3-4 saat kadar kısacık zaman dilimleri olurdu, fakiri arayıp; “Muhammedim nerde? Ulaşamıyorum sen bulup ulaşırsın” demek için arardı. Ali’me ulaşıp annesini aratırdım. Sonra teşekkür için tekrar arardı. 9 Mart sabahı, telefonda “Ali Erzurum Ana” olarak kayıtlı numara yine aradı, hem vakitten hem de Ali’m ile bir süredir farklı şehirlerde yaşıyor olmamızdan dolayı şaşkınlıkla açtım telefonu. Arkadan ağıt sesleri geliyordu, Gül ana:” Mamoşum şehid oldu, seni her aradığımda onu bulup bana getirirdin, gene bul getir Mamoşumu” dedi. İlk kez ve son kez seni bulamadım Ali’m.

Sükûtun bir rüzgârdı Ali’m. Sen bir rüzgârdın. Âh rüzgâr, aziz rüzgâr. Bir rengi olmayan ama yaratılmış ve yaratılmaya devam eden cümle renkleri birbirine karıştırıp en güzel tabloları resmeden rüzgâr. Büyüklüğü ve boyutları yokmuş zannedilen ama nice büyükleri yerinden oynatan rüzgâr. Uçsuz bucaksız ummanları birbirine karıştıran, tufanlara dönüşen rüzgâr. Yüce dağları yerinden oynatıp birbirine kavuşturan rüzgâr.

Sen bir rüzgârdın Ali’m. Bakışın bir rüzgârdı. Balta girmemiş uçsuz bucaksız ormanları derinlerdeki köklerinden sarsarcasına hareketlendiren rüzgâr. Göğe yükselince kasırga olurdu selamın. Suya dokununca tufan olurdu her merâmın.

Habersizce çıkıp gelişlerin bir ferahlık muştusuydu yüreklerimize. Anadolu’nun Ağustos sıcaklarında, ter damlacıkları yürürken şakaklarımıza, ansızın esen o serin rüzgârdın kaldırımları incitmeyen adımlarınla. O gece kaç adım hediye etmiştin Şehr-i Maraş kaldırımlarına, “tütünüm bitti” diyen dostuna nefes olmak için. Ne bahtiyarmış bu şehrin kaldırımları, en kadîm Refîke yol eylemişler kendilerini. Yine gelsene Ali’m, tütün ol gel mesela, ateşler yarışsın yakmak için ilk dumanımızın Bismillahını.

Sen bir topraktın Ali’m. Âdem’e harç olan arı duru saf toprak. Suların sarılmak için gökyüzünden aşağı damla damla yarıştığı azîz ve pâk toprak. Uzay sonsuzluklarına sığamayan dünyaya kefen olan toprak. Çiçeklere renk, yeryüzüne desen olan toprak. Efendi Hocamın “Derviş Ali” dediği, dervişlerin Seyr-i Sülûkunun nihayeti olan toprak.Yine gelsene Ali’m, toprak ol gel mesela, kırmızı gül bahçeleri büyüsün bağrında.

Sen bir sükûttun Ali’m. Gümüşlerin Pazar Pazar ayak altlarına serildiği bu kekre çağın Altın kalesi olan Sükût. Asır süren kimi ömürlere bir kerecik nasip olmayan o kıymetli sükût. Birbirine binlerce kez değsede tek bir an uzunluğunca gönüllerine bir kez nazar dokunuşu armağan edemeyen sükût. Ali Hocamın “Susan Adam” dediği, nice dostların hiç erişemediği o kıymetli sükût.

Sen bir Dosttun Ali’m. Ancak meccanen yaşatıldığında sadrları titreten dost. Dostluk mağrası Sevr’in kapatılamayan son deliğini setreden mübarek gönül tabanının dayandırıldığı dost. Cıncık kırığı soğuklarda kaldırımları alev alev ısıtan dost. Vuslat vakti geldiğinde geride kalacak evlatlarımızı yetim bırakmayacak dost. Ak Saçlı Hüzünkârın “Ali Dost” dediği, Âlî Dost.

Sen bir bayraktın Ali’m. Ciltlerce yazılıp kütüphanelerce sığdırılamayan, asırlarca anlatılıp bir selam süresince anlaşılamayan, kıtalarca dolaşılıp bir karış kadar yer kaplayamayan ancak kadîm toprağın bir gül fidanına beyt olabilecek büyüklükteki alanına Elif gibi dimdik durduğunda Selam vermek için rüzgârını bekleyen bayrak.

Yine gelsene Ali’m. Bayrak ol gel mesela, devletimiz kurulsun nazlı dalgalanışlarında.

 

ÜÇ GÜL YAPRAĞI / Hasan KEKLİKCİ

 HİKÂYE MALZEMESİ DÜKKÂNI


                                         


        -Günaydın. 

-Günaydın kardeşim, hoş geldiniz.

-Ben bir internet sitesi kurdum da, orada hikâye de yayımlamak istiyorum. Acaba elinizde güzel hikâye çıkacak malzeme var mı? 

-Yani, ne tür bir hikâye istersin bilmiyorum da, buyurun ben size hâlihazır listeyi vereyim bir bakın. Dikkatinizi çeken bir isim olursa üzerinde konuşalım. Bu arada çay ister misiniz? 

-Teşekkür ederim abi. Malum seçim dönemindeyiz. Babam köyde muhtarlığa adaylığını koydu. Akşam şehirden köye dönükten sonra ve hafta sonları babama yoldaş oluyorum. O kadar çay içiyoruz ki sorma gitsin. Hele cumartesi ve pazar günleri içtiğimiz çay, bırak bir haftayı bir ömür yeter desem inan.

-Allah kolaylık versin. İşin zoruna talip olmuş babanız. 

-Evet abi, bütün aile ve hısım akraba köylüyü babama oy vermeye ikna etmeye çalışıyoruz. 

-Eğer seçim işinden sıkılmadıysan, elindeki listede Üç Gül Yaprağı diye bir hikâye var onu size anlatabilirim. 

-Olur. Belki oy istemeye gittiğimiz yerlerde işimize de yarar. Buyurun akçe-i hikâyenizi. 

-Teşekkür ederim. Siftah senden bereket Allah’tan.

-“Kanunun meclisten çıktığını televizyonların haber bültenlerinden, radyoların akşam ajansından duyan köylüler o gece, nedenini tam olarak bilemedikleri bir sevinçle girdiler yataklarına. Sabahtan akşama kadar bağda, bahçede kazma kazmaktan kımıldar halleri kalmayanlar bile bedenini uykuya teslim etmeden, yatağın içinde şöyle bir iki döndü. Her dönüşte yüzlerine bir tebessüm gelip yerleşti. Kimi gözlerini tekrar açtı, başını koyduğu yastığın üzerindeki nakışları inceliyormuş gibi bir müddet yastığın kenarına baktı. Sonra uykuya teslim etti bedenini. 

Göde Kâye Veli de her zaman yattığı vakit yatağına girdi. Sırtüstü uzandı. Yorganı tepesine kadar çekti. Birkaç nefesten sonra yorganı göğsüne kadar indirdi. Açıkta kalan ayaklarını örttü. Sonbahardan beri yıkanmayan yorgan aslında kullanılmaz olmuştu. Bir taraftan gece gündüz yanan sobadan çıkan is, bir taraftan tütün kokusu yorganın altında nefes almaya imkân bırakmıyordu. Aslında bu, Veli’nin her gece yaşadığı şeydi. Her gece ya boyunun uzun olmasından, ya tütünü çok içmesinden yakınır dururdu. ‘Bir de’ derdi, ‘köylü dediğin kısa boylu olacak. Eşeğe binersin ayakların yere değer, yatarsın yorgan dizine çıkar!’ Yatamadı. Kalktı oturdu. İlk akşamdan beri horlayan hanımını dürttü. Sövecekti ki tık diye akşam dinlediği haber aklına düştü. Yüzüne o yaştaki insana yakışmayacak, sahte, hınzır bir gülüş geldi yerleşti. Bu gülüş o yüze yabancı değildi aslında. Yoksa gece bozuntusu bir günün artığı, kalın bir duvar gibi karanlık gecede o yüzü nereden bulsun o gülüş? El yordamıyla tabakasını buldu. Kalınca bir tütün sardı. Yazın güneşin hiç çıkmadığı, kışın bir zerresinin bile girmediği soğuk oda tütün dumanıyla doldu. Sonra köyü yutmuş karanlığa sızmaya başladı, odanın naylonla kaplanmış penceresinden duman. Yatağa girmeden, horlayan hanımını bir kere daha dürttü, ‘Yan değiş, yan değiş!’ dedi, yüzündeki o gülüşle. Uyuyan kadın homurdanarak bir taraftan öbür tarafına dönüp yattı. Sonra kahkaha ile güldü gecenin bir yarısında, Göde Kâye Veli. Başını yastığa koydu, ‘Senin gadanı aldım Hebil Ahmet!’ dedi.

Hebil Ahmet kömür kovasının dibinde kalan son kömürü de sobaya boca etti. Sobanın kapağını kapattı. Yerdeki çaydanlığı tekrar sobanın üzerine koydu. Bir bardak çay doldurdu. Doldurduğu çayın demini azsındı. Bir miktarını geceyle dolu pencereden dışarı döktü. Bardaktan dökülen çay, köyün en üst tarafındaki Göde Kâye Veli’nin penceresinin naylonundan havaya sızan tütün dumanından habersiz, önce bir taşın üzerine hızla düştü, oradan da minik damlalar halinde dağılıp geceye karıştı. Hebil Ahmet elindeki bardağın üzerine yeniden dem ilave etti. İki tane topak şeker attı. Saate baktı. Üç dakika var, diye düşündü. Üç dakika sonra televizyonun sesini azıcık açtı. Beklediği, akşamdan beri her saat başı, bazen üçüncü, bazen ikinci sırada verilen haberi, spikerin ağzından çıkan harflere göre şekil alan ağzına baka baka tekrar dinledi. Spikerin, ‘Nüfusu’ derken dudaklarına ‘N’ şekli değil de ‘Ü’ şekli verdiğine tekrar hayret etti. Ne de olsa kendisi de bu işleri bilirdi. Okuma yazmayı askerde Ali Okulu’nda bellemişti ama askerden geldikten sonra, köyde açılan gece okulunda ilkokul diploması almıştı. Ortaokul diploması aldığını kimseye söylemedi, ta ki muhtarlık seçimi başladı, aday oldu o zaman çıkarttı ortaya. ‘Okumuş adamın hâli başka.’ dedi, diplomayı gören köylüler…

Nüfusu iki bin ve üzerinde olan köylerin kasabaya dönüştürülmesi ve muhtar yerine belediye başkanı seçilmesini düzenleyen kanunun Resmi Gazete’de yayınlanmasının üzerinden aylar geçmiş, ülke bir uçtan bir uca seçim havasına girmişti. Yeni kasaba olan köylerde seçim çok daha farklı geçiyordu. Hebil Ahmet’in dediğine göre; sabah erken kalkan belediye başkanlığına aday olmuş, at izi it izine karışmıştı. Sonra, azalık görmemiş, muhtarlık yapmamış insandan belediye başkanı mı olurmuş? Bunlar seçimi kazansalar valiliğin yolunu bulamazlar. Valinin karşısına geçseler dilleri tutulur. Bir de çıkmışlar, ‘değişim’ diyorlar. Neyi değiştiriyorsun efendi? Sen git önce şu yırtık şalvarını değiştir ondan sonra gel, ‘değişim’ de! Tövbe, tövbe! Biri çıkmış ‘İşsizliğin çaresi var.’ diye kâğıt yazdırmış. Kendi fotoğrafını da koymayı ihmal etmemiş yazdırdığı kâğıdın üst başına. Sanki babası, dedesi takardı, nereden bulduysa boynuna bir de kravat geçirmiş fotoğrafı çektirirken. O kâğıdı gören de resimdeki kişinin geceli gündüzlü, üç vardiya halinde çalışan fabrikaları var sanır. Yalan! Hepsinin söylediği kıllı, kılçıklı yalan! ‘Değişim’ diyorlar ya, al işte değiştirdiler. -Artık köylü olmaz kasabalı demek gerekir- kasabalının huyunu değiştirdiler. Komşusuna bir kap yemek veremeyen, köye gelmiş bir çerçiye bir tas su, adamcağızın eşeğinin yem torbasına bir avuç arpa koymayan adamlar, her akşam millete lahmacun yedirmeye başladılar. Kasabanın bir kısım işe yaramaz adamları işi gücü bıraktı o aday senin, bu aday benim gezmeye başladı. Her gittikleri yerde, yerin sahibi olan adaya ‘Reyimiz sana’ diyorlar, bunu derken tüm sülalesinin reyini saymayı da ihmal etmiyorlar. Bunları şehirde bir çayhaneye yahut da bir kahvehaneye götürsen, çay paralarını çıkartıp cebinden versen -kendilerinin cebinde bir bardak çay parası olmaz çünkü- orada seçim lafı ettirsen, o lafı dinleyenler, bunları büyük bir ilçede yaşayan ve fi tarihinden beri belediye başkanlığı seçimi yaşamış insanlar zanneder. Belki de bunların laflarını dinleyenlerden birçoğu içinden, ‘Aslan ede, madem o kadar reyin var neden sen aday olmuyorsun?’ der. 

Belki yaz ayları da çalışkandır, meyveleri olgunlaştırır ama en çalışkan mevsim şüphesiz ilkbahardır. İhtimal ki ilkbaharın çok sevilmesi de bu çalışkanlığındandır. Koca bir yıl boyunca insanoğlunun görüp göreceği her şey ilkbaharın eseridir. Yine bu yıl da kışı badem çiçekleriyle uğurlamış, erik ve armut çiçekleriyle yukarı bakanlara, menekşe ve papatyalarla da aşağı bakanlara kendisini göstermeye başlamıştı, ilkbahar. Yılın hamarat mevsimi ilkbaharın, günün hemen hemen her saatinde kıştan kalma kirli bulutları, ırmakların, derelerin kar beyazı köpüklü çağlayanlarında yıkayıp yıkayıp, pamuk yığınları gibi gökyüzüne astığı günlerde; eski köyün, üç mahallesi bulunan yeni kasabanın, üç mahallesinde yedi tane seçim bürosu açılmıştı. Her yer parti amblemli bayraklarla donatılmış, evlerin damlarına, odaların duvarlarına kadar bayraksız yer kalmamıştı. Her gün şehirden bir yığın partili geliyor, seçim bürolarında çaylar, yemekler gırla gidiyordu. Ev ziyaretleri daha çok akşamları yapılıyordu. Akşamın adı akşam tabii, adaylar neredeyse sıraya giriyor, gecenin birinde, ikisinde ‘rey’ diye kapılar çalınıyordu. 

İki dönemdir köyün muhtarlığını yapan ve köyün kasaba olmasında çok emeği olan Hebil Ahmet de bu koşturmacaya ayak uydurmak zorunda kaldı. Belediye başkanlığı seçimi muhtarlık seçimine benzemiyordu sonuçta. Seçime iki gün kalmış, sıra Göde Kâye Veli’nin evine gelmişti. Bacısı sözünden çıkmaz, reyini onun dediği partiye verirdi, dolayısıyla üç reyi vardı Veli’nin. Gel gör ki hiç kimse bugüne kadar hangi partiye, hangi muhtar adayına rey verdiğini bilemezdi. Elinde bir kilo çay, iki kilo şekerle gelene de ‘reyim senin’ der, cebine bir paket tütün koyana da. Fakat bu seçimde reylerinin bedelini yükselttiği söyleniyor. Seçilecek aday beş yıl hükümetten beleş maaş alacak, diyormuş. Muhtar Hebil Ahmet ardında üç kişiyle elini kolunu sallaya sallaya girdi Veli’nin odasına. Bir saatten fazla oturdular. Babalarından, dedelerinden laf etiler. Emmilerinin, dayılarının, köyün eski adamlarının eşek gitmez yollarından anlatıp gülüştüler. Tek kelime seçim lafı etmeden ‘Gecemiz hayra kalsın’ deyip ayrıldılar. 

Sabah yalap şap bir kahvaltıdan sonra seçim bürosuna giden Hebil Ahmet, Kördurdu Memiş’i sobanın başında elinde bir bardak çayla oturur buldu. Memiş, akşam evine beraber gittikleri Göde Kâye Veli’nin sabahın köründe kendisini uyandırdığını; reylerini kendilerine vereceğine yemin ettiğini, fakat karşılığında üç altın istediğini bir çırpıda anlattı. Durumun kritik olduğunu, adaylar arasında çok bir fark olmadığını, hatta ve hatta üç beş oyla seçimin kazanılacağını veyahut da kaybedileceğini söyledi.

Akşam seçim sandığının birinden Hebil Ahmet’e üç oy çıktı. Ve her zarfın içinden masanın üzerine kurumuş bir gül yaprağı düştü. Sandık kurulu bu üç oyu, bir itiraza rağmen oy çokluğu ile iptal etti!..”



___________________________________________________________________________________

NOT: Satılan, anlatılan ve yazılan hikâyeler tamamen hayal ürünüdür. Hiçbir kişi veya kurumla alâkası yoktur. Hiçbir hayvana zarar verilmemiştir.

VARLIK YOKLUK SAHNESİ / Abbas DAŞKIRAN


Yıkık viran şehirlerin.  

Gönlümü çaldılar benden

Hüzün sardı bulutlarla 

Eksildik hep yüreklerden

  

Ayet Ayet yağdı bize 

Yeraltından binler ilham

Sükut çöktü yüreklere

Şehirlerde binlerce gam


Melceim Sen umudum Sen

Ne olurum yüz çevirsen

Senden koştum yine sana

Ruhumu hep bilenim sen


Bir ananın yüreğine 

Saplanmış binlerce kör ok

Evlat bacı gardaş ana

Yüreğini bir saran yok


Yaİlahi esirge bizi

Ferahlandır yüreğimizi

Yerin göğün arasında

Senle yoğur kalbimizi 


Senden kaçan sığmaz bir an

Ne yerlere ne göklere

Her anımız bir imtihan

Neolur bahtiyar eyle


Uyduk her gün nefsimize 

Dizginimiz elimizde

Bizi bizden esirgesen 

Sevginle mesrur eylesen


Güneş doğudan batarken 

Gözler kıyamet ararken

Sahne senin alem senin 

Ben bir aciz seyircinim


Sen istemezsen sığmıyor

Bir kulun hiç bir yere

Varlık yokluk yok oluyor

Kün emrinle binbir dilde


Ne acizim fakrım gani

Benim sandım senden geleni

Ne ben benim ne benliğim 

Sana çarpıyor şu can evi 


Ezel ebed sende kaim

Baharkışlar sende daim 

Ne olursun yüz çevirme

Ben bir kulum nolur halim